GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: (10/236, 237, 238, 239) NO.LU ÜLKEMİZDE DEMOKRASİYE MÜDAHALE EDEN TÜM DARBE VE MUHTIRALAR İLE DEMOKRASİYİ İŞLEVSİZ KILAN DİĞER BÜTÜN GİRİŞİM VE SÜREÇLERİN TÜM BOYUTLARI İLE ARAŞTIRILARAK ALINMASI GEREKEN ÖNLEMLERİN BELİRLENMESİ AMACIYLA BİR MECLİS ARAŞTIRMASI AÇILMASINA İLİŞKİN ÖNERGELERİN ÖN GÖRÜŞMESİ
Yasama Yılı:2
Birleşim:93
Tarih:11.04.2012

AK PARTİ GRUBU ADINA SELÇUK ÖZDAĞ (Manisa) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; darbelerle ilgili Meclis araştırma önergemiz hakkında AK PARTİ Grubu adına söz almış bulunuyorum. Yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum.

Eğer şeref kavramı üzerinde siyaset yapacaksak, evet, askerî darbeleri takbih etmek şerefli bir olaydır. Askerî darbeleri desteklemek şerefsizliktir ama 28 Şubat postmodern sivil darbeyi desteklemek de şerefsizliktir efendim. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

Değerli milletvekilleri, 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte yedi yıl cezaevinde yatmış, hücrelerde tecrit edilmiş, otuz sekiz gün aralıksız işkencelere tabi tutulmuş, istikbali elinden alınmış ve bugün idamla yargılandığı şehirden milletvekili olarak karşınıza gelerek konuşan bir arkadaşınızım.

Seksen sekiz yıllık cumhuriyet tarihinin son elli yılı darbeler tarihidir; 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan muhtıra ve darbeleri Türk demokrasisine ve Türk ekonomisine çok ama çok büyük zararlar vermiştir.

Bu topraklarda ekonomisi ve siyasi istikrarı orta ölçeğin altında hiçbir devlet yaşayamamıştır. Buna imparatorluklar da dâhildir. Bizans, Roma, Selçuklu ve Osmanlı örneklerini verebiliriz. 1923 yılında kurulan Türkiye  Cumhuriyeti bu topraklarda tutunmak için eğitime, ekonomiye, cumhuriyete ve demokrasiye önem vermiş fakat iç ve dış egemen güçler Türkiye Cumhuriyeti devletini her alanda geliştirmemek için darbelere tevessül etmişler, kamplaştırmışlar, kutuplaştırmışlar, kin ve nefret tohumlarını ekmişlerdir; mezhepsel, etnik ve ideolojik olarak bizi farklılaştırmışlar ve bu şekilde orta ölçeğin altına düşürmek istemişlerdir.

Darbeler Türk demokrasisinin ve ülkemizin yakın tarihinin karanlıkta kalmış dönemleridir. Millet adına ve milletin huzuru adına yapıldığı iddiasıyla gerçekleştirilen darbeler sağ veya sol görüş fark etmeksizin binlerce insanımızın cezaevlerine kapatıldığı, idam edildiği, işkencelerin yapıldığı ve istikballerinin ellerinden alındığı zulüm dönemleridir. Sözde toplumsal huzuru tesis etmek amacıyla gerçekleştirilen darbeler aynı zamanda Edirne'den Ardahan'a kadar bütün olarak ülkenin açık hava hapishanesine dönüştürüldüğü, hiç kimsenin düşüncesini özgürce ifade edemediği, hatta düşüncenin, bilginin ve dahi gelişmenin evrensel unsurları olan kitapların suç unsuru sayılması nedeniyle darbecilerin korkusuyla yakıldığı karartma dönemleridir.

Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin şanssızlığı üzerinde yaşadığımız coğrafyasından kaynaklanmaktadır. Bu coğrafyada itibarını, toplumsal desteğini kaybetmiş bir orduyla  tutunmak mümkün değildir. Onun için, darbe eleştirileri hep askerin itibarıyla ülkenin geleceğini düşünen bir çerçevenin içinde kalmıştır. Aslında her darbe eleştirisini genelleme yaparak Türk Silahlı Kuvvetlerinin kurumsal kimliğiyle özdeşleştirmek zaten mümkün değildir. Bu coğrafya ne itibarsız bir orduyu ne de darbeci bir orduyu kaldırır, ikisi de Türkiye'nin intiharı olur. Ancak sadece askerin itibarı korunarak demokratik düzeni korumak mümkün değildir. Parlamentonun, siyasi partilerin itibarı da en az askerin itibarı kadar hatta daha fazla önemlidir.

Demokratik düzenin yaşatılması, yasa dışı toslamalara karşı korunaklı hâle getirilmesiyle mümkündür. İtibarsızlaştırılmış bir Meclis toplumu yönetme, problemleri çözme güç ve kudretini kendinde bulamaz. Parlamentoyu hırpalayarak siyasetçiyi, itibarsızlaştırarak demokratik düzeni yaşatmak imkânsızdır. Bu tür davranışlar darbecilerin ekmeğine yağ sürer. Asıl itibar kırıcı unsurun dışarıdan yapılan eleştirilerden ziyade yasa dışı unsurlar karşısında gerekli arınma ve temizlenme mekanizmalarını işletememekten kaynaklandığını unutmamalıyız. 1960'dan beri üç darbe, bir o kadar muhtıraya tanık olduk, demokrasi defalarca kesintiye uğradı. 

Elli yıl, bir millet hayatında çok küçük bir zaman dilimini ihtiva eder. Bu kadar kısa sürede bu kadar çok yasa dışı müdahaleye muhatap olmak, darbelerin analizini asker psikolojisini aşan bir zeminde yapmayı gerekli kılıyor. "Bir kurumda niçin bu kadar darbeci çıkıyor?" sorusu, "Bu askerler niçin darbe yapmayı düşünüyor?" sualinden daha anlamlıdır. Çünkü o askeri, o düşünceye sevk eden zemini anlamak bu kurumsal yapının sorgulanmasından geçer.

Gelişmiş ülkelerin de orduları var, generalleri var, başarılı kurmayları var ama bu ülkelerde kimse durumdan vazife çıkarıp millî iradeye müdahale etmiyor, kimse toplumsal eğilimleri küçümsemiyor, kimse halkına şüphe ve tereddütle bakmıyor; psikolojik yönelimlerinde bozukluk olanların yönelimleri hiçbir zaman toplum için tehlike olacak boyutlara ulaşmıyor, bireysel tepkileri toplumsal zeminini bulamıyor çünkü kurumsal yapı bu tip reaksiyonların kuruma sirayetine müsaade etmiyor.

Bizde öyle mi? Birisinin kafası bozuldu mu sâri bir hastalık gibi herkese bulaşıyor, kişinin hastalığı kurumun hastalığı ve zaafı hâline gelebiliyor. Kurumsal konum, bu tür eğilimlerin önünü alacağına bunları tahrik ediyor. Bireysel bir sorumluluktan söz edebilmek için, öncelikle o kurum, bu tür yasa dışı iş ve eylemlere cevaz vermemelidir. Bugüne kadar yapılan darbelerden dolayı açık ve net tavır koyarak "Her türlü darbeye karşıyım." demesi gerekir. "Biz 28 Şubatın arkasındayız." diyen bir kurum, kurumsal olarak eleştirilmeyi hak eder. (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Onun için, "Bazı generaller?" diye başlayan darbe eleştirileri doğru değil. Sık sık, o bazı generalleri yetiştirip millete musallat eden zemini sorgulamak zorundayız. Darbeyle mücadele, sadece birkaç darbecinin takbih edilmesi, yargılanması demek değildir. Darbelerle mücadele, o darbecileri yetiştiren sosyal, kültürel, siyasal ve kurumsal zeminin sorgulanması ve kurutulmasıdır. Bizim sorunumuz zihniyetle, darbeci zihniyetledir ve bugün yapmak istediğimiz de budur.

Değerli milletvekilleri, 1960'da seçilmiş bir iradeye karşı bir avuç cuntacı darbe yapmış, Başbakan, bakanlar, milletvekilleri cezaevlerine gönderilmiş, işkencelere maruz kalmışlardır. On yıl bu millete hizmet etmiş olan Başbakan Adnan Menderes, bakanlar Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan darağaçlarına gönderilmiş ve binlercesi de kör kuyulara atılıp merdivensiz bırakılmışlardır. O kadar ki, on yıl bu devlete Başbakanlık yapmış Adnan Menderes cezaevindeyken millete hizmet aracı olan siyasetten nefret eder hâle getirilmiş ve Yassıada'da şunu söylemiştir: "Bir çıksam buradan, bir çıksam. Çine Çayı'nın yanına gitsem, söğüt ağaçlarının altında bir uzansam, derin ve deliksiz bir uykuya yatsam." deme lüzumunu hissetmiş ve "Bir daha siyaset yapmayacağım." deme noktasına getirilmiştir. Hesabı sorulmayan her darbe bir sonraki darbenin tetikleyicisi olmuştur.

Değerli milletvekilleri, darbelere karşı hukuk işletilebilse, siyaset kurumu şahsiyetli bir duruş ortaya koyabilse bugün Türkiye bulunduğu yerin çok ilerisinde olurdu. 12 Martı yapanlar 27 Mayısı yapanların sanık sandalyesine çıkarılmamasından cesaret aldılar; 12 Eylülü yapanlar 12 Martı yapanlardan hız aldılar; 28 Şubat, 27 Nisan hep aynı hesap soramayan siyaset kurumunun pısırıklığından cesaret aldı. Türkiye 27 Mayısı yapanları sanık sandalyesine çıkarabilme cesaretini gösterebilseydi, bugün milleti canından bezdiren darbeler dönemi çoktan kapatılmış olacaktı.

Darbecilerden hesap sormak, demokrasiyi tahkim etmenin birinci şartıdır. İyi darbe yoktur, ne yaparlarsa yapsınlar bütün darbeler kötüdür. Millete "Sen rüşdünü ispat edemedin, biz senden daha iyi düşünürüz." diyerek, bu gerekçeyle darbelere meşruiyet kazandırılmak istenilmiştir. Darbelerle mücadele etmek de bir yoldur, şapkayı alıp gitmek de bir yoldur, en kötü yol "Şapkamı onlara bırakmadım." diye övünmektir. Bazıları şapkasına sahip çıktığı kadar, milletin hukukuna sahip çıkamamıştır. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

Elli yıldır yapılan darbelerin gerekçesi ya kardeş kavgası ya da irticadır. Dolayısıyla, darbelerle mücadelenin bir yolu da toplumdaki farklılıkları derinleştirip keskinleştirmemek, sözün bittiği noktaya gelmemektir. Her darbe belli bir toplumsal tabana yaslanmıştır, darbelerin arkasında bazen sağ, bazen de sol vardır. Darbelerle mücadelenin bir yolu da altındaki toplumsal zemini çekmek, mesnetsiz bırakmaktır. Bunun yolu da medya ve eğitim yoluyla toplumu bilgilendirmek, demokrasi bilincini derinleştirmek ve yaygınlaştırmaktır.

Darbe yapmak suçtur, darbe yapmak için gençler arasında var olan ideolojik ayrılıkları kışkırtarak şiddete dönüştürmek daha büyük bir suçtur. 12 Eylül iddianamesi, başta Maraş olayları olmak üzere bu tip olaylarla doludur. Darbe yapmak için gençler ölüm mangalarının önüne atılmış, bu gençlerin akan kanları üzerinden saltanat sürülmüştür. Bugün çok tartışılan Maraş olaylarının gerçek faillerini, kışkırtıcılarını kimse bilmiyor, sahnenin önünde bize gösterilenleri tek gerçek sanma gafletine düşüyor, gerçek failleri ıskalıyoruz. Malatya'da bir bombayla öldürülen Hamit Fendoğlu'nun katilleri hâlâ yakalanamadı, bugün Türkiye, bu kanlı oyunu teşhis edecek olgunluğa erişmiştir. Açılan davalar, yakın geçmişle ilgili mahkemeler bunun göstergesidir. 12 Eylül İddianamesi bu olayların aydınlatılması için iyi bir fırsattır.

Darbelerle mücadele, aynı zamanda terörle mücadeledir çünkü geçmişte meydana gelen ve faili meçhul kalan birçok olayın bugün darbeciler tarafından sahneye konulduğunu biliyoruz. Toplumu darbeye hazırlamak için bilinçli olarak terör kışkırtılmış, ideolojik gerilimler tırmandırılmıştır.

Değerli milletvekilleri, 12 Eylül boğuşmasının iki değil üç tarafı vardı. Kaba tasnifle sol, sağ ve darbeciler. Sol da sağ da darbe mahkemelerinde çok büyük hesap verdiler ama üçüncü taraf hiçbir bedel ödemedi. Daha 12 Eylül öncesinin doğru dürüst analizini, olayların perde arkasını, gerçek sebeplerini bile araştırmış değiliz. Sol-sağ kavgası kavganın görünen tarafıydı, bir de görünmeyen tarafı var. İşte bu görünmeyen taraf aydınlatılmadıkça yeni kavgalar, yeni toplumsal çatışmalar kaçınılmaz olacaktır.

Bugün her tutuklunun hayatının teminatı hukuk devletidir. Kendisine teslim edilen canlar, devletin namusudur. Çağdaş dünyadaki anlayış budur. 12 Eylülde her tutuklu, ölmesi, itlaf edilmesi gereken kuduz bir köpek gibi görüldü. Evren'in "Asmayalım da besleyelim mi?" vecizesi bu bakış tarzının bir ifadesiydi. Beslemektense öldürmek, darbenin temel prensibi hâline getirilmişti. Bu yüzden işkencehanelerde, hapishanelerde yüzlerce insan, devleti besleme yükünden kurtarmak için öldürüldü. Bir nesil, vücudunda, ruhunun kıvrımlarında darbenin izlerini yaşıyor. Hâlâ uykuları işkence rüyalarıyla bölünen insanlar var bu ülkede. Darbelerin yaraladığı, örselediği bir toplum hâline geldik. Yaşananların zihinlerde bıraktığı acı tortular, onları yaratanlara karşı merhamet edilmesine mâni oluyor.

Mesele kimseden intikam almak değil, milletin hukukunu korumaktır. Bugün darbecilerin yargılanması demek, milletin geleceğinin korunması demektir. Darbelerin bu ülkeye maliyetini anlatmaya gerek yok. Darbelerin hedefi şu veya bu grup, şu veya bu etnik köken değildir, topyekûn Türk milletidir. Türkiye şeffaflaştıkça, darbe yapan veya teşebbüs edenlerden hesap sorabilir noktaya geldikçe, bu hevesi taşıyanların cüret ve cesareti kırılacaktır.

Darbe sadece işkence, zulüm, mahpushane demek değildir. Meseleyi bu zeminde tartışmak konuyu küçümsemektir. Elbette insan hakları ihlalleri önemlidir ama darbe aynı zamanda yeni toplumsal sorunların temelinin atılması, ekonominin alabora edilmesi, ülke imkânlarının heder edilmesidir.

Her darbe toplumdaki çatışma alanlarını yok etme iddiasıyla gelmiştir ama yeni çatışma alanları ihdas etmiştir. Ayrılıkçı teröre en büyük istismar malzemesini 12 Eylül cuntası vermiştir. Sağ-sol bitirilirken yanlış uygulamalarla etnik terör beslenmiştir. Bugün, izale etmeye çalıştığımız insan hakları ihlallerinin, yasakların, dayatmaların çoğu darbelerin bize hediyesidir. Siyaset kurumu her darbeden sonra darbecilerin bıraktığı pisliği, tahribatı temizlemekle meşgul olmuş, ülke enerjisinin büyük kısmı darbelerin bıraktığı izleri onarmaya harcanmıştır. Darbeler veya kısır çekişmelerle enerjimizi boşa harcamadığımız zaman ne oranda yüksek başarı elde ettiğimiz AK PARTİ öncülüğünde Türkiye'nin son on yılda yaptığı muhteşem sıçrayışla ortaya çıkmıştır.

