| Konu: | SÖZLEŞMELİ ERBAŞ VE ER KANUNU İLE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN TASARISI VE CUMHURİYET HALK PARTİSİ GRUP BAŞKANVEKİLİ YALOVA MİLLETVEKİLİ MUHARREM İNCE'NİN; TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ İÇ HİZMET KANUNUNDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA İLİŞKİN KANUN TEKLİFİ |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 138 |
| Tarih: | 12.07.2013 |
CHP GRUBU ADINA MUSTAFA MOROĞLU (İzmir) - Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım; 479 sıra sayılı sözleşmeli er ve erbaşlar hakkındaki bazı düzenlemeler hakkında, GATA'da yapılması gereken bazı düzenlemeler hakkında, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu'na ilişkin bazı düzenlemeler ve il idaresinin bazı kanunlarındaki değişikliklerle ilgili tasarı görüşmelerinde Cumhuriyet Halk Partisi adına söz almış bulunuyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Bu yasa görüşmelerinde, temel kanun olarak görüştüğümüz bu tasarıda en çok tartışılacak konu, elbette Türk Silahlı Kuvvetlerinin İç Hizmet Kanunu'ndaki değişiklikle ilgili; darbelerin nasıl önleneceği, darbeye karşı nasıl tutum takınılacağı konusundaki tartışmalar. Bu konudaki görüşlerimize geçmeden önce, bu tasarının niye şimdi getirildiğine ilişkin birkaç söz söylemek istiyorum. Yani, 2010 yılında Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu'ndaki değişiklik için Cumhuriyet Halk Partisi tarafından bir önerge getirilmiş, dikkate alınmamış; 2011 yılında bir önerge getirilmiş yine dikkate alınmamış. Tam da Meclisin kapanmasının son günlerinde, hatta kapanma vaktinin geldiği günlerde, özellikle de birçok yasa tasarısı peş peşe getirilerek -burada eleştirildi, ben, o konudaki görüşlerimi tekrar etmek istemiyorum- hızlı bir kanun fabrikası gibi çalışan Meclisin iradesini bakanlara, Bakanlar Kuruluna ve direkt olarak onun vasıtasıyla Başbakana ipotek eden bir anlayışla çıkarılan kanunlar konusunda görüşler, eleştiriler yapıldı.
Ama, bunun getirilme nedenlerinden birisinin de dünyanın ve Türkiye'nin son günlerde dikkatle izlediği ve tartıştığı Gezi direnişleriyle ilgili olduğu düşüncesindeyim. Çünkü, Gezi direnişleriyle Türkiye'nin dört bir yanında ortaya çıkan gençlik hareketi ve karşı çıkış, özgürlük talepleri bugüne kadar ne bizlerin ne de iktidarın karşılaştığı türden bir kalkıştı; bunun ideolojisi farklıydı, bileşenleri farklıydı. Hepimiz buna karşı nasıl tavır takınacağımızı elbette gözden geçirmek ve değerlendirmek durumundaydık. Birçoğumuz, birçok sivil toplum örgütü, demokratik kitle örgütleriyle birlikte biz de Cumhuriyet Halk Partili milletvekilleri olarak, birey olarak bu özgürlük taleplerine destek verdik, onların yanında olduk; onların uğradığı zulüm, baskı ve şiddete karşı da onları yasalar çerçevesinde nasıl koruyacağımıza ilişkin düşünceler geliştirmeye, tedbirler almaya başladık. Ama iktidar da bir taraftan bu kalkışmanın nasıl engelleneceğine ilişkin düşünmeye başladı ve bence bu kanun tasarısını getirme nedenlerinden birisi buydu.
Bir diğeri de, özellikle Türk Silahlı Kuvvetlerinin İç Hizmet Kanunu'ndaki değişikliğe ilişkin getirdikleri konu da sizin "barış süreci" dediğiniz, benim "kalıcı bir barışın sağlanamaması için oyalama süreci" diye adlandırdığım bir sürecin tıkanma noktasına geldiğine ilişkin bir mesaj vermekti.
Bu iki meseleyi düşünerek bu konu hakkında, bu tasarı hakkında düşüncelerimizi ifade etmek istiyorum. Çünkü, niye Gezi direnişiyle ilgili olduğuna ilişkin 478 sıra sayılı Tasarı'da da olağanüstü hâle ilişkin bir yasa değişikliği getirdiniz 10'uncu maddede. Yani, durup dururken öyle tedbirler almaya başladınız ki yarın bir gün gerçekten bu kalkışın iktidara ve Başbakana yönelen, onun baskıcı, tehditkâr ve insanları ayrıştıran, bölen yasalarına, uygulamalarına karşı gelişen bu hareketi engellemek için daha sıkı tedbirler almamız gerekirse onun hazırlığını yapalım inancıyla getirildiğinin düşüncesindeyim.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin 35'inci maddesine ilişkin görüşlerimizi belirtmeden önce, şunu çok açık bir biçimde ifade etmek zorundayız: Darbenin kanunu olmaz sevgili arkadaşlar, darbe 35'inci maddeye dayanılarak yapılmaz, darbe 35'inci maddeyi kaldırarak da engellenmez. 35'inci maddedeki değişikliği onaylıyoruz. Bunu onaylamamızın nedeni de şu: Bugüne kadar tıpkı sizin birçok uygulamada yaptığınız gibi; medyayı, televizyonu, devlet kurumlarını, bürokrasiyi kullanarak yaptığınız gibi; darbeciler sanki bu yasanın arkasına gizlenerek toplumda bir aldatma, bir algı yaratmaya çalıştılar. Bu algının silinmesi için tümden bu maddenin değiştirilmesi gerektiğine inanıyoruz ve Komisyonda da buna ilişkin bazı yanlış yayınlara gene, dezenformasyona rağmen biz olumlu oyumuzu kullandık. Bu 35'inci maddenin Komisyonda oybirliğiyle değiştirilmesini sağladık. Bu konuda bu algıyı değiştirmek için yaptığımızı anlatmak istedim. Çünkü bu madde, her zaman darbecilerin, hem 12 Mart hem de 12 Eylül darbecilerinin sığındığı bir madde hâlinde değerlendirildi. Bu algının yaratılmasına izin vermemeliydik, onun için bu maddenin değiştirilmesine olumlu oy verdik.
Sevgili arkadaşlarım, ilk önce burada hem genel başkanımız, hem de bugüne kadar Cumhuriyet Halk Partisi adına konuşan bütün milletvekili arkadaşlarım açıkça ifade ettiler, ben bu kürsüden bu vesileyle bir kez daha ifade ediyorum: Darbelerin kanunu olmaz. Darbeler halka karşı, özgürlük taleplerinin yükseldiği dönemlerde ve ekonomik krizin bu özgürlük talepleriyle yürütülen mücadelelerle birlikte engellenemeyeceğinin, atlatılamayacağının anlaşıldığı dönemlerde yapılmıştır hep ve bu özgürlük talepleri sonunda daha özgürlükçü, daha demokrat iktidarların gelmesini engellemek için yapılmıştır. 1960 darbesi de böyledir, 12 Mart darbesi de böyledir, 12 Eylül darbesi de böyledir. Ve her zaman biz Cumhuriyet Halk Partililer, bütün yurtseverler darbelerin muhatabı olmuşuzdur, darbelerin mağduru değil, hiçbir zaman darbelerin mağduru olmayı da kabul etmedik, etmiyoruz, biz darbelerin muhatabı olmuşuzdur her zaman. Ve darbelerin muhatabı olanların, darbelere karşı olmayı sadece yasalarla ifade etmeleri gerekmiyor. Bu, aynı zamanda ahlaki bir duruş. Örneğin, ben, 12 Eylül darbesinin muhatabı arkadaşlarınızdan biriyim. 12 Eylül darbesinin muhatabı olarak da on beş yıl cezalandırıldım. Tek bir nedeni vardı -bugüne kadar yargılandığım mahkemelerden isteyen, merak eden detaylıca inceleyebilir- ne bir şiddet eylemi ne bir silahlı kalkış vardı; sadece özgürlük talebi, işine sahip çıkma isteği, demokratik, özerk üniversite mücadelesiydi. O mücadele hâlâ bugün sürüyorsa sizin 12 Eylüle karşı yaptığınız bütün direnişlerin, bütün karşı çıkışların yanıltıcı olmasından ötürüdür çünkü bunu gerçekleştiremediniz. Bu nedenledir, inceleyebilirler. Ama, ben, hiçbir zaman, 12 Eylülü gerçekleştiren generallerle yan yana gelme ihtimalim olmasına rağmen, yaptığım iş gereği, bulunduğum çevre gereği Kenan Evren'le aynı masada, aynı açılışta, aynı kürsüde bulunmak zorunda kalmama rağmen, olmadım çünkü benim için bu, ahlaki bir duruştu. Ama üçlünün -Cumhurbaşkanımız Gül'ün, Recep Tayyip Erdoğan'ın, Bülent Arınç'ın- geriye doğru arşivlerine bakın, hepsinin, Köşk'te, ortak resimleriyle, ortak yemekleriyle, ortak açılışlarıyla karşılaşırsınız. Onun için, burada, bütün milletvekili arkadaşlarım, eğer darbelere karşı çıkacaksak -ki bu görüşmelerin en faydalı yönünün bu olacağını düşünüyorum- her zaman, hep birlikte darbeyi yapanlarla ahlaki bir duruşu, bir sınırı koymamız gerekiyor. İşte, o zaman, biz, bu karşı duruşa karşı hep birlikte darbeleri önlemenin yolunu bulabiliriz.
