| Konu: | CEZA VE GÜVENLİK TEDBİRLERİNİN İNFAZI HAKKINDA KANUNDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN TEKLİFİ |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 100 |
| Tarih: | 26.04.2012 |
BDP GRUBU ADINA SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) - Sayın Başkan, kıymetli arkadaşlar; biraz önce CHP'li arkadaştan duyduk, 1'inci madde üzerinde bir düzenleme söz konusu olacakmış. Ben biraz genel adalet kavramı üzerinde konuşmak istiyorum bu vesileyle çünkü meselenin özü tam da burada yatıyor.
Toplumlar tarih boyunca ortak iyilik kavramları üzerine inşa edilirler. Erdem, ahlak, adalet; bunlar böyle ağzımızdan çıktığı şekilde kolaycacık karşılığı olan şeyler değildir. Bakınız, adalet konusundaki sıkıntılar özellikle Doğu medeniyet tarihinde çok büyük bir yer tutar. Bütün kutsal metinlerde ağırlıklı kıssalar buna aittir. Kur'an-ı Kerim'de "Ahsen el kasas" denilen, Hazreti Yusuf'un hikâyesi vardır. Bu, o kadar önemlidir ki bütün kutsal metinlere girmiş ve tamamen adalet ve adaletsizlik yer değiştirdiğinde neler olabileceğini, nasıl derin izler bırakabileceğini gösterir bize.
Şimdi, bu Meclis oy birliğiyle darbeleri araştırmaya karar verdi. Peki, bir dönüp hatıramızı, toplumsal hafızamızı hep birlikte bir yoklayalım. Kalbî bir konuşma yapacağım, gerçekten siyaset bunun içinde çok az yer alacak.
İstiklal mahkemesi, onu takiben 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, arada daha adını unuttuğumuz irili ufaklı bütün darbelerin toplumsal hafızamızda ve vicdanlarımızda bu denli kara bir yer teşkil etmesi, üzerinde en kolay uzlaşabilinen mevzular olması nereden kaynaklanıyor sevgili arkadaşlar? O dönemlerde adalet duygusunun yitirilmiş olmasındandır.
Bakınız, tüm bu dönemlere ait anlatılan bütün adaletsizlikler iki noktada odaklanır: Birisi mahkemeler, diğeri cezaevleri. Yani özünde gelir, yargılanan insanın yargılanması ve daha sonra bu cezanın infazı sürecinde yaşanan adaletsizlikler, bunun toplum hafızasında ebediyen mahkûm edilmesine yol açar. Peki niye böyle olur? Hâkimlik, tanrısal vasıflardan birine soyunmak, buna ortak olmak demektir. Yani bir insan hakkında karar vermeniz, hüküm vermeniz, hüküm tesis edilmesi Allah'ın sıfatlarındandır ama bunu hâkim kullanır ve kaderini değiştirir.
Şimdi, bütün bunlar yapılırken gösterilmeyen dikkat, o günün toz duman bulutu içerisinde geliştirilen hoyratlık, sonradan çocuklarınıza, torunlarınıza bir utanç olarak yansır. Bu ülkede de cezaevlerini, tutukluları ve mahkûmları yargılama sürecinden ayırmak mümkün değildir. Buradaki sıkıntılar müteselsilen cezaevlerine kadar devam ediyor. Hatırlayalım bu darbe dönemlerini. Bu darbe dönemlerinde sivil yargıçlar görev yaptılar. Sicil amirleri askerler oldu bunların, sıkıyönetim komutanları oldu ve bunlar "adalet" kavramına takla attıracak kararlarla tarihe geçtiler ve tüm darbe tarihlerinde hayırla anılan bir tek mahkeme, bir tek heyet, bir tek yargıç, bir tek savcı yok. Peki, ne oldu ondan sonra? Bunlar herhangi bir öz eleştiri vermediler. Nispi olarak demokrasiye dönülen zamanlarda bunlar sanki hiç böyle bir sürece alet olmamışlar gibi, hiç böyle bir süreçte adil olmak, yargıç olmak, bağımsız olmak gibi hususiyetleri rafa kaldırmamışlar gibi hayatlarına normal devam ettiler.
Bu ülkede bağımsız bir yargı bugünün meselesi değildir. Bu ülkede "yargı" dediğimiz ve "yargıçlık" dediğimiz kurumlar hep askerî darbelerle sakatlanmıştır ve bu konuda, ne kendisine ne de topluma karşı herhangi bir hesap vermediği için de bu kamburları sırtında taşıya taşıya bugünlere kadar gelmiştir. Şimdi, içinde yaşanılan günlerde bu görülmez. Bugün, özel yetkili mahkemelerin kararlarına dair oluşturulan hikmet gerekçeleri geçmişte de sıkıyönetim mahkemelerinin kararları için oluşturuluyordu ve toplumda o gün esen hava, sanki bunlar olmazsa toplumda büyük kargaşalara yol açılacakmış gibi bir algı yönetimi ile yönetiliyordu süreç. Şimdi, bugün yaşanan günler, bugün yaşanan süreç böyle bir tarihselliğin eseridir ve biz, bununla bir türlü topyekûn bir hesaplaşmaya, bu konuda insani kriterleri, evrensel hukuku ya da insanlığın bugüne kadarki kadim biriktirdiklerini baz almayı hiç tercih etmedik. Bunu hiçbir siyasal iktidar yapmadı. Bugünkü iktidarla sınırlı bir şey değil. Niye? Kendi şahsi hayatımdan örnek vereyim. Geldim elli yaşına. Hassas günlerden geçilmeyen bir tek gün hatırlamıyorum ben. Vatanın bölünmesi, bütünlüğümüzün tehlikeye girmesi tehdidinin azaldığı bir tek gün hatırlamıyorum ve bütün bu zulümler, bütün bu hukuksuzluklar, bütün bu yaşanan günlerin hassasiyeti gerekçe gösterilerek yapılan ihlaller bir şekilde bu gerekçelere bağlandırılarak adalet duygusu sakatlanıyor.
Adalet, korkularımızın ve kaygılarımızın üzerine inşa edilecek bir şey değildir. Bunun, adaletin bambaşka bir terazisi olmak zorundadır. "Burada cezaevlerinin durumunu tartışıyoruz. Toplumda niye bu kadar hassasiyet oluşturuyor?" sorusunun cevabı, bu taa yargılama sürecinden başlayan sıkıntılarda yani o verilen hükmün toplumsal vicdanda bir türlü adil olduğu konusunda, yerinde olduğu konusunda, karşılığı olduğu konusunda bir inanç ve iman oluşturmadığı için. Ne yapıyoruz ardından? Bir hukuk ilkesini zorlayarak yaptığımız düzenlemeleri yine bir hukuk ilkesini zorlayarak salıvermenin ya da değişik infaz koşulları yaratmanın arayışıyla geçiriyoruz. Oysa bütün bunlara kesin bir çözüm bulunabilir; o da iki kelimede saklı: "Yargının bağımsızlığı."
Şimdi, cezaevlerinde 130 bin dolayında hükümlü ve tutuklu var. Biz de BDP'li vekiller, aşağı yukarı -Sayın Adalet Bakanı da tanık- normal yasama faaliyetimizin önemli bir kısmı cezaevlerindeki hak ihlallerini, yakınmaları, şikâyetleri izlemek ve dinlemekle geçiyor. Hukuk devleti, bir norm devletidir. Böyle olmak zorundadır. Bir türlü iki cezaevinde birden aynı anda uygulanan bir adillik yok. Sıkıntı söz konusu olduğunda diz boyu. Sebebi gayet basit aslında çözüme gönlünüzü indirdiğinizde. O da şu: Siz öyle bir korkutmuşsunuz ki, öyle bir ucube yasalar ve yönetmelikler silsilesi oluşturmuşsunuz ki infaz koruma memuru, cezaevindeki görevli diğer memurlar, cezaevi savcıları, kanunu mahkûmun ya da insanlığın hümanist şekilde yorumuna korkar duruma gelmişler çünkü ekmeğinden olma, soruşturma, kovuşturmaya uğrama tehlikesi var.
