| Konu: | 2012 YILI MERKEZÎ YÖNETİM BÜTÇESİ VE 2010 YILI MERKEZÎ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 44 |
| Tarih: | 21.12.2011 |
MHP GRUBU ADINA MÜNİR KUTLUATA (Sakarya) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum. 2012 yılı bütçesi üzerinde son görüşmelerde Milliyetçi Hareket Partisinin görüşlerini açıklamak üzere huzurlarınızdayım.
Değerli milletvekilleri, bütçeler, ait oldukları yılda ülke ekonomisinin ne durumda olduğunu gösterdikleri kadar, daha önceki uygulamaların ülkeyi nereye getirdiğinin de önemli belgeleridir. Bu görüşmelerde, sadece bu bütçenin durumunu değil, ülke ekonomisinin ne durumda olduğunu da görüşüyoruz. Bu nedenle, sözlerimin başında bir kıyaslama ile dikkatlerinizi konunun özüne çekmek istiyorum. Dokuz yılı aşkın bir süre iktidarda kalmış olan Adalet ve Kalkınma Partisi, seksen sekiz yıllık cumhuriyet tarihimizin yüzde 10,5'ine hükmetmiştir. Bu, uzun bir süredir, tek başına büyük bir Meclis çoğunluğuyla yürütülmüş bir iktidardır. Bu dönemin sonunda Türkiye'nin nerede olduğunu gerçek göstergelerle ifade edersek, dokuz yıllık değerlendirmeyi de, bundan sonraki bütçelerden ne beklendiğini de aşağı yukarı ortaya koyma şansımız olur. Bu dönemin sonunda, elimizde 2010 yılının net rakamları var, 2002 ile 2010 yılının sonuna kadar Türkiye'deki ekonomik gelişme, kişi başına millî gelirin net olarak yüzde 31 artışından ibarettir. Yani bu dönemde, 2002 yılında 4.225 dolar olan kişi başı millî gelir iktidar tarafından 5.570 dolara çıkarılmıştır. Bu, Devlet Planlama Teşkilatının, Kalkınma Bakanlığının kaynaklarında 2012 programının on altıncı sayfasından alınmış bir bilgidir.
Eğer daha önceki iktidarlar da AKP gibi bir performans gösterselerdi, her sekiz yılda Türkiye yüzde 31 gelişme kaydetseydi, kişisel zenginleşme ve fert başına millî gelir açısından bu süre içinde gelinen nokta, 1923 yılında 45 dolarlık fert başına geliri esas alırsanız, 2002 yılında AKP İktidarı sadece 530 dolarlık bir millî gelir seviyesi devralmış olurdu kişi başına. Hâlbuki?
BAŞKAN - Sayın Kutluata, bir dakikanızı rica edeceğim.
Değerli milletvekilleri, bütçe müzakereleri bizim Parlamento kültürümüzde önemli bir yer tutar. Şahsi talebi olan milletvekillerimizin lütfen kendi yerlerine oturmaları ve bakan arkadaşlarımızı meşgul etmemelerini? Hassaten uğultuya ve konuşulanı anlamaya engel teşkil edecek hususlardan hepimizin sakınması gerekmektedir. (CHP, MHP ve BDP sıralarından alkışlar) Birbirimizin hem hukukuna hem de sözlerine saygı duyarak bu müzakereleri götürelim.
Buyurun Sayın Kutluata.
