| Konu: | TÜRKİYE AZERBAYCAN UZUN VADELİ EKONOMİK VE TİCARİ İŞBİRLİĞİ PROGRAMI VE İCRA PLANININ ONAYLANMASINA İLİŞKİN (S.S.33) |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 13 |
| Tarih: | 27.10.2011 |
BDP GRUBU ADINA HASİP KAPLAN (Şırnak) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Barış ve Demokrasi Partisi Grubu adına söz aldım. 33 sıra sayılı Azerbaycan'la yapılacak sözleşme üzerinde konuşacağım. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Öncelikle şunu ifade etmek istiyorum ki: Van depremi nedeniyle en çabuk yardıma koşan dost ve kardeş Azerbaycan halkını burada saygıyla selamlamak istiyorum. Kurtarma ekipleriyle, yardımlarıyla en kısa sürede gelen ülkelerin başında yer alıyorlar.
Bu uzun vadeli ekonomik ve ticari iş birliği programı çok basit, teknik, Dışişleri Komisyonunda görüşülen bir sözleşme veya çok basit bir anlaşma olarak algılayıp "Üzerinde de konuşmayalım, geçsin, teknik sözleşmedir." dersek ülkemizin gerçek sorunlarından da bihaber olduğumuz, Meclisin bu konuda, gerçekten bu çok önemli konularda kendi iradesi dışında sözleşmeler Komisyona, tekniktir, buraya iner, imzalanır, geçer. Bunu şu anlamda söylemiyoruz, yani biz böyle bir sözleşmeye karşı olduğumuzu ifade etmiyoruz. Bilakis dış politika Türkiye'nin geleceğini belirler ve iç politikaya yansımaları vardır, son derece bu önemlidir. Onun için, birkaç gün önce de -24 Ekimdi sanıyorum- Sayın Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev'in de gelip katıldığı İzmit'teki PETKİM'de IPT fabrikasının açılışı vardı, PETKİM'e yapılacak yatırımlarla ilgiliydi. O PETKİM'e yapılacak yatırımlarla ilgili, işte, ithal edilen, körfezden gemilerle gelen ham maddenin yerini dolduracak bir üretim hedefleniyordu ama AK PARTİ İktidarı en çok kâr getiren ekonomik şirketlerin içinde yer alan TÜPRAŞ'ı da PETKİM'i de özelleştirme sonucu, bu kâr eden kuruluşları çok az bir ücret karşılığında özel şirketlere devretti ve arkasından da orada çalışan işçilerin çoğu da maalesef işsiz kaldı.
Şimdi, burada yapılan yatırım tabii ki bizim enerji politikamızla çok yakından ilgilidir. Eğer Türkiye'nin stratejik konumu gereği Kafkasların, Kafkas halklarının ki bu çok değişken bir konumu olabilen, sorunları olabilen, işte, Azerbaycan-Ermenistan ilişkileri, çok yakında Gürcistan'da çıkan iç savaş, Abhazya olayları, Osetya olayları, eğer bunları bir bütün olarak, Azerbaycan, doğal gaz, petrol, enerji olarak değerlendiremezsek ve yine Balkanlarda yaşanan kaynaşma ve aynı zamanda kaynamayı da göremezsek doğru dürüst, Balkanlarda özellikle küresel kriz sonrası Yunanistan'da yaşanan ekonomik depresyonun getireceği istikrarsızlığı göremezsek, Yugoslavya cumhuriyetlerinin bölünüp parçalanmasının ardından koskoca Yugoslavya Cumhuriyeti'nin bölündüğü cumhuriyetlerin içindeki sorunların aşılamamasından kaynaklanan, başta Kosova olmak üzere Bosna-Hersek'te, Sırbistan'da yaşanan birçok sorunu çok iyi değerlendiremezsek ve yine Türkiye'nin diğer üçgeni tamamlayan Orta Doğu'da yaşanan Arap baharıyla beraber gelen rejim değişikliklerini, oradaki enerji akışını, oradaki Katar'dan başlayacak doğal gazın Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı çerçevesindeki paralel bir boru hattıyla taşınmasını, Mısır'dan gelecek olan yeni enerji boru hattının durumunu ve tüm bunların üzerinden Nabucco Projesi'ni ve Türkiye'nin bir köprü olarak enerjide bir geçiş koridoru oluşunu dikkate almazsak ve bütün bunları iyi hesaplayan bir Türkiye olmazsa ve kendi iç sorunları ve doğal afetleri içinde kıvranan ve korkunç bir gerilim yaşayan bir toplum ve sıkıntı girdabında bütün bu çok enteresan bir coğrafyada çok doğru tahliller, tespitler yapmazsak, ülkemizin barışını çok yakından ilgilendirecek bu değişimleri iyi görmezsek çok doğru, sağlıklı sonuçlara da varamayız.
Görülüyor ki ülkemizin en acil sorunu olan silahların susmasını, barışı dahi soğukkanlı, makul, projeli, bilimsel, bütün dünya ve bölge çevreleriyle çerçeveli olarak hâlâ konuşamıyoruz. Hâlâ kendi aramızda kapalı oturumlara geçiyoruz -tabii, giremiyorum oraya ama onun açık oturum biçimlerinin benzerlerini de çok gördük- ve sorunların en büyüğünde çözümsüzlük hep sonuç oluyor. Bu bir kader midir? Yani şöyle düşüneceğiz: Bu durumda, Azerbaycan'la dost ve kardeş bir halk olarak ilişkilerimizi güçlendirirken İngiltere'nin veya Amerika'nın veya Avrupalıların orada kurduğu ekonomik yatırım ve o sözleşmelerin ve o ortaklıkların kaçta kaçını Türkiye yapıyor? Önce bunun hesabını görmek lazım. Eğer İskoç petrol şirketleri Azerbaycan'ın hukuk müşavirliğini dahi alıyorsa, Türkiye'de BOTAŞ'ın da hukuk müşavirliğini alacak noktaya kadar geliyorsa bu, enerji politikasındaki çok ciddi bir zaaftır, yanlıştır. Hükûmetten önceki dönemde de vardı, bu Hükûmet döneminde de aynı yanlış devam ediyor.
Bizim Ermenistan'la açılım ilişkilerimizin Azerbaycan'a yansımaları oldu. Bir Nabucco Projesi hayata geçirilecekti, birdenbire Gürcistan'da bir şeyler oldu. Rusya devreye girdi ve diğer ülkeler devreye girmeye başladı. Bu ilişkiler ağı içinde Türkiye, mevcut durumunu kurtarmak için âdeta kıvranmaya başladı. İşte, bir satranç oyunu gibi bütün bunlar. Bir taraftan Rusya bir hamle yapıyor, diğer taraftan Amerika bir hamle yapıyor ve bu bütün o gelişmelerin odağında "büyük abi" pozisyonunda ve konumunda olan Türkiye ise aslında hep kaybeden oluyor. Yani ekonomik ilişkileri Amerika kotarıyor, Ruslar kotarıyor, İngilizler kotarıyor. Eğer Azerbaycan ekonomisiyle ilişkilerini aldığınız zaman Türkiye'nin bunlardan sonra geldiğini görürsünüz. O zaman dostluk ve kardeşlikte bir sorun olması lazım yani bir eksiklik olması lazım. Bunun daha iyi giderilmesi konusunda çok ciddi bir çalışmanın olması gerekir, yeni bir dış politikanın geliştirilmesi gerekiyor.
Eğer biz dost ve kardeş halklarımızı Kafkaslar'da, Azerbaycan Türklerini, Türki cumhuriyetlerini -ki bu konuda bir tereddüt yok- kucaklayabiliyorsak ve sekiz Türki cumhuriyeti de bir araya geldiği zaman her ne kadar zor da olsa Azerbaycan, Türkiye dışındakiler kendi aralarında Rusça iletişim kurmak zorundalarsa, Rusça anlaşabiliyorlarsa -ki bu Rusya'nın dağılmasıyla, Sovyetlerin dağılmasıyla direkt bağlantılı bir olaydır- ki doğaldır da ben bunu yadırgamıyorum ama Türkiye'nin bu ekonomik yatırım ilişkilerindeki, politikalarındaki iniş çıkışlara bu açıdan dikkat çekmek istiyorum çünkü buradan başlayan yanlışlar Gürcistan iç savaşında komşu bir devletle Türkiye'nin enerji koridoru nedeniyle taraf olma sürecini getirdi bir dönem. Çünkü Avrupa da Türkiye'den gelecek enerji koridoruna mahkûm ve dünyanın doğal gaz ve petrolü -petrolün yüzde 15'i, doğal gazın yüzde 10'u- Türkiye üzerinden geçecek arkadaşlar dünya rezervlerinin ki bu Azerbaycan, İran, Irak ve şimdi de -düşünülen güzergâhları söylüyorum- Katar, Mısır. O zaman bizim Türkiye'nin barışı, Türkiye'nin demokrasisi, Türkiye'nin ekonomik yatırımlarını düşünürken demokrasinin üçlü sacayağını mutlaka beraber düşünmemiz gerekiyor. Birincisi siyasal demokrasi, ikincisi kültürel, çoğulcu demokrasi, üçüncüsü ekonomik ayağı olan ekonomik demokrasi unsurudur. Ekonomik demokrasi unsurunda eğer komşularınızla ve kardeşlerinizle doğru dürüst ilişki kurmazsanız çok kardeşin aile içinde bile çıkar ilişkileri nedeniyle birbirinin boğazına sarıldığı görülmüştür.