"Neyle önleyebiliriz?" diye soracak olursanız, bence hep birlikte dönüp Gezi direnişine bakmamız gerekiyor. Hani, bazı arkadaşlar "Ya, bıktık bu Gezi direnişinden." diyebilir ama bıkmayalım. Nedeni şu: Başta da anlattığım gibi çok değişik bir kalkışmayla karşı karşıyayız. Bakın bugün Başbakanın ve bazı bakanlarımızın "Çapulcu, terörist, anarşist" diye aşağılamaya çalıştığı insanlar, kendilerini "Devrimci, yurtsever, milliyetçi, antikapitalist Müslüman" olarak adlandırıyorlar ve renklerine bakmadan, dillerine bakmadan, dinlerine bakmadan bir arada yaşıyorlar ve -bizim en önemli bir tek talebimiz var- herkes istediğini özgürce düşünsün, özgürce ifade etsin, özgürce örgütlensin ve yan yana yaşasın, yan yana dursun istiyorlar.
Burada birçok milletvekili arkadaşım yok ama umuyorum dışarıda, odalarında dinliyorlardır. 12 Eylül darbesinin muhatabı olarak buradaki birçok arkadaş, geçmişte ya devrimci, yurtsever örgütlerde ya ülkü ocaklarında ya da Akıncılar adlı gençlik örgütlerinde mücadele ettiler. O zamanlar da bizlere, o devleti yönetenler "Anarşist, terörist, çapulcu" adlandırması yapıyorlardı. Şunu düşünmenizi istiyorum sevgili arkadaşlarım: Belki bu Gezi direnişlerinde kaybettiğimiz 6 tane genç -Biri daha komada şu an- on yıl sonra, on beş yıl sonra tıpkı bizler gibi bu Millet Meclisinde milletvekili olarak görev yapabilirlerdi. Niye biz? Genç arkadaşlarımdan heyecanlanıp bilmeden birbirlerine laf atarak "Otur oradan, sen onları mı savunuyorsun?" diyerek bize karşı çıkanlara, bu dönemi yaşamış arkadaşların onlara, bizimle o dönemi yaşamış arkadaşların onlara bunu anlatması lazım.
Darbeleri önlemenin yolu, ifade özgürlüğünün ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki engelleri bir bir aşmaktır. Örneğin, sendikalı olduğu için iş yerinde kapının önüne konulan işçilerin kapının önüne konulmasını engellediğiniz zaman darbe yapılmamasının ve darbelere karşı dik duruşun örneğini göstermiş olursunuz.
Yine, biraz önceki arkadaşların da ifade ettiği gibi, tümüyle silahlanmaya değil de eğitime bütçe ayırdığınız zaman, sağlığa bütçe ayırdığınız zaman yani insanların günlük yaşamlarında karşılaştıkları sorunları çözdüğünüz zaman bunu kimse istismar edemez.
Evet, Başbakan konuşuyor değişik yerlerde. Sanırım bir iki gün önceki akşamda evvelsi günün akşamında da MEMUR-SEN'in iftar yemeğinde konuştu: "Evet, bu Hükûmeti yıkmak için iş adamları toplanıyor, yeni senaryolar peşinde koşuyorlar, dış güçler de komplolar kuruyor."
Bunların hepsi olabilir, bugüne kadar Türkiye'de bu tür çabalar da oldu. Fakat bunları engellemenin yolu, bu hareketlere, özgürlük taleplerine, iş, aş, ekmek taleplerine ya da Meclisin uzlaşı içinde demokratik yöntemlerle çalıştırılmalı taleplerine karşı baskı uygulamak, polis şiddetini teşvik etmek değil. "Hep beraber buradan polise, polis güçlerine, emniyet müdürlerine, bir çağrı yapalım." diyoruz kaç gündür, o çağrı yapılmıyor.
