| Konu: | İNSAN HAKLARI VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ BAĞLAMINDA BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN TASARISI |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 91 |
| Tarih: | 11.04.2013 |
CHP GRUBU ADINA ÖMER SÜHA ALDAN (Muğla) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sükûnet sağlandığına göre başlayabilirim herhâlde.
Şimdi, bu tasarıyla ilgili, 445 sayılı Tasarı'yla ilgili, özellikle bizim gruptan, içinin boş olduğu yönünde birtakım demeçler öne sürüldü. Ha, bir açıdan yasaya bakarsanız, tasarıya bakarsanız, evet, bu tasarının bir anlamda içi boştur, bir anlamda da içi doludur gerçekten. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği kararlar doğrultusunda yapılan bir düzenlemedir özünde. Ama şunu gözden ırak tutmamak lazım ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararları esas alınarak bu tasarıya bir isim verilmek gerekirse insan hakları ve ifade özgürlüğü bağlamındaki sözler biraz boşlukta kalmaktadır.
Bizim gördüğümüz kadarıyla bu tasarı iki kez Bakanlar Kuruluna gitmiş gelmiştir. Bu iki kez gidip gelişi sırasında belli ki içi boşalmıştır. O zaman şunu söyleyebiliriz bu tasarıyla ilgili: Adı kalmış yadigârdır.
Bu düzenleme aslında bir imaj düzenlemesidir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin benzer kararlarda verdiği bazı ihlal sonuçlarına bakılarak acaba sayıyı ne kadar azaltabiliriz anlayışıyla bu düzenleme gerçekleştirilmektedir ama şu bir gerçektir ki, ülkemizde son yıllarda moda hâline gelen bir uygulama, o da insan hakları ve özgürlüklere bakış açımızda hep dış dinamiği esas almamızdır. Yapmamız gereken bu değildir aslında. Dış dinamiği esas alırsanız, sürekli Avrupa ne der, dışarısı ne der anlayışıyla kendi temel hak ve özgürlüklerinizi düzenlemeye kalkarsanız, uygulamada oluşan pek çok sorunu da görmezden gelirsiniz ne yazık ki. Biz aslında -yapmamız gereken- dışarısı ne der ya da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesindeki dava sayısındaki ihlalleri nasıl azaltırız mantığından öte, mevcut uygulamalarımızda temel hak ve özgürlüklere yönelik ne gibi saldırılar var ve biz bunları nasıl gideririz telaşı içinde olmalıyız. Ne yazık ki böyle bir dert yoktur. Önce bir insan hakları ihlali olacaktır, özgürlükler ihlal edilecektir, sonra kişiler Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gideceklerdir ve oradan ihlal kararı çıktıktan sonra biz, dönüp, o ihlal kararlarını nasıl azaltabiliriz diye yasal düzenleme yapacağız diye düşünülecektir. Bu, doğru bir yaklaşım değildir.
Neden böyledir? Çünkü demokrasiyi içselleştiremeyen, insanların temel hak ve özgürlüklerine doğal talepler gözüyle bakmayan veyahut da kendisinden bir şey istenmesinden hoşlanmayan bir yönetim anlayışı vardır Türkiye'de. Bugün uygulamaya baktığımızda pek çok sorun var. Bugün bazılarından örnekler vereceğim size, hem de çok tipik örnekler.
Artık uygulamada yaşanan sorunlar ne yazık ki yasamayı adam yerine koymayan boyuta ulaşmıştır. Bir örnek vereyim: Bu "Ergenekon" adı verilen davada yargılanan bir kişi, adı Levent Göktaş, emekli bir albay, Özel Kuvvetler albayı, daha sonra avukatlık yapmış ve bu kişinin ofisinde yapılan aramada 51 no.lu CD bulunmuş. Bu meşhur bir CD. İçinde devletin gizli belgeleri var ama bunun yanında da bazı yargıçların, yüksek yargıçların da içinde olduğu üst düzey kişilerin özel yaşamına ilişkin görüntüler var ve bu CD, ne hikmetse, adliyenin arşivinin emanet dairesinde kırılıyor bir süre sonra, kırılıyor, kullanılamaz hâle geliyor. İçinde gizli içerikli belge var, bilirkişiye inceletemiyorsunuz, yurt dışına gönderip bu kırık CD'yi tamir ettiremiyorsunuz. Niye? Çünkü devletin gizli belgesi bu.
Şimdi, gelelim bir noktaya değerli arkadaşlarım: Bu CD'yle ilgili kırılma gerekçesini ben biliyorum aslında çünkü o CD'de özel görüntüleri olan biri, iktidara kolaylaştırıcı bir işlem yapmıştı, o CD'nin kırılması gerekiyordu ve kırıldı. Bunun üzerine mahkeme bir yazı yazıyor Ankara Emniyet Müdürlüğüne, diyor ki: "Bu CD'nin bir örneği sizde var mı?" Ankara Emniyet Müdürlüğü gönderiyor, "Evet, bizde bir örneği var." diyor. CD geliyor fakat CD'nin IP numarasının incelenmesinde, Levent Göktaş'ın bürosunda yapılan aramadan bir hafta önce düzenlendiği ortaya çıkıyor ve Ankara Emniyetinin CD'si bunu kapsıyor değerli arkadaşlar.
