| Konu: | İZMİR MİLLETVEKİLİ OĞUZ OYAN VE 59 MİLLETVEKİLİNİN; GÖREV VE SORUMLULUĞUNUN GEREKLERİNİ YERİNE GETİRMEDİĞİ VE YARGI BAĞIMSIZLIĞININ KORUNMASINDA GEREKLİ ÇABAYI GÖSTERMEDİĞİ İDDİASIYLA ADALET BAKANI SADULLAH ERGİN HAKKINDA GENSORU AÇILMASINA İLİŞKİN ÖNERGENİN ÖN GÖRÜŞMESİ |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 60 |
| Tarih: | 02.02.2012 |
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Değerli üyeler, biraz Ana Muhalefet Partisinin Sayın Sözcüsü ve iktidar arasında yürüyen bir tartışma oldu. Dindarlık meselesi üzerinden, biraz buradan başlayacağım, kendi sesimi kendim ayarlayayım.
Yanlış bir eksen üzerinden yürüyor, adalete buradan gelmek istiyorum. Kur'an'a göre "inananlar" ve "inanmayanlar" diye bir ayrım söz konusu değildir, "dindarlar" ya da "dinsizler" diye bir ayrım da söz konusu değildir, bu imani bir meseledir, bir mücadele hattı içermez, imani bir kategoridir. Kur'an "zalimler" ve "mazlumlar" diye bir hat oluşturur ve mücadele zalimlerle mazlumlar arasında yani hak yiyenlerle hakkı yenenler arasında esasen bir mücadele hattı vardır. Çünkü dinde hiç kimseyi imana zorlayamazsınız ya da terk ettiği zaman alıkoyamazsınız ama açıkça bir ayet vardır: "Ancak zalimlere düşmanlık olur." diyerek bir mücadele hattını belirlemiştir. Peki, bu nasıl olur? Bunun ölçüsü ne? Bunun ölçüsü gerçekten de adalet duygusunu, adaletin bizatihi tecelli edip etmediğini, tezahür edip etmediğini gözlemleyerek olur.
Şimdi, bu gensoru vesilesiyle, Sayın Bakanın şahsı üzerinden ya da şahsi performansı, bakanlık faaliyetleri üzerinden bir konuşma yapmayı gereksiz buluyoruz. Çünkü hepimizin anlaması gereken bir nokta var, o da şu. Bu bir sistem meselesidir. Sistemi bilmeyince Faruk Sükan'ı eleştirirken -rahmetlik, Allah amelince rahmet etsin- onun 3'üncü Ecevit Hükûmetinde de bakanlık yaptığını ıskalamış olmak gerek. Şimdi, ama bu meseleyi bir sistem meselesi olarak görürseniz, bunun şahıslarla kaim bir şey olmadığını da anlarsınız.
Sık sık kullanılan bir kavram var: "Yargının siyasileşmesi". Ben Radikal Yazarı Ali Topuz'dan ilhamla yeni bir kavramsal bakışa işaret etmek istiyorum, o da "Siyasetin yargısallaşması." Bugün yaşanan bütün bu kaotik durumun altında siyasetin yargısallaşması ya da yargısallaştırılması vardır. Bu önce ne demektir? Sonra sonuçları nedir? Niye itiraz etmeliyiz? Bu itibarla birkaç şey söylemek istiyorum. Siyaset ve hukuk ilişkisi çok girift bir ilişkidir, birçok yerden birbiriyle kesişir, birbiriyle düğümlenir.
Yargı, işte bu düğümlenmenin en önemli ayaklarından birisidir. Türkiye'de bu alandaki sorunlar yargı bağımsızlığı çerçevesinde tartışılır. "Yargı bağımsız olmalı, siyaset yargıya müdahale etmemeli." sözü elbette iktidarlar tarafından genellikle yargı bağımsızdır, muhalefet içinse bunun tersi söylenegelir, "Yargının siyasallaşması" başlığı altında bu tartışma sürer gider.
Yargı siyasileşmemeli, evet, bunun tehlikeli olduğu, adalet duygusunu zedelediği, giderek yok edeceği çok açıktır fakat bugün daha tehlikeli bir sorun var, yargının siyasileşmesi değil, siyasetin yargısallaşması. Siyaset yargısallaşırsa ne olur? Yanıt için önce siyasetin ve yargının işleyişine ve imkânlarına bakmamız lazım.
Değerli arkadaşlar, yargı iki sonuçlu bir düzenektir. Genellikle bu yargılamanın tarafı olanlardan birinin mahkûmiyeti ya da beraatıyla sonuçlanır, bu öbür tarafın davayı kazanması anlamına gelir. Yargı için birincil altı çizilmesi gereken mesele budur. Şimdi ya beraat ya mahkûmiyet dedik, hükmün açıklanmasının ertelenmesi ya da işte başka şeyler bu iki seçeneği ötelemez.
