| Konu: | ONUNCU KALKINMA PLANININ (2014-2018) TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA SUNULDUĞUNA DAİR BAŞBAKANLIK TEZKERESİ (S. SAYISI: 476) |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 127 |
| Tarih: | 01.07.2013 |
CHP GRUBU ADINA AYDIN AĞAN AYAYDIN (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; siyasal iktidarların yüce Meclisin huzuruna getirdiği en önemli icrai belgelerden bir tanesi -ki bütçe dışında en önemli belge sayılır- kalkınma planıdır. Şu anda Onuncu Kalkınma Planı'nı görüşmek üzere burada toplanmış bulunmaktayız. İktidarın kalkınma planlarına ne kadar önem verdiğini burada çok açık bir şekilde görüyoruz! Kalkınma planları görüşülürken hükûmet tam kadro burada olurdu. İktidar partisi tam kadro burada olur ve muhalefet partileri de yine yerlerinde olurdu ama bugün görüyorum ki Hükûmetin kendi hazırlamış olduğu ama hiçbir zaman inanmadığı kalkınma planına ne kadar önem verdiğini bu tabloyu görmekte size ancak bu şekilde izah edebilirim.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; gençler evlendiğinde evlenme cüzdanı kendilerine takdim edilirken o 2 genç için o evlenme cüzdanının ne kadar önemli olduğunu hepimiz biliyoruz ama evliliğin ertesi günü evine giden gelin ve damat o cüzdanı alır dolabın bir köşesine koyar ve artık ömür boyu o evlenme cüzdanına bakmaz çünkü onun için artık değerini kaybetmiştir. Kalkınma planı da böyle. Bugün burada bu planı görüşeceğiz ama anlıyorum ki Hükûmet bu planı sadece burada görüşmekle bırakacak, bir daha bu planın ne ilerisini ne gerisi asla ve asla ne düşünecek ne de görüşecektir.
Şimdi size bir örnek veriyorum. Tarih 25/6/2000 Pazar günü, Sekizinci Kalkınma Planı Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda görüşülüyor. Dönemin Fazilet Partisi Milletvekili, şimdiki Meclis Başkanımız Sayın Cemil Çiçek kürsüde mikrofonda aynen şunları söylüyor, Sayın Çiçek diyor ki: "Bu planların bazılarının müzakerelerinde bu Mecliste bulundum. Bugünkü kadar ilgisiz bir plan müzakeresinin olduğuna hiç şahit olmadım. Her defasında, hükûmet, başbakan ve bütün bakanlar -yurt dışı seyahati yapanlar dışında- gelir burada ilgiyle izlerler, varsa söyleyecekleri bunları burada ifade eder, milletvekilleri de tam kadro gelirdi. Geçmiş plan müzakerelerini hatırlayın. Meclise sunulduğu günden itibaren gazete köşelerinde sayısız makale yazılır, planla ilgili, plan hedefleriyle ilgili tartışmalar açılırdı, plan müzakereleri başladığında üniversiteler, siyaset dünyası, iş dünyası, planla alakası olan sendikalar dâhil, toplumun değişik kesimleri planla ilgili paneller, açık oturumlar yaparlardı, dolayısıyla, bir akademik tartışma Türkiye'nin gündemine gelmiş olurdu." Ve yine dönemin Fazilet Partisi Milletvekili Sayın Çiçek konuşmasını şöyle sürdürüyor: "Şimdi bunların hiçbirisi olmadığına göre, toplum da, toplumun değişik kesimleri de bu Hükûmetten ve bu Hükûmetin ortaya koyduğu plandan hiçbir şey beklemiyor herhâlde. Bunun sebeplerinden birincisi, siyasi iktidarın popülaritesinin toplumda giderek dibe vurduğunu göstermektedir. Artık bu ülkede insanlar Hükûmetin getirdiği hiçbir şeyi ciddiye almıyor, plan gibi önemli bir belgeyi de ciddiye almıyor." Kim diyor bunu? Dönemin Fazilet Partisi Milletvekili, bugünkü Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Sayın Cemil Çiçek söylüyor. Sayın Cemil Çiçek'in bu söylediklerinin altına bugün imzamı koyuyorum ve aynen katılıyorum. Bu kadar önemli, ekonominin anayasası olan kalkınma planına iktidarın bu denli özensiz yaklaşımını gördükçe içim sızlıyor. Bunun böyle olmaması gerekiyor. Kalkınma planı son derece önemli bir belgedir. Türkiye Büyük Millet Meclisinin bu belge üzerinde önemli açıklamalarda bulunması gerekiyordu.
