| Konu: | BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GEÇİCİ GÖREV GÜCÜ BÜNYESİNDE TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNİN 5 EYLÜL 2013 TARİHİNDEN İTİBAREN BİR YIL DAHA UNIFIL HAREKÂTINA İŞTİRAK ETMESİ HUSUSUNDA ANAYASANIN 92'NCİ MADDESİ UYARINCA HÜKÛMETE İZİN VERİLMESİNE DAİR BAŞBAKANLIK |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 132 |
| Tarih: | 06.07.2013 |
AYKAN ERDEMİR (Bursa) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Lübnan'daki Birleşmiş Milletler Barış Gücü UNIFIL'de görev süresi bitecek olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin görev süresinin bir yıl uzatılması konusunda sunulan tezkere hakkında şahsım adına söz almış bulunuyorum. Yüce Meclisi ve yurttaşlarımızı saygıyla selamlarım.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin, Türkiye Büyük Millet Meclisinin 5 Eylül 2006 tarihli Karar'ı uyarınca, Lübnan'da UNIFIL bünyesinde görev yapmasının bölge ve dünya barışına katkı yaptığı konusunda hemen hemen hepimiz hemfikiriz.
1978'den bugüne kadar görevini sürdüren UNIFIL bünyesinde görev yapan askerlerden 250'ye yakınının hayatını kaybettiğini göz önüne alırsak, Türk Silahlı Kuvvetlerinin ne kadar çetin bir coğrafyada, ne kadar zor bir ortamda görev yerine getirdiğini anlayabiliriz. Kendi hayatı pahasına, kendi kanı pahasına barış için ter döken askerlerimize teşekkür ediyoruz, kendilerine minnettarız.
Türkiye olarak, Lübnan'ın ve Orta Doğu'nun kalıcı ve sürdürülebilir barışa ve özgürlükçü demokrasiye kavuşması en büyük arzumuzdur.
Lübnan'daki mozaiğin, Sünnilerin, Şiilerin, Alevilerin, Marunilerin, Rum Ortodoksların, Rum Katoliklerin, Gregoryenlerin, Ermeni Katoliklerin, Dürzilerin, Bahailerin ve Musevilerin; Arapça, Süryanice, Yunanca, Aramice, Ermenice ve Kürtçe konuşanların barış ve huzur içinde yaşaması en büyük dileğimizdir.
Ne yazık ki, bugün Lübnan'a baktığımızda, barıştan ve huzurdan söz etmek olanaklı değildir. Lübnan coğrafyası on yıllardır savaşın, kanın, kinin ve gözyaşının adresi olmuştur. Bu nedenle de Türkiye, UNIFIL bünyesinde, Lübnan'a barış götürmeye çalışırken Lübnan deneyiminden gerekli dersleri çıkarmalı ve benzeri hatalara düşmemelidir.
Lübnan, bugün dünyada adı mezhepçi çatışmalarla anılan bir ülkedir. "Tâifiye" denilen mezhepçilik anlayışı, "vataniye" denilen yurtseverlik anlayışına galip gelmiş gözükmektedir. Peki, "tâifiye" denilen mezhepçilik, Lübnan'da kadim bir gerçeklik midir, tarihî bir miras mıdır, değişmez bir yazgı, kader midir yoksa "tâifiye" denilen mezhepçilik, modern bir inşa, icat edilmiş bir gelenek midir? Bu konuda Lübnan tarihi bize önemli ipuçları sunuyor.
Lübnan tarihine baktığımızda, "ayan" denilen siyasi seçkinlerle "ahali" denilen geniş halk kesimlerinin sınıfsal mücadelesine bir göz atmamız gerekiyor. Çünkü, bu mücadele çerçevesinde, inanç toplulukları içindeki farkların, inanç toplulukları arasındaki farklardan daha güçlü mü, daha zayıf mı olduğu sorusu ortaya çıkmıştır ve bu sorunun yanıtlanmasında da farklı inançlara mensup seçkinlerin önemli bir rolü olmuştur. Çünkü, Lübnan'da, modernleşmeyle birlikte ahalinin siyasete katılım olanaklarının artması ve yine ahalinin ekonomik hayata katılım olanaklarının artması, seçkinler için bir tehdit olmuştur ve tehdit edilen seçkinler, ayanlar, mezhepçiliği yavaş yavaş inşa etmeye, sınırlar çizmeye, farklılıkları keskinleştirmeye, toplumu kutuplaşmaya itmiştir ve Lübnan için mezhepçilik, inşa edilmiş bir gelenek, modern bir icat olarak karşımıza çıkmıştır.