İkinci bir nokta var: Türk Ceza Kanunu'nun 326'ncı maddesi, devlet sırrı niteliğindeki belgelerin tahsis edilen amacı dışında kullanılmasını cezalandırıyor ve hapis cezası beş yıldan başlıyor. Bunun tek nüsha olması lazım çünkü devlet sırrı niteliğinde bir CD ve Levent Göktaş hakkındaki yargılamada suçlardan bir tanesi de devletin sırrı niteliğindeki belgeleri amacı dışında bulundurmak. Peki, Ankara Emniyet Müdürlüğünün elinde o CD ne arıyor? Türk Ceza Kanunu'na göre, o CD'yi yedekleyen bütün emniyet görevlileri de sorumludur. Aynı devlet sırrı niteliğindeki bir belgeyi tahsis amacı dışında bulundurmaktan onlar da yargılanmalıdır ama Levent Göktaş içeride, bu CD'yi kopyalayan emniyet görevlileri dışarıdadır. Bu, büyük bir çelişkidir ve Türk Ceza Kanunu açısından gerçekten irdelenmesi gereken bir maddedir.
Bir diğer konu, değerli arkadaşlarım, Hanefi Avcı. Hanefi Avcı muhafazakâr bir insan, abdestinde, namazında bir insan. Yılların sağcısı. Yıllarca sol terör örgütü üyelerine ya da sol örgüt üyelerine işkence yapmakla bilinen bir adam ve bugün Hanefi Avcı bir sol terör örgütü üyesi olmaktan tutukludur. Oda TV davasında soruşturma yapıldı, davanın asli faili olarak bir sürü insan toplandı, bunlar yıllarca cezaevinde tutuklu kaldılar, hepsi tahliye oldu ama bu örgüte yardım etmekten tutuklu bulunan Hanefi Avcı içeride duruyor. Gerçekten vicdanları sızlatan bir tablodur bu yılların sağcısını bir sol terör örgütü üyesi olarak içeri atmak?
Şimdi, bu uygulamaya nasıl bakacağız? "Efendim, yargı, görevini yapıyor, yargının görevine karışmamak lazımdır." Boş laftır. Yargı, bugün, bu Türkiye Büyük Millet Meclisini adam yerine koymamaktadır. Onun çıkardığı, bu Meclisin çıkardığı yasaları "Saymıyorum kardeşim." anlayışındadır. Bunlara dur demek de bu Parlamentonun görevidir. Hukukun üstünlüğünü sağlamak, temel hak ve özgürlükler konusunda herkesten daha fazla çaba içinde olmak, bu Parlamentonun görevidir. Bu külhanbeyliğe dur demek, bu Parlamentonun görevi olmalıdır. Türkiye'de yığınla insan böylesine kuşkulu delillerle, kanıtlarla ne yazık ki tutuklu. Bunlar mahkûm olacaklar, yarın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin önüne yeniden gidilecek, yeniden yığınla tazminata mahkûm edilecek bu ülke, bir yığın insan, çoluğundan çocuğundan ayrı kalacak, işinden olacak, geçim sıkıntısı çekilecek, aileler dağılacak. Niçin? 3 tane yargıcın? Kendilerine elbette ki saygı duyuyorum, Türkiye`deki yargıçların hepsine bir saygım var ama bu kadar fütursuz anlayışta olmalarına da göz yummayı kabullenemiyorum çünkü ben o kürsüde otuz yıl oturdum.
Size bir örnek anlatayım değerli arkadaşlarım, son olarak onunla bağlayacağım: Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesinde bir dava. Bir örgüt üyesi çocuk, ifadesine başladığı sırada göğsünden bir pankart çıkardı, pankartı sloganla okumaya başladı. Birden jandarmalar üzerine atladılar. Mahkeme başkanı "Atın bu iti dışarı!" dedi ve apar topar kişi götürüldü. O tutuklulara mahsus bölümde bağrış çağrış, "Ölüyorum!" diye? Belli ki dayak yiyor. Avukatı bağırmaya başladı: "Efendim, sahip çıkın, müvekkilimi öldürüyorlar!" "Savcılığa müracaat et kardeşim." dedi.
Aynı mahkemede, yaklaşık iki ay sonra başka bir ağır ceza mahkemesinin -devlet güvenlik mahkemesinin- başkanlığında yine duruşmaya başladık. Yine sanıklardan bir tanesi göğsünden bir pankart çıkardı, okumaya başladı. Jandarmalar müdahale etmeye kalktılar. Ağır ceza mahkemesi başkanı "Durun arkadaşlar." dedi. "Söyle oğlum." dedi, "Slogan mı atacaksın?" Attırdı. "Aç pankartı." dedi, açtırdı. "Yaz oğlum." dedi, tutanağa bunu tek tek geçirdi. "Oğlum, maksadına nail oldun, koy o pankartı göğsüne, şimdi devam et." dedi.
İşte böyle yargıçlara ihtiyacımız var. Bunu sağlamak da bizim sorumluluğumuzdadır diyorum, hepinizi saygıyla selamlıyorum. (CHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum.