| Konu: | İSTANBUL MİLLETVEKİLİ MUSTAFA SEZGİN TANRIKULU VE 23 ARKADAŞININ, GÖREVİ YAPTIRMAMAK İÇİN DİRENME SUÇLARINDAKİ ARTIŞIN NEDENLERİ İLE İŞKENCE VE KÖTÜ MUAMELE İDDİALARI ARASINDAKİ İLİŞKİNİN ARAŞTIRILARAK İŞKENCE VE EZİYET SUÇLARININ ÖNLENMESİ VE CEZASIZ KALMAMASI İÇİN ALINACAK TEDBİRLERİN BELİRLENMESİ AMACIYLA MECLİS ARAŞTIRMASI AÇILMASINA İLİŞKİN ÖNERGESİ |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 67 |
| Tarih: | 16.02.2012 |
AK PARTİ GRUBU ADINA MEHMET NACİ BOSTANCI (Amasya) - Çok teşekkür ediyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Bu araştırma önergesinin girişinde zikredilen olay, İzmir Karabağlar semtinde polis karakolunda kötü muameleye maruz kalan Fevziye Cengiz olayı, kamuoyuna hangi vesileyle intikal etti? Kameralar marifetiyle. Karakolun içinde kameralar vardı ve o kameralar karakolda insan haklarına, insan onuruna aykırı herhangi bir fiil olup olmadığını tespit amacıyla konulmuştu. Kim koydu? AK PARTİ koydu. AK PARTİ'nin İktidarı döneminde bütün karakollara kameralar kondu. Amaç, bu, geçmişte birçok olaya ilişkin şaibe yaşanan yerde kural dışı, insan haklarına aykırı herhangi bir iş yapılır ise bunun tespiti amacıyla konuldu. Kamuoyunun gündemine bu şekilde intikal etti, gazeteler yazdı ve olayın ardından orada görevli olan 30 kadar kişi açığa alındı, yargılamaları sürüyor.
Tabii, burada zikredilen olay doğrudur. Cumhuriyet savcısının mukavemet çerçevesinde açmış olduğu dava, o da kendi mecrasında yürüyecek.
Değerli arkadaşlar, bundan on-on beş yıl önce, eğer bu Mecliste karakollarda yaşanan ihlallere ilişkin konuşmalar yapıyor olsaydık başka hiçbir iş yapamazdık. Tabii, oradaki ihlalleri tespit edecek kameralar da olsa idi o zaman yapamazdık ama karakollar, Türkiye'nin yakın geçmişinde kapıları kapandığında içeride ne olupbittiğine ilişkin ancak rivayetlerin insanlara ulaştığı yerlerdi. Üçüncü kattan kaçmak için atlamalar yahut merdivenden düşerken kafasını, gözünü kırmalar, hep tutuklu kişinin, zanlının kendi fiiliyle kendisine zarar verdiği hikâyeler.
Evet, bu Mecliste işkence, kötü muamele denildiğinde bunu sadece kitaplardan okumayan, fiilen kendi hayatında yaşamış olan insanlar var, bütün partilerde var. Ben de müteferrikadan geçtim, müteferrikanın ne olduğunu belki yeni kuşaklar bilmez. O müteferrikada, emniyetin alt katındaki yerlerde zanlı olarak getirilen kişilere, bir gün, iki gün sonra bırakılan insanlara nasıl muamele yapıldığını gördüm. Evet, 12 Eylül döneminde Türkiye'de birçok cezaevinde insanlara işkenceler yapıldı, kötü muameleler uygulandı. Ben de bir yıl kadar Mamak Askerî Cezaevinde kaldım ve orada bütün bunlara hem maruz kaldım hem de şahidi oldum.
Türkiye sadece otuz yıllık dönemde değil geçmişe doğru gittiğimizde devlet-toplum ilişkilerinde devlet görevlilerinin çeşitli nedenlerle -bunları anlatacağım- halka suçlu, şüpheli, gözetilmesi gereken, tedip edilmesi, terbiye edilmesi gereken insanlar olarak yaklaştığı doğrudur ve devletin güvenlik aygıtları bu çerçevede bir -tabiri caizse ironi olsun diye söylüyorum- halkla ilişkiler faaliyeti yürütmüşlerdir. Ancak 80'lerden sonra, 12 Eylül tecrübesiyle birlikte Türkiye'nin yaşadığı değişim ve dönüşüm bunların üzerindeki örtü perdelerini, örtüleri çekmiş ve bu alan bir açıklık kazanmaya başlamıştır, devlet ve toplum ilişkisi, güvenlik eksenli uygulamalar, karakollar, bürokratik mekânlar, yargılamalar yani insan hakları ihlallerinin olabileceği her yer daha şeffaf ve daha açık bir hâle gelmeye başlamıştır, bu bir süreçtir.