Bir de, bir diğer özellik -aramızda değerli hukukçular var- yargı tarihsizdir. Yani, her dava -benzetmek gerekirse- bir maç gibi bir oyun gibi yeniden başlar, daha önce suçsuz olanın şimdi de suçsuz olacağı ya da daha önce suçlu sayılanın yine suçlu sayılacağı gibi bir şey yoktur, yani her davada kendisini yeniden başlatır yargı.
Peki, bunun siyasetle arasındaki fark ne? Siyaset üç sonuçludur arkadaşlar, öyle de olmak zorundadır. Siyasi taraflar savaş gibi, siyasetin silahlı araçlarla yürütülmesi meselesinde bile ya kazanır ya kaybeder ama savaş dâhil her durumda bir sözleşme, bir uzlaşma metniyle durumu bağlamaları gerekir. Parlamenter rejimler, uzlaşma esasını baz alarak iş gören rejimlerdir, aksi hâlde bir savaşa doğru gider. Yani siyasetle yargının arasındaki en temel fark, birinin iki ihtimalli bir sonuç içermesi, diğerinin üçüncü bir sonuca imkân tanımasıdır, yani uzlaşmadır. İşte siz, siyasetin göreceği işi yargıya havale ettiğiniz zaman, yani siyaseti yargısallaştırdığınız zaman bu üçüncü seçeneği kaybetmiş olursunuz arkadaşlar. Böyle bir sistem meselesi olarak görmezsek tıpkı bugünkü Hükûmetin içine düştüğü tutarsızlık gibi ya da bugün Hükûmete bu alandan yüklenen bakış açılarının tutarsızlığı gibi ikisi aynı kantarda tartılabilir. O zaman, sadece aktörlerine itiraz etmiş olursunuz. Meselenin bizatihi kendisine ve dolayısıyla çözüme dair hiçbir şey söylemiş olmazsınız. Bizim buradaki eleştirilerimizden, Sayın Adalet Bakanının da Sayın Hükûmetin de bundan çıkarması gereken sonuç ve derslerin başında bu üçüncü imkânı buraya getirmek meselesi olmalıdır.
Peki, bir umut var mı? Bakıyoruz sadece iktidar partisinin şu meseledeki adalet anlayışına, yani bu tartıştığımız İç Tüzük meselesindeki adalet anlayışına, bu konuda iyimser olabilmek inanın gerçekten güç. Bir buğz ile konuşmuyorum. Olanı biteni bazen tekrar etmek ne kadar abuk olduğunu görmemize yeter. Bir meseleyi biz? Bu topraklar dünyanın en kadim kültürlerini barındıran topraklar, dünyanın en hikmetli adamları buradan çıkmış, medeniyette, dünya medeniyetinde taş üstüne taş kim koymuşsa bu topraklarla bir hısım akrabalığı var. Peki, bu topraklar bu meseleleri nasıl çözmüşler? İki türlü, ortak ederek ve dönüştürerek.
Şimdi, bu meselede iktidarın dışlayıcı, yok sayıcı, muhalefetin her türlüsünün en ufak bir görünür olma vasfına tahammül edememesi bugün yaşanan sorunların, artık öyle bir sarmal hâline dönüşmüş ki, hem sebebi hem sonucu gibi durmaktadır. Mesele ortaklaşılarak çözülür.
İslami referanslara önem verdiğinizi biliyorum. Buradan bir analoji yapmak gerekirse Hacerül Esved vakası gibi yaklaşmalıyız meseleye. Dört kabile o taşı kimin koyacağı meselesinde büyük bir nizaya düşmüştü. Hazreti Muhammed'in meseleyi çözüş biçimi (sallallahu aleyhi ve sellem)'in bugünkü sorunlara örnek teşkil edebilir. Bir bezin üzerine koydu -rivayet- ya kendi hırkası ya başka bir sahabenin hırkası ve o nizanın tarafı olan dört kabilenin temsilcilerine, her birine bir ucundan tutturdu.