Bu gençler bizim gençlerimiz. Gençlik fedakârdır, gençliğin kanı kaynar, gençlik ülkesi için canını feda etmeye hazırdır. Hepimiz? Ben daha önce değişik yazılarımda düşüncelerimi ifade ederken de söyledim: "Ben milliyetçiyim." diyen gençler de bu ülkenin, kendi inançlarına göre, kurtulması için canlarını feda etmeye hazırdılar ve feda ettiler. -bugün, biz, buralara geldiysek şanslı olanlardanız- "Devrimciyim." diyenler de bu ülkenin selameti için, halkının özgürlüğü için, işi, ekmeği için, canını feda etmeye hazırdılar; siyasal İslam'ı savunanlar da hazırdılar. Ne oldu? Şimdi, biz, bu gençlerin hepsini niye anarşist, bölücü, terörist diye adlandırırız? Niye hepsini antikapitalist Müslüman, devrimci, milliyetçi diye adlandırmayız ve onların hepsine "Gençler ülkenize sahip çıkın, bir arada yaşamak güzeldir, silaha, şiddete başvurmayın." diye çağrı yapmayız ve bunlara çağrı yapmanın biricik yolu, yöntemi olarak, asıl güç olan, asıl sorumlu olan devlete, devletin bakanlarına, İçişleri Bakanına, Millî Savunma Bakanına görev düşmez, yürütmeyi yürütenler onlar çünkü? Ben inanıyorum, bu duyguları bütün milletvekili arkadaşlarımın çoğu paylaşıyor ama bir şeyden öte karşı çıkamıyoruz, bir şeyden. Çünkü kendi özgürlüğüne sahip olmayanlar başkalarının özgürlüğü için mücadele edemezler değerli arkadaşlar. Kendi özgürlüğümüzü bu tür konularda göstermeliyiz. Elbette bir parti disiplini, bir parti ahlakı doğrudur, yapılır bunlar ama can söz konusu olduğunda, kan söz konusu olduğunda ve insanların birbirine düşürülmesi söz konusu olduğunda hepimiz grup aidiyetini, parti aidiyetini bir kenara bırakabilmeyi görmeliyiz, becermeliyiz diye düşünüyorum. İnsan hakları ihlallerini yok edebildiğimiz müddetçe darbeye karşı doğru bir duruş gösterebiliriz. Şimdi, 12 Eylüle karşı çıkmanın temel göstergelerinden biri de?
Değerli arkadaşlarım, bazı konular turnusol kâğıdı gibi oluyor. Örneğin yine, Başbakan MEMUR-SEN'in iftar yemeğinde "Mısır'da öldürülen 53 din kardeşimizin hesabını Allah'ın huzurunda nasıl verecekler? Suriye'de öldürülen 100 bin kişinin hesabını ebedî âlemde nasıl verecekler?" dedi, çok doğru söyledi. Nasıl verecekler, ben de merak ediyorum. Keşke hep beraber oralarda olsak da bu hesabın nasıl verildiğini biz de görsek ama bu hesabı bu dünyada görebilmek mümkün, demokratik yollarla, yargıyla, yasamayla görebilmek mümkün. Peki, son kırk günde bizim ülkemizde ölen, hiç silah kullanmadan, Mısır'da olduğu gibi, Suriye'de olduğu gibi değil sadece gaz bombasıyla, gaz bombası kapsülleriyle ya da polisin çivili tahta saldırılarıyla ölen 6 gencin hesabını kim verecek? Allah'ın huzurunda kim verecek? Ebedî âlemde kim verecek?