12 Eylül darbesinden sonra Kürtçe yasağı konulmasa, Kürt vatandaşlarımız akıl almaz bir yasakla sistem dışına itilmese PKK bu ölçüde güçlenir miydi? Doğrusu şüpheliyim. 28 Şubatta dindar, muhafazakâr, milliyetçi vatandaşlarımız sistem dışına itilerek başka bir yanlışa imza atıldı. İnsanlara "Bizim demokrasi anlayışımızda size hayat hakkı yok." dediniz mi onları demokrasi dışı arayışlara mecbur etmiş olursunuz. Demokrasilerde senaryoyu halk yazar, rolleri halk dağıtır, kimin aktör, kimin figüran olacağına halk karar verir, bütün senaryolar sandıkta yazılır, bütün roller sandıkta dağıtılır, başka türlü olması da asla mümkün değildir. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

Ben darbelerin dış tesirden çok içerideki muhteris asker, sivil bürokrasinin ihanetinden kaynaklandığına inananlardanım. Suçluyu dışarıda aramak biraz da içerideki habaseti örtmeye yarıyor. "Kahrolsun ABD", "Kahrolsun Avrupa Birliği" demek ikide bir gemi azıya alan yeniçeri şürekâsını korumak demektir. 1960'dan beri yapılan darbelerin hiçbirini yabancı güçlerin askeri yapmadı, ne olduysa, ne yapıldıysa bu topraklarda yapıldı ve burada yapıldı.

Değerli milletvekilleri, bu darbeler aynı zamanda kendi mensuplarını da mağdur etmiştir. 27 Mayısta 235 general, 4.171 subay, astsubay; 12 Martta 600'e yakın subay, astsubay ve askerî öğrenci; 12 Eylülde 347 subay, 176 astsubay, 447 askerî öğrenci; 28 Şubatta 900'ü aşkın subay ve astsubay şu veya bu şekilde ordudan uzaklaştırılmıştır.

Türkiye mutlaka darbelerle, darbecilerle hesaplaşmak zorundadır. Bunu ilelebet tehir edemeyiz. Bu hesaplaşmanın tehir edilmesi, yeni darbelerin, isyanların, muhtıraların davet edilmesidir. Hangi sebep ve gerekçeyle olursa olsun bu aziz millete kalkan el asla cezasız kalmamalıdır, gerekirse o eller hukuk çerçevesinde kırılmalıdır.

Geçtiğimiz günlerde 12 Eylül darbesiyle ilgili yargılama başladı. Bir döneme damga vuran isimlerin sanık sandalyesine oturtulması, gölgede kalmış birçok olayın da aydınlanmasına vesile olacaktır. Meselenin nirengi noktası da budur. Yargılama sürecinde darbecilerin şiddetin tarafı olduğunun ispatlanması demek, kamuoyunda darbeler ve 12 Eylül öncesiyle ilgili tüm yargıların yıkılması, sağ-sol kavgasıyla ilgili kabullerin yeniden gözden geçirilmesi demektir.

Millî meseleler duygusal değerlendirmelerin konusu edilemez. Darbecilerin yaşı, konumu, geçmişi, statüsü, milletin kaderiyle ilgili bir mevzuda ayrıcalıklı muamele görmenin gerekçesi kabul edilemez. Aslında her suçlunun kendince bir gerekçesi vardır. Önemli olan, yapılan iş ve eylemlerin toplum hayatında yarattığı sonuçlardır. Gelinen nokta, 12 Eylül 2010 referandumunun ne kadar önemli, çıkan neticenin ne kadar değerli olduğunu gözler önüne seriyor.

Değerli milletvekilleri, referandum, içimizdeki darbe uzantılarını deşifre eden bir turnusol kâğıdı işlevini görmüştür. Darbeciler yargılanır yargılanmaz tartışmaları gerçek amacı örtme maksadına matuftu. 12 Eylül referandumu yapıldığında, bazı çevreler ısrarla darbecilerden hesap sorulamayacağını, 12 Eylül darbesinin zaman aşımına uğradığını iddia etmişlerdi. Özel görevli ağır ceza mahkemesinin kabul ettiği 12 Eylül iddianamesi, bu iddiaların ne kadar mesnetsiz olduğunu gösterdi.