Orta Doğu'nun da bu şekilde tahlil edilmesi gerekiyor. Eğer Orta Doğu'daki gelişmeleri, Arap baharını, Suriye'yi, Lübnan'da yaşananları, İsrail-Filistin sorununu, Irak'ta hâlâ bitmeyen çatışmaları, Sünni-Şii kardeş kavgasının hâlâ devam etmesini, 1 Ocak 2012'de Amerika'nın Irak'tan çekilmesi durumunda doğacak boşluğu, bütün bunları birlikte değerlendiremezsek sanırım ki Türkiye'deki tıpkı Kafkas, Türki cumhuriyetlerle kurduğumuz ilişkiler -ki biraz daha ileridir- Irak'ta Kürt ve Türkmen olan kardeşlerimizle beraber Osmanlıdan tarihsel bağları olan Arap kardeşlerimize kadar sağlıklı ekonomi politikaları geliştiremezsek bu küresel krizin Orta Doğu ve dünyayı yeniden dizayn ettiği bir süreçte tıpkı Birinci Dünya Savaşı'nın büyük krizinin ardından nasıl ki Musul ve Kerkük'ü o dönemlerde kaybetmişsek ve nasıl ki 1929 yine ABD kaynaklı bütün dünyayı etkileyen büyük kriz İkinci Dünya Savaşı'nı getirdiyse bu üçüncü küresel kriz aşamasında da doğru dürüst Türkiye'deki iç barışı konuşamayız. O kadar basit değildir. Kardeş kavgası, eşitlik hukuku, özgürlük hukuku, çoğulcu kültürlülük, bunların hepsini bu Parlamentoda konuşabilir duruma, olgunluğa gelmiş bir Türkiye manzarasını bu Meclisin vermesi lazım. Yani kardeşleriyle sorununu bu Mecliste konuşabilmenin gerçekten tahammülünü göstermesi lazım. Yani şurada Meclis olarak Van'da yaşanan afet karşısında nasıl ki hepimiz birden ayağa kalktık, nasıl ki 74 milyon Türkiye ayağa kalktı ve nasıl ki mümkün olduğunca acıların ve afetlerin üzerinde siyaset yapmaya çalışmadıksa herkesin buna uyması gerekir. Eğer bir taraftan bunları konuşurken diğer taraftan da çatışmalar sürüyorsa? Evet bu ülkede insanlarımız ölüyor ve askerimiz ölüyor, polisimiz ölüyor, Türkiye Cumhuriyeti nüfusu vatandaşlığını taşıyan gençlerimiz ölüyor, aileleri burada, anaları babaları burada ve son bir haftada 100 kişi öldü. Bakın Adalet Bakanını aradım. Malatya morgunda 24 kişi var ve hiçbir aile oradaki insanları teşhis edemiyor, 55 kişi var nerden geldiği bilinmiyor, vatandaş mı, örgüt üyesi mi, arada mı kalmış, kim, bilinmiyor. Eğer bu Meclis hakkaniyetli bir görev yapacaksa, eğer DNA'larından tutun da o vatandaşların da anası, babası Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, bu ailenin efradı, büyük Türkiye'nin ailesinin efradı olduğunu düşünüyorsak adaleti işletmek zorundayız. Madalyonun iki yüzü vardır ve bu madalyonun iki yüzünü görecek, bunun kararını verecek olan bu Meclistir. Kendinizi o ailelerin yerine koyun. Demin Millî Güvenlik Kurulu toplantısı vardı. Kazan vadisinde ne olduğunu bilmiyoruz. Üç aylık hava bombardımanı sonucunu bilmiyoruz. Ne kullanıldı, ne yapıldı, ne silah atıldı, neye gelindi onu dahi bilmiyoruz çünkü bir bilgilendirme yapmadı Hükûmet. Bütün bu acıların üzerine Van depremini yaşadık ve şu an hepimizin birinci gündemi bu. Demin telefonla tekrar irtibat kurmaya çalıştım. Çok açık söylüyorum. Eğer Orta Doğu, Kafkaslar ve Balkanlar'da doğru bir politikayı Meclis olarak hayata geçirirsek ayaklarımız sağlam yere basar. Yok, Hükûmet "Ben her şeyi biliyorum", Başbakan "Ben her şeyi çok iyi biliyorum, ben karar veriyorum. Meclise gerek yok, emek ve meslek örgütlerine gerek yok, sivil topluma gerek yok, üniversitelere gerek yok." deyip çıkıp televizyon başına, kendi yandaşı durumuna gelmiş ve üstelik bütün ajanslar da resmî politikanın ve Hükûmetin inisiyatifine girmiş, diyor ki: "Ben Van'ı yıkacağım, yeniden yapacağım." Böyle diyor, yıkacağım yapacağım? Kimin evini yıkıyorsun, malını mülkünü alıyorsun ve kime sormadan yapıyorsun? Hangi mimara, hangi mühendise, hangi aileye, hangi plana, hangi imara, hangi yerel yönetime, hangi şehirciliğe, hani, nereye soracaksın?