Daha 2000 yılında yani bundan on iki yıl önce İstanbul'da bir karakolda devletin envanterine kayıtlı Filistin askısı vardır arkadaşlar. Filistin askısına asılan varsa bilir onun ne işe yaradığını. Üstelik devletin envanterine kaydetmişler 2000 yılında. Bugün böyle bir şey düşünülemez bile. AK PARTİ İktidarı bu on yıllık süre içerisinde uyum yasaları çerçevesinde ifade haklarına ilişkin düzenlemeler yaptı, çocuk haklarına ilişkin düzenlemeler yaptı, kadın erkek fırsat eşitliğine ilişkin düzenlemeler yaptı.
Bir iktidar, yargıya dair bu alanda görmüş olduğu problemlere ilişkin düzenlemeler yapar, yaptık. 2005 yılında gerçekleştirilen Türk Ceza Kanunu değişikliği çerçevesinde, işkence, eziyet, kötü muamele tanımlandı, müessir fiil olmaktan çıkartıldı, ağır cezalar öngörüldü. Dolayısıyla -bunlara ilişkin detayları görebilirsiniz- AK PARTİ, demokratik, özgürlükçü, modern, medeni bir ülkenin teşekkülünün siyasi iradesi olarak, yargı alanında gerekli düzenlemeleri yaptı, yapmaya da devam edecek.
Bizim kötü muamele ve işkence konusunda, eziyet konusunda elbette hassasiyetlerimiz sürecektir, buna ilişkin birtakım bilgiler, bulgular geldiğinde bunlar takip edilecektir. Devletin, kamu görevlilerinin görevidir bu, aynı zamanda bu yönde o kamu görevlilerine cesaret ve cüret veren bir siyasi iktidar vardır yaklaşımı, siyasi pozisyonu böyle olduğu için, bürokratik çarklar da buradan aldığı cesaretle insan hakları esasında çalışmak durumundadır.
Resmin büyüğünü görmek lazım. Eziyet, işkence, kötü muamele nereden çıkar, niçin yapılır ve esasen bunlar nasıl önlenir? Eğer biz resmin büyüğünü görür isek Türkiye'nin yaşadığı problemlere ilişkin olarak da nereye doğru gittiğimiz hakkında bir fikrimiz olur.
Değerli arkadaşlar, son beş yüz yıla kadar insanlar kutsal otorite karşısında, kralın, haşmetmeablarının iktidarı karşısında hayat hakları bile olmayan varlıklar olarak görülürdü. 1679 Habeas Corpus, ilgilenenler bilirler, John Locke'un yaşam, hürriyet ve mülkiyet hakları diye bahsettiği temel, devredilemez, bırakılamaz hakları ve o süreç içerisinde dünya modernleşirken, siyasal iktidar ilişkileri dönüşürken, halk, güruh, kalabalık, ayaktakımı olmaktan çıkıp, bu iktidar ilişkilerinin asli faili olma yolunda ilerlerken, işte devlet otoritesi kaynaklı, kötü muamele ve işkence meseleleri de azalmıştır.
İşin püf noktası iktidar ilişkilerindedir. Kim yönetiyor? Nasıl yönetiyor? Hangi meşruluk referansları çerçevesinde yönetiyor? Eğer bir ülkede demokrasi varsa, meşru bir iktidar varsa, kamu gücünü temsil eden çevreler halka hesap veriyorlarsa, orada kamu otoritesinin, devletin halkın rızasını inşa etmek için cebre, şiddete, kötü muameleye, eziyete müracaat etmesi söz konusu olmaz. Bu uygulamalar, eziyetler, işkenceler otoriter yönetimlerde olur, totaliter yönetimlerde olur, halka hesap vermeyen, halkın seçmediği, halkın geri çağıramadığı rejimlerde olur. İnsan haklarına ilişkin hiçbir söz söyleyemezsiniz, kamusal alanda herhangi bir görüş beyan edemezsiniz.
Yakın zamanlarda, 20'nci yüzyılda bu tür devlet modellerini insanlık büyük bir tecrübe, acılı bir tecrübe olarak yaşadı. Sovyetler Birliği bir bürokratik despotizmdi. İnsan hakları ihlallerinin en inanılmaz şekilde yaşandığı yer, daha yakınlarda, 1900'lü yıllarda, özellikle Stalin döneminde Sovyetler Birliği'nde oldu, 1931 ve 1932'deki büyük kıyım, 1937 ve 1938'deki büyük kıyım? Milyonlarca insan, ne yazık ki, kendisini proleterlerin hamisi olarak gösteren bir bürokratik despotizm tarafından ucuz iş gücü olarak kullanıldı, mahkûm olarak Kuzey Buz Denizi'ndeki kanalların yapımında, çeşitli ağır sanayi hamlelerinde Amerika'yı geçme rüyasının makineleri olarak kullanıldı.