Onuncu Kalkınma Planı'nın içeriğine bakalım: Kalkınma genel olarak bir ülkenin millî gelir düzeyindeki sürekli artışa paralel ve eş zamanlı olarak o ülkenin ekonomik, sosyal ve siyasal yapısındaki pozitif değişimleri içeren bir süreç olarak nitelendirilmektedir. Ekonomik büyüme olmadan kalkınma mümkün olmayacağı gibi salt büyüme ile de kalkınmanın sağlanması mümkün değildir. Ekonomik büyümeye mutlaka adalet, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik alanlarındaki ilerlemenin eşlik etmesi gerekmektedir. Kalkınma yolunda hızla ilerlemek isteyen ve köklü, kapsamlı sosyoekonomik sorunlarına çözüm arayan gelişmekte olan ülkeler amaçlarına ulaşmak üzere araç olarak planlı bir ekonomiyi görmektedirler. Bu ülkeler için temel strateji plan dâhilinde kalkınma modelini hayata geçirmektir. Kalkınma planı kamu kesimi için emredici, özel sektör için orta ve uzun vadede yön gösterici ekonomik, sosyal ve hukuki eksende makro bir yol haritasıdır.
Planlarda amaç sosyoekonomik yapının planda öngörülen süre sonunda amaçlanan düzeye ulaşmasını sağlamaktır. Bu çerçevede, ekonomik büyümeyi sağlayacak kişi başına düşen millî geliri yükseltmek, istihdamı artırmak, gelir dağılımında adaleti sağlamak, bölgeler arası eşitsizliği gidermek, ödemeler dengesi sorunlarını azaltmak gibi ekonomik amaçlarla birlikte toplumun refah düzeyini artırmak, eğitim düzeyini yükseltmek, sağlık standartlarını ilerletmek, bilim ve teknolojiyi geliştirmek gibi ekonomik olmayan birçok hedef gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Türkiye'de planlama fikri 1930'lu yıllarda hazırlanan sanayi planlarıyla başlamış, günümüze kadar 9 adet beş yıllık kalkınma planı hazırlanmış ve uygulamaya konulmuştur.
Planlarda birinci dönem, 1929'daki büyük kriz sonrası başlayıp İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarına kadar uygulanan devletçi politikalardan sonra 1946-1958 yılları arasında özel sektöre öncelik veren 1960 öncesi dönemdir.
İkinci dönem, ithal ikameci politikalarla birlikte kalkınmanın planlarla gerçekleşeceği düşünülen 1960-1980 dönemine tekabül eder. Nitekim, Devlet Planlama Teşkilatı da bu dönemin bir kurumudur.
Üçüncü dönem ise sanayileşmenin yaşandığı ve de sanayileşme stratejisinde yapısal değişimin yaşandığı, bu değişimin kalkınma planlarına yansıdığı 1980 sonrası dönemdir. İşte, Onuncu Kalkınma Planı da bu döneme ait AKP İktidarı döneminde hazırlanan ikinci kalkınma planı olarak karşımıza çıkmaktadır. Onuncu Kalkınma Planı'nın katılımcı bir anlayış ile hazırlandığını görmekteyiz. Planın hazırlama sürecinin incelenmesinden kalkınma planının iş dünyası, siyaset dünyası, sivil toplum örgütleri, düşünce kuruluşları, akademik çevreler, kamu kuruluşları, özel sektör ve medya kuruluşları temsilcileriyle mahallî idarelerin içinde bulunduğu farklı kesim ve kişilerle yapılan toplantılar sonucunda oluştuğunu anlıyoruz. Katılımcı unsurların söylediklerinin ne kadar dikkate alındığı bilinmekle birlikte, katılımcılığın artması ve genişlemesi dileğimi burada belirtmek istiyorum. Zira, katılımcı ve uzlaşmacı çalışma yöntemleri, hele de böylesine önemli belgeler açısından son derece büyük önem arz etmektedir. Hazırlanış usulü açısından nispeten doğru bir profil çizen Onuncu Kalkınma Planı'nın içerdiği esaslar için ise maalesef aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Planın bu hâliyle fazla iyimser, gerçeklerden kopuk, geçmiş performansları dikkate almayan, mevcut sorunları görmezden gelen bir belge olarak karşımıza çıktığını görmekteyiz.
Sanıyorum, kalkınma planının esaslarının belirlenmesinde siyasi mülahazalar ağır basmıştır. Oysa, bu planlar siyasal iktidarların ötesinde oluşması gereken teknik belgeler olup hükûmet programlarını hatırlatır şekilde hazırlanması en başta bu planların hazırlanma gayesini ortadan kaldırmaktadır. Zira bu planlar maksimum derecede objektif ve gerçekçi olmak durumundadır ki amacına hizmet etsin ama korkarım ki Onuncu Plan amacına hizmet edemeyecek. Beni bu görüşe iten şeyin ne olduğuna ise iki başlık altında sizlere sunmak istiyorum:
Bir: Planda belirlenen hedefler ve bu hedeflere ulaşma yolları gerçekçi olarak belirlenmemiş görülmektedir.
İki: AKP iktidarının kalkınma planını ne kadar önemsediği ve ciddiye alarak uyguladığı tartışılması gereken bir başka unsur olarak karşımıza çıkıyor.
İlkinden başlayacak olursak, planda yer verilen makroekonomik hedefleri ve bu hedeflere ulaşmasının mümkün olup olmadığını değerlendirmek gerekmektedir. Ekonomik büyümenin kalkınmanın olmazsa olmazı olmasından dolayı ekonomideki hedefleri irdeleyeceğim öncelikle. Onuncu Kalkınma Planı'na göre 2014-2018 arası beş yıllık dönem sonunda yıllık ortalama büyüme oranı yüzde 5,5 olarak, millî gelir 1,3 trilyon dolar ve kişi başı millî gelirse 16 bin dolar olarak öngörülmektedir. Yine aynı dönemde cari işlemler açığının ortalama yüzde 5,8 olarak gerçekleşeceği belirtilirken, işsizlik oranın da yüzde 7,2'ye ineceği öngörülmektedir. Çok güzel, kulağa hoş geliyor, ülkemiz açısından muhtemel ve mümkün hedefler ama öngörmek yetmiyor, görmek de gerekir bunları. Sizin öngörmeniz değil, bu ülkenin görmesidir aslolan, zira sizin öngörülerinizi bir türlü göremiyor bu vatandaş.
Bakınız, yine AKP iktidarı döneminde hazırlanan Dokuzuncu Kalkınma Planı'nın öngörülerine bir bakalım ve bunları aynı dönemdeki gerçekleşmeleriyle, AKP ekonomi yönetimince hazırlanan son Orta Vadeli Plan hedefleriyle karşılaştırılalım.
Dokuzuncu Kalkınma Planı'na göre 2007-2013 arası yedi yıllık dönemde yıllık ortalama büyüme oranı yüzde 7 olarak öngörüldü, aynı dönemde büyüme ortalaması ise sadece yüzde 3,5 oldu; üstelik 2013 büyümesini de 4 varsayıyoruz.
Dokuzuncu Plan'a göre 2013 sonu itibarıyla işsizlik yüzde 7,7 olacaktı, Orta Vadeli Program hedefi yüzde 8,9 ve en son veriye göre işsizlik oranı ise yüzde 10,5.
Dokuzuncu Plan'a göre 2013'te cari açık millî gelirin yüzde 3'ü, yani yaklaşık 24 milyar dolar olarak öngörülürken, Orta Vadeli Program'a göre millî gelirin yüzde 7,1'i ve 60,7 milyar dolar olması bekleniyor.
Dokuzuncu Plan'a göre TÜFE yüzde 3 olarak öngörüldü, Orta Vadeli Program'da yüzde 5,3 ve şu an itibarıyla yıllık yüzde 6,5.
Dokuzuncu Plan'a göre 2013'te ihracat 210 milyar dolar olarak öngörüldü, Orta Vadeli Program'a göre 158 milyar.
Dokuzuncu Plan'a göre 2013'te turizm gelirleri 36 milyar dolar olarak öngörüldü, Orta Vadeli Program'a göre yüzde 25,4 milyar dolar. İşte öngörüler, işte gerçekler. Sanırım buna öngörü değil "öngörememe" demek lazım ama şaşırmıyorum doğrusu. Her yıl hazırlanan orta vadeli programlar bile birbirini tutmazken beş yıllık kalkınma planlarında isabet beklemek, sizden çok şey istemek olur, size büyük haksızlık olur. Ha, şimdi diyeceksiniz ki: "Millî gelir hedefi tutuyor." Onun da sebebi millî gelir hesaplama yöntemlerini değiştirdiniz. Kendinize göre yeni bir millî gelir hesaplama formülü geliştirdiniz. Hangi formül size yarıyorsa o formülü uygulamaya koydunuz. Yanlış anlaşılmasın, Onuncu Kalkınma Planı'ndaki hedeflerin tutmasını canıgönülden diliyorum. Hatta biz yetersiz bile buluyoruz bu hedefleri. Zira, AKP, 2023 hedeflerinden bahsediyor. 2018 yılında gelineceğini belirttiği yerin 2023 vizyonu açısından son derece yetersiz olduğunu görüyoruz. Aslında AKP, kendi koyduğu 2023 hedeflerinin gerçekleşmeyeceğini kendisi bu kalkınma planıyla resmen ilan ediyor. Kalkınma planı hedefleri tutsa dahi geriye kalan beş yıl bizi dünyanın on büyük ekonomisi içine sokmaya yetmeyecektir. Kaldı ki şahsen kalkınma planındaki hedeflerin yine, tıpkı Dokuzuncu Plan'da olduğu gibi tutmayacağını açıkça belirtmek istiyorum.
Onuncu Kalkınma Planı'ndaki hedef ve öngörülerin gerçekleşmesinin önünde ise iki tane temel engel vardır: Engellerden biri, küresel ekonominin içinde bulunduğu durum, diğeri ise, asıl olanı ise AKP'nin ekonomi yönetim anlayışı ve ısrar ettiği büyüme modelinden kaynaklanmaktadır. Maalesef dünya ekonomisi son dönemlerin en büyük kriziyle karşı karşıya olduğu gibi krizin önümüzdeki dönemde de süreceği, en azından toparlanmasının planın içerdiği döneme yani 2020'lere dek uzanabileceği konuşulmaktadır. Yüksek borç stoku, ekonomik durgunluk ve büyümenin gerçekleştirilememesi gibi sorunlarla ciddi şekilde boğuşan ve ülkemizin en büyük dış ticaret partneri olan Avrupa'nın bu durumu, ülkemizi de fazlasıyla etkilemekte ve etkilemeye de devam edecektir. Türkiye gibi ihracat merkezli büyüme stratejisi uygulamak zorunda olan bir ülke için, en büyük ticaret ortağının bu durumda olması, dönemsel olarak da sıkıntılar yaratacaktır.
Yine, Amerikan ekonomisindeki gelişmelerin yansımaları da bizim de içinde bulunduğumuz gelişmekte olan ülke ekonomilerini de riske etmektedir. Özellikle, son günlerde ekonomilerde yaşanan dalgalanmalar ve bize de sirayet eden bu olumsuz rüzgâr, maalesef devam edecek görünmektedir. Zira, gelişmekte olan ülkeler için tatlı, bol likiditenin olduğu dönem sona ermektedir. Amerikan Merkez Bankası FED'in, parasal genişlemeye son vereceği artık aşikârdır. Zira, FED'in tahvil alımı suretiyle dünyaya dolar vermesi, sıkıntı içindeki ekonomileri biraz olsun rahatlatıyor, muhtemel olumsuzlukları ve sıkıntıları erteliyordu ama artık parasal genişlemenin sonuna gelindi. Bu ne demektir biliyor musunuz? Artık paranın bolluğu azalacak, ucuz finansman dönemi kapanacak, dış sermayeye ihtiyaç duyan ülkeler için kaynak bulmak oldukça zorlaşacaktır. Türkiye gibi kronik bir cari açık problemi yaşayan ve bu açığı da büyük ölçüde kısa vadeli sermaye girişleriyle kapatma yolunu izleyen bir ülke için önümüzdeki dönemde cari açığın finansmanı iyice zorlaşacaktır.
Peki, ekonomisi ve büyümesi cari açığa dayalı olan bir Türkiye, önümüzdeki dönemde finansmanını nasıl bulacaktır, hangi koşullarla bulacaktır? Finansman maliyeti artmayacak mıdır? Sıcak para da azalınca cari açık nasıl finanse edilecektir? Cari açık vermeden büyümeyi nasıl sağlayacaktır?
Plana göre, cari açık küçülecek, yurt içi tasarruf ise yüzde 20'ye bile ulaşamayacaktır. Bu durumda, yatırımlar nasıl finanse edilecektir? Hem "cari açık küçülecek" diyorsunuz hem de tasarruflarda sıçrama yapamayacağınızı kabul ediyorsunuz. Büyüme nasıl olacak? Can sıkıcı ama bizim gerçeklerimizin dayattığı sorular da işte buradadır.
Maalesef, küresel ekonomik dinamiklerden kaynaklanan bu tatsız sorular hepinizin, hepimizin canını sıkmakta, likiditenin bol olduğu, piyasalara paranın bol kepçe verildiği, dış finansmana erişimin kolay ve ucuz olduğu dönemi yeterince iyi değerlendiremediğimizi görünce can sıkıntısı daha da artmaktadır.
Gelelim asıl soruna, yani AKP'nin ekonomi yönetimi ve istikrarsız büyüme modeline. Son on yılda, Türkiye ekonomisi AKP'nin bilinçli ve sistemli tercihleri sonucu büyüme-cari açık sarmalına hapsedilmiş durumdadır. Zira, Türkiye ekonomisi, söylemde ihracat merkezli, eylemde ise yüksek iç talebe dayalı bir büyüme modelini uygulamaktadır.
Bakınız, 2002-2012 döneminde yıllık ortalama büyüme oranı 5,1 olmuştur. Bu dönemde, yurt içi talebin büyümeye katkısı yüzde 5,8 olurken, ihracatın katkısı ise negatif olmuş, ortalama eksi 0,7 olmuştur. Bu modelde, banka kredileriyle finanse edilen iç tüketim, beraberinde yüksek ithalatı, o da rekor düzeyde cari açığı getirmiştir. Cari açık bu düzeyde sürdürülemeyeceği için ekonomide frene basılmış, büyüme ve vergi gelirleri düşmüştür. Üstelik, konut ve hizmetler sektörü gibi dış ticarete konu olmayan alanlarda yoğunlaşan bu büyüme modeli, ülkenin tasarruflarını da eritmiş, sadece işletmeleri değil, hanehalkı da borçlu bir toplum yaratmıştır.
Evet, bir yıl yüzde 8,5, ertesi yıl yüzde 2,2 büyüyen bir ülke, istikrarlı bir büyümeyle büyüyen bir ülke değildir. Hani geçen yıl dillerden hiç düşürmediğiniz Çin'den ise şimdilerde bahseden yok. Hani Çin'le birlikte dünyada en hızlı büyüyen ülkeydik? Ne oldu da Çin'den artık bahsetmiyorsunuz? Hemen söyleyeyim: Bizde büyüme yüzde 8,5'ten 2,2'ye düşerken, Çin'de 2012'de de yüzde 7 büyüme oldu, bu yıl da yüzde 7,7 büyüme var yani geçen yıl da yüzde 7,7, bu yıl da 7,7; istikrarlı bir büyüme var ama bizdeki büyüme bir yıl yüzde 8,5, ertesi yıl yüzde 2,2; bu, istikrarlı bir büyüme modeli değildir.
AKP yanlış büyüme modeliyle yola devam ederken, son dönemlerde bu kırılganlığa bir de ekonomi yönetimindeki çatlak eklendi. Ekonomi, her şeyden önce güvenle yürürken, tek parti iktidarı olan AKP içinde büyüme stratejisine ilişkin olarak ciddi bir görüş ayrılığı oluştu. Kamuoyuna gaz-fren tartışması diye yansıyan bu çatlak, aslında ekonomimiz için önemli ve yeni bir risk unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kısacası, Türkiye ekonomisi 2002-2012 döneminde ülke potansiyelinin altında büyümüş, yanlış politika ve uygulamalardaki ısrar, büyüme hızına ve de dolayısıyla ülkenin kalkınmasına engel olmuştur. On yılı bu şekilde geçiren Türkiye'yi çok daha zorlu, yapısal eksende sıkıntılı bir dönem beklemektedir. Zira, ekonomimiz ciddi bir sorun ile karşı karşıyadır: Orta gelir tuzağı. İktisat literatüründe gelir tuzağı, bir ülkenin belirli bir gelir seviyesine ulaştıktan sonra bir sarmal içine girerek uzun bir süre bu seviyede kalmasını, içine girdiği kısır döngüyü aşamayıp bir üst gelir kademesine geçememesini ifade etmektedir. Türkiye, son on yılda 10 bin dolar düzeyindeki kişi başına yıllık ortalama gelirini bir türlü 12.275 doların üzerine çıkaramadığı için orta gelir tuzağına düşmeye aday ekonomiler arasında gösterilmektedir.