Bizim de bugünkü sorunlara getireceğimiz çözüm meselesindeki altın anahtarlardan biri meseleyi ortaklaştırmak olmalıdır. Bunu yapmazsak eğer bu tekleştirici, bu dediğim dedik, bu tahakküm anlayışı, bu otoriterleşme eğilimi inanın iktidarın kendisine de bir hayır getirmeyecektir. Gaybı Allah bilir, geleceği planlayamazsınız, yarın öbür gün bir şey olur -Bu ülkenin tarihi çok yüzde 50'ler gördü- yarın bir bakarsınız ki yeller esiyor bu saltanatın yerlerinde. Ama önümüzde bir imkân var, bu meseleyi çözebilecek bir feraset ve bir temsiliyet var. Bütün sorunların anası bu meselede yaşanan savaştır ve yargıdaki bütün bu operasyonlarda, bütün böyle bir sineklik hâline getirilen, bu ağa kim takılırsa içine alan bu operasyonların temel nedeni de çözümden uzaklaşılan ve gittikçe de daha uzaklaşılacak gibi duran Kürt meselesidir, orta yerde kanayan bir yara olarak durmaktadır.
Bütün Meclisin sayın üyelerine söylüyorum. Burada ölüm haberleri geldiğinde -çok değil bundan iki üç ay önce- hepimiz konuşmalara rahmet dileyerek başlıyorduk. Ne oldu? Kıyametler koptu, bugün -inşallah da böyle devam eder- diyelim ki bu ölüm haberleri seyreldi, iktidarıyla muhalefetiyle bütün Meclisiyle, "Yahu, bu konuda hazır böyle bir serin ortam varken bu meseleye bir el atalım." serinkanlılığı söz konusu değil. Yarın öbür gün yine olacak, yarın öbür gün her çıkan burada rahmet dileyerek başlayacak, büyük kemikleşmeler, büyük incitmeler söz konusu olacak, giderek çözümün önündeki o iklim meselesi alabildiğine kaybolacak.
Şimdi, Adalet Bakanlığı bir teklif getirdi. Bu sözüm muhalefete de ve inanın kimseye böyle buradan bir polemik yaratma şeyim yok, bir çifte standartla malulüz, bunun altını çizmek için. Terörün finansmanının önlenmesine dair kanun. Ben İçişleri Komisyonu üyesiyim aynı zamanda, bize tali komisyon olarak geldi. Öyle bir anlayış gözlemledim ki, gerçekten söylüyorum, böyle incindim yani. Niye? Muhalefet partileri bunun Kürtleri hedeflediğini varsaydılar ve İçişleri Komisyonunda bizim dile getirdiğimiz itirazların birçoğuna katılmadılar. Haklarını yemeyelim, kendilerinin itiraz ettiği bazı şeyler de vardı?
ATİLLA KART (Konya) - Esas olarak karşı çıkıyoruz.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Devamla) - ?ama meselede şöyle bir hadise vardı: Ne zamanki, bu operasyonlar yaygınlaştı, işte sistem meselesi dediğim bu "Bu kalburun içine biz de girebiliriz." duygusu gelip yerleşti.
Eğer bir gensoru verilecekse mesela, bunun en vahim uygulamalarından birisi bu terörün finansmanına dair yasanın getiriliş şeklinde aranmalı. Yarın öbür gün Genel Kurula gelecek. Ne oluyor burada? Yine, esas olarak Kürtleri hedefleyen ama icap ettiğinde bütün muhalefeti de o torbaya atmaktan zerrece imtina edilmeyecek bir yaklaşım. Bütün evrensel hukuk kriterleri yok sayılıyor. BDP'nin belki bir komisyonda değiştirdiği tek madde, o da adına itiraz ettim, büyük bir özensizlik vardı "Terörizmin finansmanı" diyordu yani tıpkı Kemalizmin finansmanı, komünizmin finansmanı, sosyalizmin finansmanı, feminizmin finansmanı gibi bir garabetti. Tercümesine bile özen göstermemişler. Birleşmiş Milletler Sözleşmesi olduğu gibi iktibas edilerek, bu taahhütte bulunan bütün ülkeler tarafından kendi ülkelerinde kanunlaştırılıyor fakat bizde ne yapılıyor? Bizde şu yapılıyor, en vahim olanı: Bir, terörün tanımı o sözleşmede, Birleşmiş Milletler sözleşmesinde bütün detaylarıyla yapılmış, bizde Terörle Mücadele Kanunu'na atıf yapılmış. Biraz kurcalıyorsunuz, niye böyle yapılmış? Bakıyoruz ki, Birleşmiş Milletlerde bir muhalefet şerhi ya da opsiyon anlamına gelen bir beyanda bulunulmuş çünkü Birleşmiş Milletlerin tarifine göre PKK terör örgütü sayılmıyor, savaşan örgüt olarak mütalaa ediliyor. Dünya bu kavramın etrafında bir ortaklık oluşturmuş. Öyle olunca, TMK'ya atıfta bulunuluyor. TMK'nın geldiği şimdiki hâldeki durumuna da bakıyoruz, bundan şikâyet etmeyen hiç kimse yok, Hükûmet dâhil ama uygulamaktan zerrece geri durmuyorlar.