Seçkinlerin mevcut hiyerarşileri koruma derdi, çabası kendi mezheptaşlarını diğer topluluklara karşı kışkırtmaya itmiştir ve dolayısıyla, topraksız bir Müslüman, topraksız bir Hristiyan'la kardeşliğini unutmuş ve mezhep ve din çerçevesinden dünyaya bakmaya başlamıştır. İşte, bu ortamda kin mühendisleri, tekçi zihniyetleriyle Ortodoks bir din anlayışını, tekçi bir çerçeveyi dayatmayı görev bilmişlerdir. İnsanların ve insanlığın ortak sorunları için ortak çözümler geliştirmek gerektiğini unutturarak müzakere, diyalog, uzlaşma ve iş birliği zeminlerini tahrip etmişlerdir. Bugün ne acıdır ki Lübnan'da pek çok farklı inanç topluluğu, kendi içindeki farklılıkları, çelişkileri, sömürüyü göremez bir durumda ve dünyaya diğer inanç topluluklarıyla olan çelişkileri ve çatışmaları gözlüğünden bakmaktadır.
Savaş kazanmaya hevesli otoriter liderlerin karşısına, gönül kazanmaya yeminli kanaat önderleriyle çıkmakta fayda var diye düşünüyorum. Bakın, böyle bir gönül eri, Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığının güzide şairi Halil Cibran ne diyor? Kendisi Maruni bir Hristiyan fakat kendisi aynı zamanda İslam tasavvufundan etkilenmiş ve kendisi yine Bahaullah'ın oğlu Abdülbaha'dan ve Bahailikten etkilenmiş, Lübnan mozaiğini yansıtan bir insan, bir gönül eri. Halil Cibran, tarihin derinliklerinden sesleniyor bizlere: "Sen benim kardeşimsin ve ben seni seviyorum. Camide secde ettiğinde, kilisede diz çöktüğünde ve sinagogda dua ettiğinde sen ve ben aynı inancın çocuklarıyız, aynı ruhun." diyor ve yine Halil Cibran siyasetçilere sesleniyor: "Ben politikacı değilim, olmak da istemem. Siyasi gelişmelerden ve güç mücadelesinden esirgeyin beni. Tüm dünya benim vatanımdır, tüm insanlar yurttaşlarım." diyor.
Halil Cibran, belki Lübnan dağlarından konuşuyor bize ama aslında ne kadar da tanıdık geliyor. Eğer Tevfik Fikret'e bir göz atarsak; Tevfik Fikret'te Halil Cibran'ı, Halil Cibran'da da Tevfik Fikret'i duymak, algılamak, duyumsamak mümkün. Tevfik Fikret: "Milletim nev-i beşerdir, vatanım ruy-i zemin." diyor. Yani, her iki gönül eri de, insanlığı, inançların, mezheplerin, çıkar çatışmalarının ötesinde ortak bir ruh olarak, tek bir aile olarak, tek bir yürek olarak görebiliyor.
Türkiye için istediğimiz, laik, demokratik sosyal hukuk devletini, özgürlüğü ve çoğulcu demokrasiyi, şüphesiz ki Lübnan'daki kardeşlerimiz için de istiyoruz, Suriye'deki kardeşlerimiz için de istiyoruz, Mısır'daki kardeşlerimiz için de istiyoruz ama samimiyetimizin bir göstergesi olarak, Orta Doğu coğrafyasının, Müslüman çoğunluğa sahip ülkeler coğrafyasının ötesindeki kardeşlerimiz için de istiyoruz. Hristiyan ya da Musevi, Budist ya da Hindu, inançlı ya da inançsız olması önemli değil, insan oldukları için, bu en temel insan hakkı olduğu için istiyoruz ve de bu toprakların ulu ozanlarından Pir Sultan Abdal'ın beytinde belirttiği gibi "Dar günümde dost, düşmanım bell'oldu" dediği için Lübnan'ın da bu dar gününde yanında olmak gerek diye düşünüyoruz.
Bugün Lübnan'da, gerek denizde gerek karada görev yapan Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarına teşekkürlerimizi, şükranlarımızı iletiyoruz. Onlara borcumuz, Türkiye'yi benzer mezhepçi, kindar, kutuplaştırıcı çatışmalardan uzak, özgürlükçü demokrasinin, laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin en güçlü kalelerinden biri yapmaktır diye düşünüyorum.
Hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. (CHP sıralarından alkışlar)