MÜNİR KUTLUATA (Devamla) - Adalet ve Kalkınma Partisi, 4.225 dolar kişi başı reel millî gelir değil, 535 dolarlık bir Türkiye devralmış olurdu 2002'de. Demek ki hem önceki performanslarının yüksek olduğunu söylüyoruz hem de bu dönemin iyi değerlendirilmediğini ifade etmiş oluyoruz. Bu İktidar dönemi geçen süreyi dikkate alırsanız,1929 buhranı, İkinci Dünya Savaşı, ihtilaller, her türlü yokluklara rağmen Türkiye ekonomisi çok daha hızlı bir gelişme kaydetmiştir. Diğer taraftan, başka göstergelere baktığınız zaman da aynı şeyi görüyorsunuz; kişi başı gelişmişlik endeksinde 92'nci sırada olduğumuzu, yirmi beş yaşındaki nüfusunuzun aldığı eğitim bakımından 126'ncı sırada olduğunuzu görüyorsunuz ki bunun dokuz yılı bu İktidar döneminde geçmiştir. O hâlde Türkiye'nin genel göstergelerine baktığımız zaman ortada bugün söylendiği gibi, yetkililerin, sorumluların söylediği gibi bir tablo olmadığını görüyoruz ama bu gerçek tablolar ortaya koyuldukça bir temel göstergeler savunmasıyla karşılaşıyoruz. Deniliyor ki: "Hangi gerekçeyi gösterirseniz gösterin, hangi realiteyi önümüze koyarsanız koyun Türkiye'nin temel göstergeleri sağlamdır." O bakımdan, sizlere bu sağlam denilen temel göstergelerin nereye oturduğunu ve ne kadar güvenilir olduğunu da ifade etmek istiyorum.
Değerli milletvekilleri, sağlam denilen bu göstergeler, büyüme oranı, istihdam oranı, enflasyon oranı, bütçe denkliği, tasarruf oranı ve borçların yapısı ve seyri gibi hususlardır. Şimdi, bütün bu göstergelerin çok büyük bir cari açık üzerine dayandığını görür ve bilir, buna göre irdelerseniz ortadaki size bugün veya dün sağlam görünen göstergelerin birdenbire nasıl değiştiğini görürsünüz bugün olduğu gibi. Dün söylediği kadar bugün, iktidar, bu göstergelere güvendiğini ifade edemiyor. Bunlardan birincisi büyüme oranıdır. Büyüme dediğimiz zaman üç büyüklüğün bir arada gözlenmesi gerekiyor. Bunlardan bir tanesi zaten tüketim oluyor ve büyüme başlıyor. Tüketim olduğu zaman yatırım icap ediyor, üretimin artması gerekiyor. Tüketimi artırıp yatırımı yapmadığınız, üretimi artırmadığınız zaman karşıladığınız tüketim başka ülkelerin üretimiyle gerçekleşen tüketimdir. Dolayısıyla, büyümeniz var, üretim artışınız yok.
Üçüncü düzelme ve gelişme: İthalat ve ihracat arasındaki farkın ihracat lehine artmasıdır. Kendiniz üretmediğiniz takdirde bu sefer ihracatınız azalmakta, nispi olarak düşmekte ve ithalat artmakta, dolayısıyla, buradaki büyüklük de aleyhinize işlemektedir. O bakımdan, bu tür büyümeye "kalitesi bozuk büyüme" deniyor ve Türkiye'de yaşananın da bu olduğu herkes tarafından biliniyor.
Özet olarak, her zaman ifade edilen husus şudur: İthalatla ekonomi yürütülüyor, başkasının parasıyla ithalat yapılıyor ve parası olmayan tüketici kesimler de borçlandırılmak suretiyle bu ithalat sağlanıyor. Yani başkasının parasıyla yapılan ithalat, borçlandırılarak yapılan tüketim ve bu işi seyrederek vergi alan bir hükûmetle karşı karşıyayız. Ekonominin çarklarının özeti netice itibarıyla bu olmaktadır.
Burada önemli bir örnek vermek istiyorum: Bu yapı bizi devamlı daha verimsiz bir dış ticaret yapısına götürüyor. Bu yapı bizi devamlı bozulan bir üretim yapısına, üretimdeki yapısal bozulmaya götürüyor. Bu sürecin sonunda verimsiz ihracat ortaya çıkıyor. Bir örnek vermek gerekirse, 2002 yılında ihracatımızın içinde yüzde 4,7 olan yüksek teknolojiye dayalı ürünlerin payının 2010 yılında 2,2'ye, 2011 yılında da 1,9'a düştüğünü görüyoruz. Dolayısıyla, her zaman daha aleyhe işleyen bir dış ticaret yapısı, her zaman katma değeri düşen bir ihracat yapısıyla karşı karşıya kalıyoruz.