Yine, turnusol kâğıtlarından biri; Uludere'yi geçiştiren bir iktidar darbeye karşı olamaz değerli arkadaşlarım. Herkes sordu, "Ne diyorsunuz? Kimdir? Kim emir verdi? Niye yaptınız? Açıklayın." dedi. Hâlâ tık yok. Uludere'yi geçiştiren bir anlayış, olsa olsa cami ile kışla arasındaki mücadelede mücahit olur, kusura bakmayın. Onun için bu da bir turnusol kâğıdıdır, bunu yapmadan? Darbelere karşı tek güç halktır ve halkla beraber olmaktır, hiçbir ayrım yapmadan, kim yapıyorsa, hangi iktidar yapıyorsa hangi güç yapıyorsa. Bugüne kadar bunları yapanların biri, ikisi, üçü, beşi, kaç tanesi yargı önüne çıkarılarak yargılandı? Kaç tanesine biz bu kürsüden "Ey yargı, ey yürütme -elbette sizin işlerinize karışmak için değil ama- milletin iradesi biziz, yasaları biz çıkarırız, bir yasayla engelleyebiliriz..." Yargının işine karışmıyoruz." derseniz de orada da "Durun bir dakika!" deriz. Niye "durun" deriz? Bu ülkenin MİT Müsteşarı Türkiye'nin yargısından, polisinden bir hafta kaçtı. Bir tane genci saklayanı -bugün gene İzmir'de 15 tane gözaltı olmuş- yataklıktan gözaltına alıyorsunuz. MİT Müsteşarını bir hafta saklayan kimdi? Yataklık eden kimdi? Ve MİT Müsteşarının kurtulması için yasa çıkaran kimdi? Demek ki biz yasamayız; çıkardığımız yasalarla yürütme görevini yapacak, çıkardığımız yasalarla yargı görevini yapacak. Ama, bu konuda ortak bir davranış, ortak bir yasa maalesef çıkaramıyoruz değerli arkadaşlarım. Çünkü bu tür konularda ortaklaşa tavır alma kültürünü geliştiremedik ama gençler geliştirdi. İşte, Gezi Parkı'nın bana öğrettiği, size de öğretmesi gereken en önemli şey odur ve Türkiye'nin çıkışı oradadır. "Çapulcu" adlandırmasıyla sokaklarda yapılan birkaç molotofkokteyline bakmayın, onların hiçbiri? Ben o direnişçilerin içindeydim, buradan da ihbar ediyorum kendimi, eğer suçsa ben o direnişçilerin içindeydim, Gündoğdu'daydım, Basmane'deydim. Nedeni de şuydu çünkü o insanlar bize şunu söylüyordu: Düşünceniz, inancınız ne olursa olsun beraber yaşayabilirsiniz. Orada bir kutuya herkes birer, ikişer sigara atıp sigarası olmayanlar sigarasını içiyordu; orada kandil simidi dağıtılıyordu; orada, son günlerde gördüğünüz gibi, beraber iftar yemeği veriliyordu ve orada insanlar özgürce düşüncelerini ifade ediyordu ve hiç kimse de o düşüncelere karşı çıkışı yaftalayarak sonuçlandırmıyordu; sen şucusun, sen bucusun demiyordu. O nedenle oraya her beraber bakmamız gerekiyor.
Yine, bu kanun tasarısı görüşülürken, bugüne kadar Millî Savunma Komisyonuyla ilgili gelen bütün tasarılarda söylediğimiz gibi, bazı eşitsizliklerin ve bazı bölücü davranışların ortadan kalkması için önergelerimizi getirdik, getirmeye de devam edeceğiz. Arkadaşlarım onu anlatacak ama?
Bu resen emekliler meselesini bir kez daha anlatmak istiyorum. Bu da darbelere karşı olup olmanın kıstaslarından biri, o da şu: Daha önce çıkarılan bir yasayla Askerî Şûra kararlarıyla ordudan atılanlara özlük hakları iade edildi, görevlerine döndüler ama 1971 12 Mart darbesiyle ordudan atılanlara, 12 Eylülle ordudan atılanlara ve bu arada yargı yolu açık olarak ordudan atılanlara geriye dönme şansı verilmedi, hakkı verilmedi ve her sefer sorduk, bir kez daha soruyoruz: Sıkıyönetim mahkemelerinin yargılamalarını meşrulaştırıyorsunuz, her konuda olduğu gibi bu konuda da meşrulaştırıyorsunuz, bundan vazgeçin. "12 Marttada, 12 Eylülde de Türk Silahlı Kuvvetlerinden atılmış arkadaşların, subayların görevlerine dönebilmelerinin ve özlük haklarına kavuşabilmelerinin yolunu açın." dedik. Her seferinde şu cevabı aldık: "Çalışıyoruz." Çalışıyoruz, çalışıyoruz? En son, geçen görüşmeler yapılırken Bakanımıza dedim ki: "Sevgili Bakanım, artık önümüze TSK'yla ilgili bir yasa gelinceye kadar da bu `Çalışıyoruz.' lafını bırakalım, hep beraber çalışalım -ve sonuçta bu çalışma işi sonuçlandı- biz de `Şu, şu, şu cinayeti işledikleri için, ceza aldıkları için bunların özgür haklarını iade etmiyoruz ama onun dışındakileri 12 Martla, 12 Eylülle hesaplaşmanın da bir örneği olarak iade ediyoruz.' diyelim."
Umarım bu görüşmelerde de tıpkı dün olduğu gibi uzlaşı önergelerle bunu sağlarız ve hep beraber darbelerin bir yarasını daha sarmış oluruz diyorum, saygılar sunuyorum. (CHP sıralarından alkışlar)