Ağrı Valisini alıyorsun -Van Valisi yetersiz belli ki- Erciş'e yedek vali olarak gönderiyorsun. Ama bugün soruyorum: Bugün dahi hâlâ belediye, yerel yönetimler ve Valilik, merkezî idare arasında merkezî otorite, merkezî kriz çalışması yapılmamış. Hâlâ 25 tane köye hiç gidilmemiş şu an.
Şimdi, ben bunu söylerken şu duyarlılığı, komşu kardeş halkların gösterdiği duyarlılığı herkesin göstermesi gerektiğini söylerken şunu söylemek istiyorum: Biraz teraziyi vicdan, insaf, izan noktasından almak istiyorum.
Sayın Başbakanım çıkıyor, diyor ki acılar üzerinden: "BDP'li belediyeler ne yapıyor? Çok iyi yürüyüş yapıyorlar." Vallahi, BDP'li belediyeleri bilmeyen yok; hepsini tutukladınız, cezaevine koydunuz arkadaşlar. Cizre Belediye Başkanını tutukladınız, yetmedi; vekilini tutukladınız, yetmedi; vekilin vekilini tutukladınız, yetmedi; o vekilin 2 vekilini tutukladınız, cezaevine koydunuz ama Cizre halkı, Silopi halkı, Şırnak halkı, bütün belediye başkanları ve belediye meclisleri içeride olmasına rağmen, ilk on tır kamyonunu getirecek onurlu ve kardeşçe duyguyu hayata geçirdiler.
Şimdi, benim belediyelerim içeride, cezaevinde. Buna rağmen "32. Gün" programının arkasında Cizre Belediyesinin kepçesi çalışıyordu. Bu -birilerinin- görmezlikten gelen medyaya da bir tokattır, yandaş medyaya da bir tokattır,candaş medyaya da ama gerçekleri saptıranlara da.
Oraya yardıma koşan bütün kardeşlerime, ülkücülerden devrimcilere, İslamcılardan herkese, sivil toplumdan bireylere, bu konuda, hani Nemrut'un ateşini söndürmek için gagasında bir damla su taşıyan kırlangıcın hareketiyle ayağa kalkmış Türkiye'nin bu onurlu birlik ve dayanışması karşısında, gagalarındaki bir damla suyla o ateşi söndürmeye çalışan bir halkın yüce duruşu karşısında Meclisin bu kadar çaresiz ve atıl kalmasını, bu kadar dışlanmasını, bu kadar ötelenmesini ben kabul edemiyorum. Komisyonlarımız var, üç tane muhalefet partisi var.
Sayın Başbakan, afet Van'ı yıktı, sen de yıkmak mı istiyorsun? Bir yılda nasıl şehir kuracaksın? Bu Meclis bunu konuşmak için değil mi? Mühendislerine soracaksın, komisyonlarına getireceksin, istediğin gibi konuşacaksın, katkılarını alacaksın ve ondan sonra Van'la ilgili yeni bir şehir kuracaksan 74 milyonun gücü on tane Van kurmaya yeter de artar bile onların o azim ve birliği. Bu birliğin karşısında bu kadar çaresiz ve zavallı bir siyasetin içine düşüp küçük hesaplarla, kapris ve heveslerle böylesine zamanlarda bile, meydanlarda olduğumuz, halkla beraber olduğumuz bir anda bile, yani bize alışkanlık hâline gelmiş eleştiriler ve saldırılar karşısında Van halkının vicdanına, Van halkının mağduriyetine, şu an yağan kara, kışa?
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
HASİP KAPLAN (Devamla) - Hepimiz elimizi vicdanımıza koyup ona göre çalışırsak daha faydalı oluruz.
Teşekkür ederim.