Değerli milletvekilleri, görüldüğü gibi, olmaz denilen olmuştur. Bu yargılamalar, yakın geçmişe dair ezberlerin bozulmasına, tarihin yeniden yazılmasına vesile olacaktır. İşte, şahsen ben de bu noktada, 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan anayasa değişikliği referandumunda verdiğim "evet" oyunun, referandumun bir parçası olduğum "evet" kampanyasının ve geleceği görmüş olmanın bahtiyarlığını yaşıyorum. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

Kin gütmek, geçmişte yaşananları kan davası hâline getirmek güzel değil, ama çekilen acıları görmezden gelmek, hiç olmamış gibi  davranmak da doğru değildir. "Darbecilerden kim hesap sorabilmiş ki?" savunması bir acziyetin ifadesidir. Demirel'in açtığı darbecilere karşı siyasi acziyet dönemi artık kapanmalıdır, kapanacaktır ve kapanmaya başlamıştır. Kaldı ki, askerin de büyük oranda darbeci muhterislerden rahatsız olduğu bir vakıadır, siyasi iradenin zayıflığı bu rahatsızlığın kuvveden fiile geçmesine mâni olmuş, içindeki safraları atmasını geciktirmiştir.

Batı standartlarında bir demokrasi istiyorsak suçlular kadar cesur olmalıyız. Siyaset kurumu her darbede şapkayı alıp gitmek yerine, darbecilerin şapkasını başına geçirmek yürekliliğini göstermelidir. (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Yönetenler yürekli olursa toplum da yürekli olur.

Darbeleri araştırmak, yaşam coşkusunu siyasi bir biçimde kültüre dönüştürmüş milletimizin demokratik olgunluğunun tescili olacaktır. Darbeleri araştırma komisyonu kurarak bir yandan babalarımızın ve bizlerin maruz kaldığı darbelerin hesabını soralım, öbür yandan da torunlarımızın bir darbeye maruz kalmasına engel olalım ve ülkemizi sosyal bilinci darbelenmemiş yeni kuşaklara bırakalım.

Darbecilik ilkelliktir, saygısızlıktır, gericiliktir, zulümdür; ruhları öldüren, vicdanları karartan, bir kötü virüs gibi varlığımızı kemiren darbeci eğilimler hiçbir surette buna ne imkân ne cesaret bulmalıdır. Siyasilerin patronu yalnızca halktır, herkes bunu iyi bilmelidir. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan, Deniz Geçmiş ve arkadaşları, Mustafa Pehlivanoğlu, Halil Esendağ, Selçuk Duracık, Erdal Eren, Uğur Mumcu, Gün Sazak, Abdi İpekçi, Bahtiyar Aydın, Gaffar Okkan gibi farklı fikirlerden sayısız insan son elli yılda hayatlarını kaybettiler. Bunlar elbette  birbirlerinden farklı dünya görüşlerine sahiptiler ama ortak bir yanları vardı; hepsi ya bu topraklarda öldürüldüler veya bu topraklarda idam edildiler.

Bu olayların arkasındaki sis perdesinde darbelerin payının büyük olduğu kanaatindeyiz. Bu sis perdesinin kaldırılması, öldürülen veya idam edilenlerin kader ortaklığına ilişkin illiyet bağlarını da ortaya koyacaktır.

Değerli milletvekilleri, darbeleri araştırma komisyonu kurulması önerimizin kabulü, bugüne kadar yapılan bütün darbe ve muhtıraların araştırılması, tüm ayrıntılarının incelenmesi, karanlık olayların aydınlatılması, özgür, demokratik ve zengin bir Türkiye'nin inşasında inşallah önemli bir milat ve önemli bir kilometre taşı olacaktır.

Yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum.

Teşekkür ederim. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkür ediyoruz Sayın Özdağ.