Eğer bir ülkede siyasi otorite halka hesap vermiyorsa, bir azınlığın iktidarıysa, kerameti kendinden menkul bir meşruiyet iddiasıyla hükümferma oluyor ise orada eziyet ve işkence olur.
Türkiye, ne yazık ki yakın dönemlere kadar, 1980 darbesine kadar iktidar ilişkileri bakımından yalın, açık, kısa bir ifadeyle, veciz şekilde anlaşılması bakımından "Bürokratik vesayet" dediğimiz bir yapı tarafından idare ediliyordu.
1946'ya kadar tek parti yönetimi vardı, 46'dan sonra çok partili hayata geçtik. Çok partili hayata geçmekle birlikte iktidar ilişkilerinde hâkim unsurlar, tayin edici, Carl Schmitt'in ifadesiyle "İstisnai olana karar verebilme niteliğini haiz olan çevreler" sandıktan gelenler olmadı.
Tabii, bürokratik vesayetin olduğu bir yerde halkın rızası, yapılıp edilenlerin şeffaf bir şekilde ortaya konulması, kamu otoritesiyle halk arasındaki ilişkiler açık ve anlaşılır, şeffaf bir şekilde olmaz. Orada devletin görevlileri, en alt kademede olanlar bile kendisini halka karşı, sivil insanlara karşı kutsal devletin dokunulamaz gücü olarak görürler. Memurin Muhakematı Kanunu'nda "Bir memurun düğmelerine dokunmak bile altı ay cezadan başlar" diye halkın zihninde bir bilgi vardır. Kamu otoritesini temsil eden insanlara karşı bırakın el kaldırmayı, söz bile söylemezsin. Daha 90'lı yıllarda Nokta dergisi bir çalışma yapmıştı Kızılay Meydanı'nda. Oradan geçen insanlara Nokta dergisinin muhabirleri kimlik sormuş, duvara yaslamış, arama yapmışlardı ve insanlar itirazsız bir şekilde buna uymuşlardı. "Sen kimsin? Kimliğini göster. Neyi temsi ediyorsun? Niçin böyle bir muamele yapıyorsun?" demek insanların akıllarına bile gelmemişti. Niçin? Çünkü öyle bir gelenekten geliyor. Eğer birisi buyurgan bir ses tonuyla kendisine bir söz söylüyorsa, bir komut veriyorsa, emir veriyorsa bu, kendisini sivil dünyanın, sivil insanların, halkın üzerinde gören kutsal devletin temsilcisi olarak algıladığı için itaat ediyor.
Bürokratik vesayetin, 80'li, 90'lı yıllarda, Türkiye'nin yaşadığı modernleşme, şehirleşme, metropolleşme, dışarıya açılma, iktisadi zenginleşme, yeni iktisadi elitlerin ve entelektüellerin ortaya çıkmasıyla birlikte tasfiye olduğu bir süreç yaşadık. Esasen güç ilişkileri, değerli arkadaşlar, kendi başına, sadece siyasal düzlemde yaşanan, olupbiten işler değildir. Bunun temelinde toplumsal zemin vardır, oradaki kesimlerin, oradaki elitlerin, oradaki çevrelerin güç ilişkilerinde oynadığı rol vardır. Türkiye'de de değişen, yerleşik iktisadi elitlerin yerine gelen "Anadolu aslanları" diye tarif edilen insanlardır, iktisadi elitlerin ekseni değişmiştir. Bürokratik ve o yerleşik elitler ekseninde yer almış, onlarla tarihî bir iktidar bloku oluşturan okuryazarların yerine -tam tabiri budur- Anadolu çocukları üniversiteler okuyarak, yurt dışlarına giderek master, doktora yapmışlar, geldikleri gelenekle bağlantılı ama aynı zamanda dünyadan da haberdar yeni entelektüeller olarak yükselmişlerdir.
