GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: DEVLET İSTİHBARAT HİZMETLERİ VE MİLLİ İSTİHBARAT TEŞKİLATI KANUNUNDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN TEKLİFİ
Yasama Yılı:2
Birleşim:67
Tarih:16.02.2012

BDP GRUBU ADINA SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli üyeler; 1980'li yılların hemen başında Mardin'den bir hikâye anlatacağım. Diyarbakır Cezaevi ya da Diyarbakır zulümhanesinin zulmünü yaşayan bir hoca, yeni doğan kızına Mizgin adını verdi. O yıllarda Kürtler arasında -Mizgin "müjde" demektir, Baver "inanç" demektir- bu isimler çok revaçtaydı. İnsanlar, umutlu olmak ve bir müjde almak istiyorlardı. Bu ruh haletiyle çocuklarına bu adı veriyorlardı fakat çocuğu üç aylıkken babası ve annesi bu zulme uğrayınca dağa gittiler.

Gerçek bir insan hikâyesi ve o bahsettiğim Oscar hikâyesi. Dağa gittiler, bu kız çocuğu dört yaşına, beş yaşına gelene kadar o zaman yaygın olan teyp kasetleriyle baba, kızına mektuplar gönderdi, sesini gönderdi. Dört yıl sonra bu kasetler de kesildi. Jandarma bu köyü sürekli basıp bu evi talan ediyordu, terörist arıyordu.

Burada gelişigüzel kullanıyorsunuz ya "terörist, terörist", biz demeyince de böyle bir hışma geliyorsunuz. Bu kız çocuğu ilkokula başladığında öğretmeni sordu ona, herkese sorduğu gibi: "Senin baban ne iş yapıyor?" diye. "Benim babam terörist." dedi. Kız, babası hakkında terörist tanımlamasından başka bir şey duymamıştı.

Dedesini baba, babaannesini anne bilerek büyüdü. Okulunda çok başarılı oldu ve sinema ile ilgili bir yüksekokul kazandı. İstanbul'a geldi. İstanbul'da bu arkadaşımızla benim yollarımız kesişti. Öğretmen-öğrenci diyebilirsiniz, yol arkadaşlığı diyebilirsiniz.

İki tane kısa film çekti bu arkadaşımız önce. Dikkat ettim, filmlerinde büyük bir duygu aktarımı ve bir dert vardı. Bu, bir araya gelip bir sinema duygusu olarak geçiyordu fakat karakterler iki filmde de hiç konuşmuyorlardı. Yıl 2004, 2005 falan. "Niye konuşmuyorlar bunlar Mizgin?" dediğimde "Hocam, konuşurlarsa Kürtçe konuşacaklar." dedi. O zaman da Kürtçeye bugün nasıl hani "Medeni bir dil değildir." dediniz ya, o zaman da aynı anlayış biraz? (AK PARTİ sıralarından "Kim dedi?" sesi) "Medeni bir dil midir diye kim dedi?" diye niye bana soruyorsunuz? Bakanlar Kurulu sırasına bakın, Sayın Başbakanın yanında hemen oturan Sayın Bülent Arınç dedi. Şimdi, bir insanı yok saymak öldürmekten daha büyük bir şiddettir, yok saymak. Sizin dilinize, birisi, ana dilinize, ananızdan işittiğiniz dile "Medeni bir dil midir?" derse bunun antagonisti yani karşıtı barbar demektir. Hiç mi bunu izzetinefsinize yönelik bir şey saymıyorsunuz yani birazcık empati duygusu yeter.

Tekrar hikâyeye dönelim. Daha sonra bu arkadaşımız bu filmle Erivan Film Festivali'ne seçildi ve o yarışma için Erivan'a gitti. Erivan'a gittiğinde Mahmur'dan gelen 2 tane sinemacı gençle tanıştı orada. Bu vesileyle yıllardır haber alamadığı babasından bir haber alırım diye "Siz Kemal Hoca'yı tanıyor musunuz?" diye bir soru sordu. O 2 çocuk "Tanıyoruz, o bizim babamızdı." dediler.

Bu açılım, açılım diye gelişigüzel telin ettiğiniz şey aslında sizin bu topraklardan muhacir ettiğiniz 10 bin tane Mahmur'da ikamet eden Kürt için düşünülmüştür, onları tekrar yurduna, yuvasına getirmek? Oraya turistik seyahate ya da keyfinden gitmemişlerdir, hacir edilmişlerdir, muhacir edilmişlerdir.

"Bizim babamızdı." "Nasıl sizin babanız?" diye telaşla sordu. "Yani öğretmenimizdi çünkü yaralanmıştı, bize, o çocuklara Kürtçe öğretiyordu." dedi. "Ne oldu peki, şimdi?" "Bir bombardımanda öldü." dediler.

Bu arkadaşımız geri benim yanıma geldi, "Ben ne yapayım şimdi?" dedi. Önünde iki üç tane yol vardı. Bu kız dağa gitseydi, hangi vicdan buna "Niye dağa gittin kardeşim?" derdi. Babası Diyarbakır zulmünden sonra bir intizarla soluğu orada almış, orada, muhtemelen bundan önceki Meclislerde gelişigüzel onaylanan savaş tezkerelerinden biriyle bombardımanda hayatını kaybetmiş, o kız da bana "Ben ne yapayım?" dedi.

"Mizgin, filmini yap." dedim. Mizgin filmini yapmaya karar verdi. Tabii ki bu böyle bir kelimelik diyalog değil, ben süreye uymak için söylüyorum. "Kayıp Mezar" diye bir hikâye yazdı ve Özay diye bir arkadaşımızı görüntü yönetmeni olarak, Özay arkadaşımızla -Almanya'da yaşayan ve önemli festivallerde filmleri gösterilen bir sinemacımızdı- kolektif bir dayanışmayla bunun yanında görüntü yönetmenliğini üstlendi, bir imeceyle bunun filmini çekmek istediler. Paramız yoktu.

Ben Kültür Bakanlığına bir proje için başvurdum, 300 bin lira aldım, çekmeden geri götürdüm o 300 bin lirayı iade ettim, bir de faiziyle birlikte, çünkü filmime bir yapımcı bulmuştum, o parayı kullanmayı kendim için zül saydım. Mizgin için kefil oldum, Kültür Bakanlığına gittim ve hikâyesine Kültür Bakanlığından destek çıktı.

Mizgin filmini çekmeye başladı, dün değil evvelsi günkü KCK operasyonlarında Mizgin Müjde Arslan olarak duyduğunuz bu kardeşimiz gözaltına alındı.

100 tane sinemacı, belki başka hiçbir iş için bir araya gelmedikleri süratle bir araya geldiler ve bir o kadarı da yurt dışından, çünkü festivallerde bu tür duygusu olan, Batı artık hikâyesini tükettiği için, içinde hikâye olan, dert olan ve sahicilik olan işleri hemen tanır. Bugün, bu konuşmayı size saat dörtten önce yapsaydım Mizgin daha içeride olmuş olacaktı. Bu iki arkadaşımızı tahliye ettiler.

Şimdi, elinizi gerçekten hepiniz? Bir duygu istismarı falan yapmak istemiyorum. Bütün onurum, şerefimle kefil olabileceğim, hayatının önemli bir kısmına tanık olduğum ve "Ben dağa mı gideyim?" diye karşıma geldiğinde, bu enerjisini, bu öfkesini, bu hakikiliğini sanata dönüştürmesini âdeta yalvarırcasına istediğim bir insan çok rahat bir beş altı ay mahkeme yüzü görmeden içeriye atılabilirdi. Özel yetkili mahkemeler böyle bir şeydir. Muhtemelen iki tane telefon konuşması?

Şimdi, Mizgin o filmi çekmeye devam edebilir mi? Emin değilim, inşallah devam eder.

Bu, sadece sizin şu kadar KCK'li gözaltına alındı dediğiniz, içine MİT'in sızdığını iddia ettiğiniz, öyle bir garabetle? İçişleri Bakanı diyordu ki: "Bin tane tutuklama yaptık." başka bir Bakan da "1.100 tane." diyordu, Hüseyin Çelik de bunu tasdik etti. Bunun bin tanesini de ajan olarak nitelediniz, onlardan birisinin küçük bir hikâyesiydi.

Dağdakilerle pazarlık, Habur, Oslo, şu, bu derken hangisini kazısanız arkasında yakıcı bir insan hikâyesi olduğunu görürsünüz. Dağ dediğiniz yer boş beleş bir yer değildir, çekilecek bir yer değildir, katlanılacak bir yer değildir.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Devamla) - Bu karda, kışta oradaki askerine de, gerillasına da dünyanın en büyük zulmüdür. Arkasında büyük bir insan hikâyesi vardır.

Yapılacak olan şey?

Sabrınıza sığınıyorum Başkanım, bir dakika daha rica ediyorum.

BAŞKAN - Toparlayın lütfen.

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Devamla) - Teşekkür ederim.

Yapılacak şey, nihai, bu senaryolarla bir yere varılmaz. Siz iki iktidar bileşeni dövüşür, birleşirler, bu harekete yönelirler, bire kadar kırabilirler; taş üstünde taş, kelle üstünde baş bırakmayabilirler. Bunlar geçmişte de yapıldı ama orta yerde bir halkın hakikati duruyor. Medeni olduğu hâlen bugün bile tartışılan bir dilini kullanma talebi duruyor ve bunun gibi bir sürü şey. Oturursunuz dersiniz kardeşim "Ortak geleceğimiz için bu olur, bu olmaz." Bunu daha bugüne kadar hiç demedik.

Onun için -bitiriyorum- sizlerden ricam, bu KCK tutuklamalarında, bu özel yetkili mahkeme denilen fütursuzluklarda, hepsinde bir evin, bir ocağın büyük bir kine maden olduğunu, bundan başka da hiçbir işe yaramadığını bir an olsun düşünmeniz.

Dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyorum, saygılar sunuyorum. (BDP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkürler Sayın Önder.