Bir başka nokta değerli milletvekilleri, istihdam konusu. İstihdamın her yıl dalgalanan büyüme rakamlarıyla artıyor görünmesi Türkiye'de istihdamın rakamlar üzerindeki görüntüsünü değiştiriyor olabilir ama istihdamın kalitesini artırmıyor. İstihdamın kalitesinin artması, işe giren insanların işlerinden memnun olması ve işlerini garanti görebilmeleridir. Bu açıdan baktığımız zaman, sağlanmış görünen istihdam dalgalı bir istihdam olmakta, bir yıldan öbür yıla istihdamın kalitesi devamlı bozulmaktadır. Bunun en önemli örneğini 2008-2009 krizinde gördük; 1 milyon 300 bin insanımız işsiz kaldı, bunların 870 bini tezgâh başından, sanayideki üretim yapısından koparak işsizler ordusuna katıldı. Ondan sonraki yıllarda "Düzeldi, sayısı arttı." dediğimiz istihdam inşaat sektöründeydi, hizmetler sektöründeydi, büyük oranda tarım sektöründeydi. Dolayısıyla, bunlar, istihdamdaki kalitenin bozulmasının alametleridir, rakamlardaki düzelme meseleyi halletmiyor.
Buna bir başka örnek vermek isterim: 2009-2010 yılında, Ankara'da Tekel işçilerinin direnişi sırasında, Tekel işçilerine yapılanların hepsi bir tarafa, bunlardan daha vahim birtakım ifadeler kullanılmıştı. Denilmişti ki işçilere: "Sizin razı olmadığınız ücretlerden, dışarıda, çok daha düşüğüne çalışmak isteyen çok sayıda insan var; onun için nazlanacak hâliniz yok." İşte, istihdam kalitesinin bozulması bu demektir değerli milletvekilleri.
Toplumun mutlu ve itibarlı bir üyesi olarak, anayasal hak olan çalışma hakkına kavuşmak yerine, ölmeyecek kadar gelirlerle çalışmaya razı olma konusu; bu konunun her türlü siyasi tartışmanın üzerinde tutulması gerektiğini düşünüyoruz.
İşe giren bir genç "İş sahibi oldum." deyip, evini tutup, düzenini kurabiliyor ve yarınına güvenle bakabiliyorsa işsizlik oranı düşüyor demektir; durum böyleyse Hükûmet haklıdır. Yok, işi itibarıyla diken üstünde oturuyor, geliri itibarıyla muhtaç durumdaysa, işten çıkarılması an meselesiyse o zaman bizim söylediklerimize kulak verilmesi gerekir diye düşünüyorum.
Bu "Düzgündür." diyerek ifade edilen göstergelerden bir tanesi de enflasyon konusu değerli milletvekilleri. Enflasyon konusunda çok özet olarak üç noktaya temas etmek istiyorum. Bunlardan bir tanesi, enflasyonun "düşük" denildiği dönemde yani bu İktidarın yönetiminde, Türkiye'de enflasyon oranları hiçbir zaman Hükûmetin ilan ettiği ve tahmin ettiği oranlar olarak gerçekleşmemiştir. "Yüzde 4" denilmiş, 9 gerçekleşmiş; "5" denilmiş, iki haneli rakamlara çıkmış yani birçok yıl yüzde 100'ün üzerinde şaşmalar ortaya gelmiş ve yüksek enflasyon dönemlerinde olduğu gibi, enflasyon psikolojisi dar gelirli insanların aleyhine işlemiştir.
Zam yapabilecek olan, fiyat dikte edebilecek olan fiyatını yapar, zammını koyar, gerçek enflasyon oranlarının üzerinden hareket ederken talep gücü zayıf olan, ürettiği ürüne fiyat koymakta tedirginlik içinde bulunan küçük işletmeler dâhil olmak üzere herkesin aleyhine işleyen bir enflasyon süreci yaşanmıştır.