Türkiye'deki iktidar ilişkilerini dönüştüren, Türkiye'deki toplumsal dönüşümdür. Genellikle muhalefet çevresindeki arkadaşlar AK PARTİ'yi eleştirirken şu tür sözler ediyorlar: "Geldiniz, yandaş basın yarattınız, yandaş iş adamı yarattınız, yandaşlar oluşturdunuz." Ben bunları duyunca, doğrusu, alana ilişkin, siyasete, iktisada, sosyolojiye dair okumalarda bir eksiklik görüyorum. Şunun için: Marx'ın yaptığı değerlendirmelerden muhakkak haberdar olan çok değerli arkadaşlar vardır aramızda. Marx, Hegel'in diyalektiğini tersine çevirmiştir, böylelikle maddi şartlarla siyasal ilişkiler arasında bir bağ kurmuştu. Esasen, Marx'ın bu akıl yürütmesi abartı payı bir kenara bırakılır ise siyasal ilişikleri anlamak bakımından da önemlidir. Güç ilişkilerini tayin eden toplumsal dinamiklerdir. AK PARTİ kendisine yandaş basın kurmadı. AK PARTİ kendisine yandaş sermaye kurmadı. Türkiye'nin değişen toplumsal şartlarında yükselen yeni zenginler, yeni elitler, "Anadolu aslanları" denilen çevreler, yeni entelektüeller, yeni bürokratik çevreler, ekmeğini uluslararası piyasalarda kan, ter ve gözyaşıyla kazanan, devletin koruması altında, kuvöz şartlarında ticaret yapmayan insanlar Türkiye'nin bu değişimine damga vurdular ve "AK PARTİ" dediğimiz siyaset de, siyasi iktidar, buradaki irade de işte bu toplumsal dönüşümün karşılığı olarak ortaya çıktı. Yoksa, eğer bu akıl yürütme, muhalefetin söylediği akıl yürütme doğru olsa idi kendisine yandaşlar oluşturarak güç olmak isteyen, kendisine yandaşlar oluşturarak ayakta kalmak isteyen bu iktidarın darbe marifetiyle gelmiş olması gerekirdi, halkın iradesiyle değil, halkın seçimiyle değil, halkın desteğiyle değil bir şekilde gökten zembille inmesi lazımdı; oysaki böyle olmadı. Dolayısıyla olupbitenleri, Türkiye'nin dönüşümünü, AK PARTİ'nin burada oynadığı rolü sadece siyasete ve iktisada ilişkin genel değerlendirmeler bakımından değil, insan hakları, modernleşme, medenileşme, bu konular bakımından da yerli yerine oturtmak gerekir.
İnsan hakları konusunda siyasetin oynayacağı rol, değerli arkadaşlar, yargıya ilişkin düzenlemelerdir, bürokrasiye, sivil kesimlerle ilişkisi itibarıyla, haddini ve hududunu bildiren bir siyasi iradedir. Bu irade de keyfekeder ortaya çıkmaz, ben öyle düşündüğüm için, AK PARTİ'deki falan arkadaşım böyle düşündüğü için ortaya çıkmaz, bu insanların düşüncelerini tayin eden, bizatihi Türkiye'yi modernleştiren ve medenileştiren o toplumsal dinamiklerdir. Onun temsilcisi olduğumuz için AK PARTİ, bu şekilde, âdeta determinist bir şekilde davranmak durumundadır. Modernleşen bir ülkede vatandaş, reşit olan insandır, kendi hakkını ve hukukunu arayan insandır. Bugün, köyde okuma yazma bilmeyen insanlar bile eğer Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine müracaat edebilmeyi biliyorlarsa, insanlar iç hukuku tüketerek uluslararası hukukta haklarını arayabiliyorlarsa Türkiye'de o reşit vatandaşlık olgusu ortaya çıktığı içindir. Bir ülkenin onuru da, gelişmişliği de, demokrasisi de, özgürlüğü de bu reşit vatandaşlarda kayıtlıdır ve Türkiye vatandaşları, geçmişle mukayese ederseniz, profili itibarıyla daha şehirli, haklarını, hukukunu bilen, asla kandırılmayan, asla biat geleneğiyle ilgisi olmayan insanlardır. 500 lira geliri varken pazar yerinde hangi sebzenin daha iyi olduğunu, hangi maydanozun daha iyi olduğunu seçebilen bu okuryazar olmayan insanlar, emin olun siyasette de hangi siyasi partinin kendi dertlerine derman olacağını bilecek olgunluktadır. O yüzden, Türkiye devletinin, Türkiye toplumunun istikameti insan onurunun daha yükseldiği, hakkın ve hukukun bütün mecralarda arandığı bir istikamettedir. Bunun kayıtlı olduğu, yazılı olduğu yer toplumsal zemindir, bunun siyasi iradesi muhakkak muhalefetiyle birlikte ama mihmandarı, koçbaşı ve asli rolünü oynayan AK PARTİ'nin kendisidir.
İnşallah, bu konulara ilişkin daha az konuştuğumuz, daha az tartıştığımız, insan haklarının bizim vatandaşlarımızın, herkesin daha onurla yaşadığı bir Türkiye el birliğiyle kurulacaktır.
Çok teşekkür ediyorum, saygılarımı sunuyorum. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederiz Sayın Bostancı.