Yasa dediğinde, başta da belirttiğim gibi, burada hep kaygılar ve korkular üzerine inşa edildiği için, cezaevleri ceza içinde ceza çektirilen bir toplama kampı hüviyetini almış durumda. Hâl böyle olunca, bir hukuk devletinde bazen saçmalıklar şöyle test edilir: Biz bunu yabancı bir dile tercüme ederiz. Bir an için kendinizi bunun yerine koyun. Bir yabancı dile tercüme etseniz, bizim ülkemizde Ceza İnfaz Yasası var fakat bazı tutuklular için istisna getirebiliyoruz. Suçun niteliğine göre mi? Hayır, şahsın niteliğine göre. Bunu tercüme ettiğinizde, demokrasiden ve hukuktan nasibini birazcık almış birisi yüzünüze anlamaz bir ifadeyle bakar. Niye böyle olsun? Adillik -tekraren ve altını çizerek söylüyorum- bu konudaki en şaşmaz ve en veballi ölçüdür.
Şimdi, bir insan hakkında hüküm tesis edildiği andan itibaren fazladan bir buğuzla yaklaşamazsınız. O hüküm tesis edilmiştir, çerçevelenmiştir, olurları, olmazları bellidir, artık onunla siz de o mahkûm da bağlıdır. Fakat her gün her gün, yine bu kaygı ve kuşkularınıza iman ederek, acaba şunu yaparsak böyle mi derler ya da bunu yapmazsak böyle mi derler korkusu ve kaygısıyla kendimizi insanlık ailesine madara etmekten başka hiçbir sonuca varamayız. Bugün İmralı'daki düzenlemeler ya da yapılması düşünülen düzenlemeler esas olarak böyle bir kaygı ve korkunun ürünüdür. Oysa, biz, içinde "adalet" geçen her şeyde bu tür şeyleri tamamen unutmalıyız. Çok sık söylenir, ben de söyleyeyim: O adalet simgesinin gözünün bağlı olması bu sebeptendir. Adalet bu anlamda kör olmak durumundadır.
Şimdi bu düzenlemeleri yapıyoruz. Evet, 1'inci maddeden imtina edilirse hayırlı bir düzenleme fakat ölümü gösterip hastalığa razı etmek gibi de bir yanı var. Uzun yıllar cezaevinde yatmış, içeriyi iyi bilen birisi sıfatıyla konuşuyorum. Şimdi de aşağı yukarı her hafta bir cezaevini ziyaret eden bir vekil sıfatıyla konuşuyorum. Cezaevinde, en az, bu hasta yakınlarıyla konuşmak ve ölmüş olan yakınlarının cenazesine katılmak kadar mühim bir şey daha var: Hasta tutuklular meselesi. Bugün, sayısı 400'e yaklaşan, Allah acil şifa versin ama ölümcül bir hastalıkla boğuşan mahkûm ve tutuklular var cezaevinde. Sayın Adalet Bakanı bunlara çok muttali. Bir hakkını da teslim etmek zorundayız yani bir şekilde haberdar ettiğimizde seferber oluyor, bir şeyler yapmanın yollarını arıyor fakat kanunu o kadar abur cubur bir vaziyete getirmişiz ki yarın öbür gün insani bir mülahazayla yaklaşılan bir şeyde yarın öbür gün yargılanmamak işten bile değil. Dolayısıyla sorun, sistemi bu anlamda bir gözden geçirmekte.
Siz, adalet duygusunun bu kadar hırpalandığı, neredeyse normal demokrasiyle bir gün geçirilmeyen ve sivil yargıçların ve yargı sisteminin ilk olarak darbeye ve darbecilere iltihak ettiği bir yargı tarihinde, insanların, ölümcül hastalıkla boğuşan insanların iki hakkını tanımak zorundasınız: Bir şifa hakkı, iki vedalaşma hakkı. Allah geçinden versin fakat mevcut tıbbın "Bu artık... Yani bunun işi mucizeye kaldı." dediği vakalar var, bunun mevcut -hele bu kadar sıkıntılı bir zincirin içerisinde- dostuyla ahbabıyla, anasıyla babasıyla, evladıyla bir vedalaşma hakkı vardır.
Sürece bakıyoruz, Sayın Adalet Bakanı da gönlünü yatırsa, bütün kabine de seferber olsa, bizim 1 hastayı bu hukuki hakkından faydalandırmamız neredeyse imkânsıza yakın. Azrail'in hızına yetişmek mümkün değil bu konuda. Çünkü yasa inanılmaz bariyerlerle ve Adli Tıp Kurumu gibi, artık, neresinden düzeltileceği belli olmayan -hakaret etmek istemiyorum ama- bir hilkat garabetiyle karşı karşıya bırakmış.