Bir başka nokta, enflasyondaki düşme bir başarı olarak takdim edilerek bunun düşük dövizle sağlanan, ucuz ithalatla sağlanan bir gelişme olduğu göz ardı edilmiş ve bununla iftihar edilmeye çalışılmıştır.
Şimdi, enflasyon başkaldırınca "Enflasyon canavarını hallettik." edasıyla sergilenen şövalye tavırlarının, "Enflasyon hortlamak üzeredir." diye yine aynı terminolojiden birtakım sevimsiz ifadelerle itiraf edilmeye çalışıldığını görüyoruz.
Dolayısıyla, enflasyonun geldiği yer çok önemlidir. İktidarın bunu gözden kaçırmaması lazımdır. Enflasyonun geldiği yer, maliyetli üretim yapısı ve yetersiz üretim yapısıdır. Bunları düzeltmeden, düşen enflasyonun sizin elinizden düşmediğini, hangi sebepten düştüyse yine o sebepten yükseleceğini bilmeniz gerekir.
Bir başka nokta, enflasyonla ilgili söylenmesi gereken üçüncü husus, Merkez Bankası enflasyonun en büyük problem olduğunu ifade etmeye başlamıştır. Hükûmet: "Enflasyon ciddi tehlike hâline geliyor." demeye başlamıştır. İş çevreleri zaten işin farkındadır. Dar gelirli başından beri, düşük olduğu söylendiği dönemden beri de bu sıkıntıyı yaşamaktadır. Gözler Merkez Bankasına, tenkitler Merkez Bankasına çevrilmiştir ama görüyoruz ki iktidar, enflasyonun düşürülmesi konusunda kendine düşenleri yapmamak suretiyle, üretimdeki yapısal bozuklukları âdeta teşvik etmek suretiyle Merkez Bankasını bu noktada yalnız bırakmaktadır.
Bir başka husus, göstergelerimizle ilgili, borçlar meselesi değerli milletvekilleri. Borçlarla ilgili devamlı söyledik: Borçlarda azalma yok artış var. İç borçlar yüzde 149 oranında, 2,5 katı oranında artmış. Kamu borçları yüzde 25 oranında artmış. Diğer taraftan Türkiye ekonomisi üreticisiyle, tüketicisiyle muazzam bir borç yapısının altında. Böyle bir ortamda Türkiye'de borçlar üzerinden iyi ekonomik görüntü verildiğini söylemenin sadece bir savunma ihtiyacından ibaret olduğunu söylemek zorundayız. Bakınız, tüketici borçları, hane halkı borçları 2002'de 6,7 milyar lira iken bugün 236 milyar liraya çıkmıştır. 6 milyar lira? 236 milyar lira? "Bu önemli olmaz, gelirine oranı?" derseniz, harcanabilir gelire oranı yüzde 4 iken yüzde 45'e çıkmıştır, 11 katının üzerine çıkmıştır. Tüketicinin tüketim takatinin bittiği, yarınki gelirlerinin bugünden tüketime harcatıldığı bir ortamda ekonominin geleceğiyle ilgili herkesin endişe duyması son derece tabiidir. Tasarruf oranlarının yüzde 12'ye düştüğünden bahisle cari açığın gerekçesi olarak tasarruf oranlarının gösterilmesi gibi bir yanlış izahla da karşı karşıyayız. Bu tavır cari açığın devamlı artacağının en önemli işaretidir. Cari açık düşük tasarruf oranının sonucu olmaktan önce düşük tasarruf oranları cari açığın sonucudur. Cari açıkla yaptığınız ithalatla yere serdiğiniz üretimde faktör gelirleri elde edemeyen ekonomik kesimler, ücret elde edemeyen işçi kesimi, kâr elde edemeyen iş âlemi, kira gelirleri düşen gayrimenkul sahipleri, sermaye gelirleri azalan diğer kesimlerin tasarruf etmeleri kolay değildir. Dolayısıyla, bu yapısal bozukluğun nereden geldiğine bakmadan bunu cari açığın kaynağı yapmak doğru değildir diye düşünüyoruz.