Yeni bir anayasa çalışması içerisindeyiz ama bu yargının, siyasetin yargısallaştırılması meselesinin bizi o iki seçeneğe mahkûm etmesi demek şu demek değil midir; uzlaşmayı yok saymak.
Peki, ne yapacaksınız böyle bir tekçi anlayışla? 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve benzerleri neyi yapmışsa onu yapacaksınız.
Yargıç niteliğine haiz olmayan bürokratlardan kurulan bir kurul mal varlığı meselesini dondurmaya yetkili olacak. Bu kadarı bile, ya bunun, bu ülkede bir iktidarın isterse birinin ocağına incir ağacı dikebileceğini, çünkü "bürokrat" dediğimiz son tahlilde Hükûmetten etkilenen birisidir, ille Hükûmetin adamı olmasına gerek yok.
Üçüncüsü; şöyle garabetler var: Fonun terörist bir faaliyette kullanılmış olma şartı aranmıyor. Yani siz? Bunun anlamı, böyle baktığımız zaman anlaşılmaz bir cümle gibi geliyor. Bunun anlamı, herhangi bir sağlıklı zincirin içerisine bu muhalif olarak bu torbanın içine atılmasını düşündükleri herhangi birisi takılmışsa, bu süreci direkt terörist bir faaliyet olarak niteleyecek.
Tüm muhalif belediyeleri bekleyen bir başka sıkıntı daha var: Kamusal nüfuz kullanımı da bu başlık altında mütalaa ediliyor. Bu ne demek? Bu, siz birini işe almışsanız ve bunun herhangi bir yasa dışı örgütle bir bağlantısı varsa direkt terörü finanse etmiş gibi mütalaa edileceksiniz.
Bunlar, bu ülkedeki adaletin geldiği nokta bakımından son derece ibret verici.
Dink davası dedik. Devletin "Bu konuda örgüt yoktur." demesi, cinayeti devletin üstlenmesi anlamına gelir ama bir nokta kimsenin dikkatini çekmedi. Ceza alan insan, oradaki ceza alan insan bir hamburger firmasına bomba atmaktan ceza aldı. Buradaki bir Ermeni yurttaşın canı bir Amerikan hamburger firması kadar kıymetli değilmiş. Hamburgerciye dokunamazsın ama Ermeni'yi öldürürsün, Kürt'e zulüm edebilirsin, mazlumla uğraşabilirsin anlamına gelir bu.
Peki, nasıl bu duruma geldi? Özel yetkili mahkemeler garabetiyle. 12 Eylül'de sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanmış birisi olarak söylüyorum -bunu buradan söyleyeceğim aklıma gelmezdi, ölsem aklıma gelmezdi- 12 Eylül'ün faşist sıkıyönetim mahkemelerine rahmet okutturacak -yargıçlardan bağımsız, sistemin kendisi- keyfî ve gülünç, giderek yarın öbür gün, bir sürü komik ama trajikomik hikâyenin, filmin konusu olabilecek uygulamalar yapılıyor.
Değerli vekiller, özellikle AK PARTİ'li vekillere seslenmek istiyorum, bugün, KCK davasındaki garabetlere bir bakar mısınız? Ana dilinde, ninnisini söylediği, türküsünü söylediği, annesinden ilk duyduğu dilde savunma yapamıyor, Kürt bundan mahrum bırakılıyor ama Arapça konuşana bu imkânı veriyorlar. Nedir bu buğuz? Nereye kadar gider? İşte, yargının siyasallaştırılması meselesi değil, siyasetin yargısallaştırılması meselesi budur. Sizin siyaseten uğraşacağınız bir alanı yargının omuzlarına yıkmak. Bu da bir bakanın işi ve sorumluluğu değildir, başlı başına bir sistem meselesidir. Bunu, bu Meclis -bu Mecliste yaptığım ilk konuşmada da söylemiştim- barışı getirebilir, buna muktedir. Bunun yolu, tüm bu konulardaki enerjimizi?
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Devamla) - ?toplanıp bu meselede bugüne kadar hiç inisiyatif almamış olan Meclisin bu konuda inisiyatif almasıyla mümkündür. Yeni bir uygulama, "düşman ceza hukuku" diye bir şey var -bu, Nazi döneminde icat edilmiş bir kavram- yapılmakta olan, bu düşman ceza hukuku kavramlarıyla bütün meselelere yaklaşmaktır.
Hepinize saygılarımı sunuyorum, teşekkür ediyorum. (BDP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkürler Sayın Önder.