Sayın Adalet Bakanının ve iktidarın yanıldığı bir önemli nokta var: Amaçla araç bu topraklarda çok çabuk yer değiştirir.
Şimdi, bunlar söylendiğinde çözüm olarak hatıra şu geliyor: Efendim, bu hastaların içeride tedavi edilebilmelerine cevaz verecek kampüsleri ihaleye çıkaracağız. Bu, sadece bir enstrümandır. Bu, karşınızdakinin insan olduğunu, bunların anası babası, çoluğu çocuğu, eşi dostu olduğunu unutmaktır. Adalet duygusu böyle sarsılır. Vaktinde pasaport verilmediği için, vaktinde tedavi hakkı tanınmadığı için -darbe dönemlerinde- hayatını kaybeden insanların çoluğu çocuğu bir tek gece onlara beddua etmeden yatmıyorlar. Adalet duygusu sarsılırsa, oradan yükselecek intizarın, ahın ateşi hepimizi yakar. Sadece yetki sahibi olmamız gerekmiyor. Uğraşmadığımız, kendimizi beri tuttuğumuz, uyarmadığımız, gayret göstermediğimiz meselelerden de tarih önünde mesul tutulacağız. Bunun bir tek yolu var: Bu konudaki buğuzlarımızı bir kenara bırakmak, insan ve hukuk gibi şaşmaz iki teraziye koymak bunu.
Şimdi bakıyoruz -tek tek saymakla bu konuşma süresi yetmez ama- cezaevlerinde anlamak mümkün değil, ben de acze düşüyorum; mesela Tekirdağ'da 1 No.lu ve 2 No.lu Cezaevi var. Birinde rutin bir cezaevi işleyişi var, bir diğerinde şikâyetler ayyuka çıkıyor. Şimdi böyle olunca dönüp diyemiyorsunuz, yani oradaki infaz koruma memurlarının hoyratlığı falan, bunlara yüklenemiyorsunuz. Mesele, mevzuatın, bu konudaki yönetmeliğin hümanist bir şekilde, insan lehine yorumlanmasından imtina etmek, korkmak. Buna da sebep sistemin ta kendisi.
Onun için, bu vesileyle, 12 Eylüle dair bir şey anlatmak istiyorum. Özal'ın ilk çıkardığı infaz yasasını sayın Adalet Bakanlığı yetkilileri iyi hatırlarlar. O infaz yasasında? Yine önce bir anayasa yaptılar "Bunlara af getirilemez." diye. Bir baktılar ki memleketin yarısı içeride. Bir kere de Anayasa'yla kendi korkularına böyle iman etmişler! "O zaman ne yapacağız? Bir infaz yasası çıkaralım?" Bakın işte, bir hukuksuzluğu başka bir hukuksuzlukla telafi etmeye çalışma. O zaman da bir ortaya çıktı ki, faşist cuntanın hapishanelerinde disiplinden ceza almamış kimse kalmamış. Ben sadece iki üç yıl aldığım cezadan başka disiplin cezaları almıştım. Ne? Açlık grevi. Ne? Emre itaatsizlik. Bunun gibi şeyler. Özal şöyle bir şey yapmak zorunda kaldı: On bir ay gözetime tabii tutulacaklar, bu süre zarfında bir şey yapmazlarsa bu suçlar yok hükmünde sayılacak.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum Sayın Önder.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Devamla) - Bitiriyorum Sayın Başkan.
Kıymetli arkadaşlar, şimdi de cezaevlerinde disiplin suçları çok gelişigüzel, çok hoyratça ve neredeyse cezayı geçecek bir hâl almış durumda. Sorumlusu yine sistem. Bu vesileyle bunu düzenlerken bu konuda köklü bir düzenlemede yine bugünkü iş birliği ve gönül birliğine benzer bir tavrı göstermekte tarihe karşı sorumluluklarımız bakımından büyük fayda vardır.
Teşekkür ediyorum, saygılar sunuyorum. (BDP sıralarından alkışlar)