Son olarak, cari açığın doğrudan doğruya kendisiyle ilgili bazı ifadelere dikkatinizi çekmek istiyorum. Türkiye'nin bu kadar büyük sıkıntıya sokulduğunu söylediğimiz her noktada cari açıkla ilgili bir söylemle karşılaştık. İktidar mensupları dediler ki: "Cari açık karşılanabildiği sürece mesele yoktur." Esasen, bu tam bir mirasyedi tavrıdır. "Cari açık karşılanabildiği sürece sorun yok." derseniz, cari açıkla yapılan tahribatları görmez olursunuz.
Bir başka kesim, daha bilgiç bir kesim ortaya çıktı. "Cari açığın finansman kalitesi önemlidir." dendi ve sonuç itibarıyla Türkiye'de cari açık 80 milyar dolara dayandı. 80 milyar dolara dayanan cari açığın yüzde 20'sine yakın kısmını, 16 milyar dolar gibi sarsıcı bir kısmını bu ekonomi "net hata noksan" denen, "nereden geldiği belli olmayan" diye tanımlanan bir kaynaktan karşılıyor.
Değerli milletvekilleri, yönetim nereden geldiğini bilmiyor olabilir diyelim. Peki, bunların nereye geldiğini de mi bilmiyor? Hangi alanlara geldiğini de mi bilmiyor? Dolayısıyla cari açığın bu yoldan karşılanması, sıcak parayla karşılanması, isterse doğrudan sermaye girişiyle karşılansın, mevcut işletmelerimizin satın alınması şeklindeki uygulamalarla karşılanması millî gelirdeki adaletsizliği ve millî gelirin göründüğü kadar vatandaşın refahına yansımıyor olmasını açıklıyor.
Dikkat ederseniz bu yabancılaşmaların sonunda gelinen noktada Türkiye'de birtakım rakamlar yüksek gösterilmekle gayrisafi yurt içi hasılanın gayrisafi millî hasılaya dönüşme oranının zaman içinde düştüğü ve gayrisafi yurt içi hasıla üzerinden hesap edilen millî gelirlerin gerçeği ifade etmediği ortaya çıkıyor. O yüzdendir ki Hükûmet "Biz kişi başına geliri 10 bin doların üzerine çıkardık." dedikçe, vatandaşlarımız "Nerede benim 10 bin dolarım?" demektedirler.
Türkiye ekonomisi bütün bu göstergelerle birtakım açıklamalar ışığı altında değerlendirilebilir ama gözle görülür çok büyük bir sıkıntı konusu vardır. Bu da Türkiye'de ekonomideki strestir, iş dünyasının huzursuzluğudur.
Türkiye'de iş çevreleri huzursuzdur çünkü üretim yapısının nasıl bozulduğunu görmektedir. İş çevreleri, Merkez Bankasının açıklamalarına bakmakta ve telaşı görmektedir. İş çevreleri, Hükûmetin açıklamalarına bakmakta ve telaşı görmektedir. Hükûmetin cari açığı düşürmek amacıyla attığı adımın dövizde ortaya çıkardığı fırlama durdurulamamış, yükselme durdurulamamış ve şu anda herkes olayı sıkıntıyla izlemekte ve Merkez Bankasının rezervleri her müdahalede önemli bir oranda azalmaktadır. Bu bakımdan, Türkiye ekonomisinin bu stresinin değerlendirilmesi konusunda Hükûmetin atacağı birtakım adımlar vardır. Bunları gecikmeden atmasını ve bu konuda düzenlemeleri yapmasını bekliyoruz.