Zira, ülkemizde nüfus kalabalık, doğal kaynaklarımız sınırlı ve sanayimiz modernizasyona kapalı bir yapı arz etmektedir. Böylesine bir yapı ile orta gelir tuzağını aşmak hiç de kolay değildir. Kapsamlı, köklü ve radikal reformlara ihtiyaç bulunmaktadır. İşte, AKP iktidarının genelde seçtiği, günü kurtarmak, yapısal reformları ötelemek olduğu için söz konusu gelir tuzağı, ülkemiz açısından kaygı verici hâle gelmiştir.
Kaldı ki, Dünya Bankası verilerine göre, 1960 yılından bu yana orta gelirli sayılan 101 ülke arasında orta gelir tuzağından kurtularak yüksek gelir düzeyine geçebilen sadece 13 ülke bulunmaktadır. Latin Amerika, Orta Doğu başta olmak üzere, ülkelerin yüzde 90'ı bu eşiği ne yazık ki aşamamıştır. Biliyorum ki, AKP'nin ekonomi kurmayları da orta gelir tuzağı riskinin farkındadır ancak farkındalığın yetmeyeceğini, gerekli adımların hâlâ atılmadığını görmekteyiz. Yani hastalığı biliyorsunuz ama bir türlü tedaviyi yapmamakta ısrar ediyorsunuz, tedaviden kaçınıyorsunuz; üstelik, on bir yıldır tek başınıza iktidarsınız.
Bakınız, "Orta gelir tuzağından sıyrılmak için neler gerekiyor?" diye sorulduğunda, hemen bir çırpıda size, sürdürülebilir büyüme, eğitim ve sağlığa yatırım, teknoloji üretimi diyebilirim.
Peki, bu alanlarda şu an itibarıyla ne durumdayız? Az önce söyledim, zikzak çizen bir ekonomimiz var sayenizde. Geçen yıl Türkiye ekonomisi ancak yüzde 2,2 büyüdü, yüzde 4 olarak öngörülen, yüzde 3,2'ye revize edilen büyüme hızı, sert bir frenle yüzde 2,2 oldu. Türkiye açısından elzem ve mümkün olan yüzde 7 büyüme yakalanmadığı için işsizlik çift haneye ulaştı, yüzde 10,5.
OECD ülkeleri arasında eğitime millî gelirden en az pay alan ülke Türkiye. Türkiye'de sağlık harcamalarının gayrisafi millî hasılaya oranı yüzde 6,1 iken, OECD ortalaması yüzde 9,5'tur, yani sağlıkta da sınıfta kaldık.
Gelelim teknolojik üretime. Verimliliği artıran, ekonomik kalkınmayı teşvik eden AR-GE harcamalarında çok gerilerdeyiz. ABD'de AR-GE harcamalarına ayrılan pay millî gelirin yüzde 2,67'si, Japonya'da yüzde 3,12'si, Avrupa Birliği ülkelerinde ise ortalama yüzde 1,83'tür, Türkiye'de ise AR-GE harcamalarının millî gelire oranı hâlâ binde 9 düzeyindedir. Peki, bu parçaları birleştirirseniz bu kalkınma modeli ne kadar gerçekçidir, onu da sizin takdirlerinize sunuyorum.
Gelelim ikinci temel hususa. Diyelim ki kalkınma planındaki tespit ve hedefler doğru ve isabetli, iyi de AKP olarak siz plana göre hareket ediyor musunuz? Bana göre asla. Hemen size birkaç örnek verip takdirlerinize bırakacağım.
AKP iktidarı döneminde sekiz yıllık kesintisiz eğitimi 4+4+4'le değiştirdiniz. Şimdi ne yapıyorsunuz? 4+4+4'ü tekrar sil baştan Meclise getireceksiniz, bunu tekrar düzelteceksiniz. Yani kendi yaptığınızı kendiniz bozuyorsunuz, kendi bozduğunuzu tekrar getirip muhalefete yaptırmaya çalışıyorsunuz. Bu sürdürülebilir büyüme modelini yakalamak mümkün değildir, böyle bir ülke büyüyemez.
Kariyer mesleklerini altüst ediyorsunuz. Uzmanlıklarda geri adım atıyorsunuz, uzmanlık eğitimini üç yıldan iki yıla düşürüyorsunuz, yabancı dili ortadan kaldırıyorsunuz. Böyle mi kalkınacak bu ülke?
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bu kalkınma planının ülkemize hayırlı uğurlu olmasını diliyor ve hepinize saygılarımı sunuyorum. (CHP sıralarından alkışlar)