Bakın, 2008-2009 krizinin, bu güvensizliğin ortaya çıkmasında bu krizin zihinlerde yarattığı travmanın büyük etkisi vardır. O tarihte tedbir almak yerine göz göre göre krizi hazırlıksız karşılayan bir iktidarın o dönemde iş çevresine güven vermemiş olmasının bugünlerde büyük etkisi vardır. Söz buraya gelmişken, bu noktada, Milliyetçi Hareket Partisinin, 2009 yılı krizi yaşanırken tedbir almayan Hükûmete rağmen, 2008 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldığı zaman Küresel Krizi İzleme ve Değerlendirme Komisyonu kurduğunu ve bu komisyonun değerli uzman milletvekillerinin muntazam bir çalışma sürecinde, belirli periyotlarla hem kamuoyuna hem iş çevrelerine hem Hükûmete yapılması gerekenleri söylediğini ve bu anlamda tavsiyelerde bulunduğunu ve üzerine düşeni yaptığını hatırlatmak istiyorum. Gerçekten, bu tarihte, 22 Ekim 2008, 5 Kasım 2008, 19 Kasım 2008, 8 Ocak 2009, 20 Şubat 2009, 17 Nisan 2009 ve 10 Haziran 2009 tarihlerinde kamuoyuna bu endişeler, Hükûmete bu tavsiyeler ve iş çevrelerine bazı öngörüler duyurulmuş ve görev yapılmıştır. Ancak, hatırlanacağı üzere o tarihte, Hükûmetin, bu sıklıkta ve bu hassasiyette iş çevrelerinin ve kamuoyunun önünü görmesini sağlayacak çalışmalara ve açıklamalara girmediğini hepimiz hatırlıyoruz. O bakımdan, bu noktada, hem orta vadeli program dediğimiz programın hiçbir öngörüsünün hiçbir yıl tutmamış olması ve geçmişin böyle değerlendirilmiş olması, öbür taraftan yarına yönelik, 2012'ye yönelik tehlike çanları çalarken Hükûmetin hâlâ Avrupa'nın durumuna hayıflanmakla yetiniyor olması kamuoyunda bu stresi yaratıyor, güçlendiriyor.
Değerli milletvekilleri, bütçe değerlendirmeleri konusunda, bütçe denkliği çok önemli bir kriterdir. Bu Hükûmetin de sık sık bütçe denkliği konusuna temas ettiği ve bunun üzerinde durduğunu görüyoruz. O bakımdan önce bütçeyi bu bütçe denkliği açısından değerlendirmekte yarar var diye düşünüyorum.
Bütçe denkliği bizde eğer yaygınlaşmış ve zenginleşmiş bir tabandan alınan vergilerden oluşuyorsa o bütçe zenginlik getirir. Bütçe denkliğini her hâlükârda sağlayabilirsiniz, ne pahasına olursa olsun fakirden vergiyi alır, bütçe denkliğini sağlarsınız ama burada fakirleştiren bütçe ortaya çıkar. Bu noktada, iktidarın yüzde 70'e ulaşmış vasıtalı vergiler yoluyla sağladığı bütçe denkliğinin esasen zenginleştiren mi yoksa fakirleştiren mi bir bütçe uygulaması olduğunu dikkatlere sunmak istiyorum.
Bir başka nokta: Bütçe denkliğinde arızi gelirlere sık başvuruluyor. Bunlardan bir tanesi özelleştirmenin özellikle yabancılara satış şeklinde gerçekleştirilmesi ve buralardan sağlanan gelirle bütçe denkliğidir. Bu yarın için millî gelirin önemli payının dışarıya akması şeklinde olacağı için bu tür bütçe denkliğinin sağlıklı bir yol olmadığını biliyoruz. Bir başka yol, "borçların yapılandırılması" dediğimiz arızi denemedir. Borçların yapılandırılmasına 2009 krizi sırasında ihtiyaç vardı ki küçük işletmelerimiz üretim alanından çekilmesin, esnafımız yerle bir olmasın. O zaman yapılmayıp da bunun seçim döneminde yapılmış olması sadece bütçeye gelir maksadıyla yapılmış olduğunu gösteriyor, bu bakımdan da arızidir. Bedelli askerlik, 2/B uygulaması vesaire, bunları alt alta koyabilirsiniz, bunlar arızi bütçe tedbirleridir ve sağlıklı değildir. Buna dayanan tedbirlerin bir şey ifade etmediğini, geçici olduğunu, sağlıklı bir ekonomi anlamına gelmediğini ifade etmek istiyorum. Bu tür uygulamalara uzmanlar "şapkadan tavşan çıkarma" diyorlar yani bu tedbirlerin köklü ve asıl, esas tedbirler olmadığını ifade etmeye çalışıyorlar.
Değerli milletvekilleri, üçüncü nokta bütçe denkliği konusunda söylenecek olan, cari açıkla sağlanan bir bütçe denkliği veya yüksek cari açığın Türkiye ekonomisine muazzam zararlar verirken, öbür taraftan bütçeye bazı gelirler sağlıyor olması. Nitekim, ithalde alınan KDV'nin 53,9 milyar Türk lirası öngörüldüğünü görüyoruz 2012 bütçesinde. Vergi gelirleri bile 53,8 milyar Türk lirası, yani daha fazla. Dolayısıyla, bütçenin bu anlamda yine sağlıklı bir yolla denkleştirilmediğini görüyoruz. "İkiz açık" diye bilinen cari açık ve bütçe açığının, dış açık ve iç açık şeklindeki açığın, Türkiye'de cari açığın dayanılmaz boyutlara çıkarken iç açığın nispeten düşürülüyor olması, esasen bizde, bütçe açığının cari açığın içine gizlendiği gerçeğini ortaya koymaktadır. Çünkü bütçe açığının düşüklüğü dev bir cari açıkla önümüzdedir. Bu açığı diğer büyük rakamın içinde aramak gerekir diye düşünürüz.
2009 yılı bütçesi 2008 yılı sonunda görüşülürken 10 milyar liralık bir bütçe açığı öngörülmüştü. Bunun olmayacağını, kriz içinde olduğumuzu ve tedbir alınması gerektiğini, "Fakiri kendi hâliyle baş başa bırakmayın." demiş idik iktidara. Bu tedbirler alınmadı, 10 milyar liralık bütçe açığı öngörüldü, 52 milyar liralık açık gerçekleşti. Şimdi 2012 yılının arifesinde "Bütçe açığı 21 milyardadır." denilmesiyle ve bu konuda buradan birtakım övünç payları çıkarılması ile endişemizin gitmediğini, 2009 bütçesini hatırlatma gereği olduğunu ifade etmek istiyorum.
Değerli milletvekilleri, gerçekten bütçenin değerlendirileceği çok nokta var ama zamanım çerçevesinde bir iki noktaya daha temas etmek istiyorum, burayı kısa geçiyorum.
Ancak şunu ifade edeyim: Yüzde 2 ile 4 arasında, yüzde 1 ile 4 dört arasında olacağı kabul edilen bir büyümeye karşılık yüzde 13'ün üzerinde gelir artışı öngörülüyor. Dolayısıyla, Türkiye ekonomisinin, vatandaşımızın gelecek yıl vergilerde çok zorlanacağı bellidir. Hükûmet zamları 3+3 diye bir ayın, bir dönemin düşük görünen tüketici endeksine göre yapıyor ama tahsilatlarını, vergi tahsilatlarını onun 2 katını bulmuş olan üretici fiyatlarına göre yapıyor.
Dolayısıyla, bu bütçenin neresine el atsanız söylenecek çok şey var ama sizlere Türkiye ekonomisinin nerelerde olduğunu söylemek bakımından, bize her gün gelen müracaatları bir şekilde bu kürsülerde her zaman ifade etme fırsatı bulamamış olmamızdan ötürü de size bir tablodan bahsetmek istiyorum değerli milletvekilleri. Şurada elimde, bir iki gün öncesinin, Sakarya'nın bir yerel gazetesinin kupürü var, başlığı var. Bu, gazetenin birinci sayfasından fotokopi. Burada diyor ki: "Köyler icralık" Sayıyor: Bankaların, yabancı?
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Kutluata, süreniz doldu.
Bütçenin ilk günkü müzakerelerindeki uygulamaya paralel olarak gruplarımıza 6'şar dakika -ilk ve son olarak- vereceğim. Dolayısıyla, bu 6 dakikanın 3'ünü şimdi size veriyorum, 3'ünü Sayın Şandır kullanacak. Sizden sonraki konuşmacıların bu sürelere dikkat ederek konuşmalarını yapmaları işimizi kolaylaştıracaktır.
Size 3 dakika ek süre veriyorum, buyurun.
MÜNİR KUTLUATA (Devamla) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Köylerin icralık olduğunu ve yabancı bankaların bol keseden ve dönüm başına yüksek değerle verdikleri paraları toplayamadıklarından şimdi şubeleri olmayan ilçelere hukuk büroları açtığını gösteriyor ve söylüyor. Burada ilçelerimizi saymış: Kocaali, Geyve, Ferizli, Hendek, Taraklı vesaire. Fakat esas önemli olan, biz bu sıkıntının gelmekte olduğunu 30 Ekim 2007 tarihinde dönemin Maliye Bakanına 2008 bütçesi yapılırken söylemişiz, 2009 bütçesi yapılırken söylemişiz ve bir yabancı bankanın veya bazı yabancı bankaların, ilin bazı yerlerinde bazı alanlara çok özel ilgi gösteriyor olmasının takibinin kendilerinin görevi olduğunu söylemiştik; şimdi Sakarya'da durum budur. Bu, borç oranlarını verdiğimiz insanımızın, hane halkımızın, tüketicimizin, çiftçimizin, üreticimizin genel tavrının bir küçük örnekteki yansımasıdır.
Şimdi, değerli milletvekilleri, aynı yerden elimde bir başka vesika var; bu ilçelerimizden Kocaali ilçesinin 40 muhtarı -köy ve mahalle muhtarları, toplamı 40 tane- imzalar atmışlar, mühürler basmışlar ve göndermişler Türkiye Büyük Millet Meclisine, diyorlar ki: "Bu sene fındık ürünü yok, şu kadar perişanız, şu kadar zor durumdayız. Tarım krediye, Ziraat Bankasına ve diğer bankalara -bunları kastediyorlar- borçlarımızın ertelenmesini istiyoruz."
Çok önemli görüyorum bunu çünkü bu muhtarlar zor durumdadır. Muhtarlar, seçim sırasında oyların iktidara kanalize edilebilmesi bakımından "hizmet alamayacakları" şeklindeki ikazlar karşısında vatandaş üzerinde etki kurmaya çalışmak zorunda bırakılmışlardı. Şimdi, vatandaş muhtara "Bizim durumumuz ne olacak?" diyor. Muhtarlar da Meclise başvuruyor. Ama muhtarlar "Bu çiftçimiz daha önceki yıllarda, bol fındık ürünü döneminde FİSKOBİRLİK'in devre dışı bırakılması ve çiftçinin sahipsiz bırakılması sonucu bu borçların altında kaldılar." demiyorlar, "Bugün yokken 7.000 liraya çıkan fındığın o tarihlerde 2.300 liradan satılmasının biriktirdiği borçlardır, herkes sorumluluğunu bilsin." diyemiyor muhtarlar. Onlar bu kadar söyleyebiliyor. Ben de yüce Meclise ve Hükûmete bunu arz etmiş oluyorum ancak kamuoyunun büyük kısmının bu sıkıntılar içinde olduğunu ifade etmeliyim.
Değerli milletvekilleri, bu bütçenin bütün bu eksiklerine rağmen ve daha önceki uygulamasıyla Türkiye'yi arzu ettiğimiz yere getirmemiş olmasına rağmen milletimize hayırlı olmasını diliyor, hepinize tekrar saygılar sunuyorum. (MHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum Sayın Kutluata.