| Konu: | YÜKSEKÖĞRETİM KURUMLARI TEŞKİLATI KANUNUNDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN TASARI VE TEKLİFİ |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 107 |
| Tarih: | 16.05.2012 |
CHP GRUBU ADINA METİN LÜTFİ BAYDAR (Aydın) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı üzerinde Cumhuriyet Halk Partisinin görüşlerini aktarmak üzere söz almış bulunuyorum. Yüce ulusumuzu ve onun temsilcileri olan sizleri saygıyla selamlıyorum.
Nasıl ki açık oto pazarlarında ikinci el müşterisini kandırmaya yönelik olarak Doğan görünümlü Şahin'ler satışa sunuluyor ise üniversitelerin isimlerinin de yaşayan insanların adlarıyla değiştirilmesi bende aynı duyguyu uyandırıyor.
Doğru olan, etik olan, dünyada da kabul gören, sizin adınızın bir yere verilmesi takdirinin sizden sonra gelecek nesillerce yapılmasıdır. Dünya bunu böyle yapıyor.
Üniversitenin isminin yaşayan bir siyasinin ismiyle değiştirilmesi acaba üniversitelerin hangi sorununu çözmektedir? Üniversitelerin kalite sorunu duruyorken, akademik, idari ve mali özerklik problemleri hâlâ varken ve 12 Eylül darbesinin ürünü olan YÖK yasası hâlâ ortadayken sizin "Biz darbelerle hesaplaşmak istiyoruz." laflarınıza kim inanır? Gülüp geçiyorum. Siz değil miydiniz, 2002 yılında, YÖK'ün kaldırılmasını Acil Eylem Planı'na koyan? Sonra ne oldu? Ele geçirdiniz ve askerî darbe dönemlerinde olmayan baskıyı bu dönemde kurdunuz.
Kendinize benzemeyen kim var ise üniversiteden atmak için her türlü numarayı çeviren adamlarınız artık üniversitelerde. Ancak bir şeyde yanılıyorsunuz; üniversite bir forumdur, her türlü düşüncenin tartışılacağı ve her farklı sesin yaşayabileceği, akademik özgürlük ortamında doğrunun bulunacağı yerlerdir. Sizler sadece sizin gibi düşünen, aklına ipotek koyacağınız insanlar yetiştirmek istiyorsunuz, biz ise insanları olduğu gibi kabul eden, farklılıklarımızı zenginliğimiz sayan bir anlayışa sahibiz; işte fark burada.
Dünya tarihine baktığımız zaman sizin gibi düşünenlerin başlangıçta kazanmış gibi görünseler de sonunda hep kaybettiğini görüyoruz. Örneğin, dünyanın ilk üniversitesi olarak 1088 yılında İtalya'da kurulan Bologna Üniversitesi başlangıçta papazlar ve kilise tarafından yönetilmiş ve skolastik düşüncenin merkezi olmuş ise de sonunda akademik özgürlüğün en önde geldiği üniversitelerden birisi olarak, Umberto Eco'yu, Romano Prodi'yi yetiştiren üniversitelere dönüşmüştür. Siz ne kadar bugün üniversitelerimizde kendinize yakın insanlarla bir dönüşüm yarattığınızı sansanız da, üniversitelerin sesi artık çok çıkmıyor ise de, öğretim üyelerini, öğrencileri sindirseniz de üniversiteler önünde sonunda sorgulayan ve aklın egemen olduğu kurumlar olacaktır; bundan kaçamazsınız.
Biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak yeni üniversite açılmasına karşı değiliz ancak bu yeni üniversite açmanın bir planlama altyapısı olmamasına karşıyız. Vakıf üniversiteleri açıyorsunuz. Bu vakıflar kimdir? Daha önce hangi eğitim deneyimleri ve geçmişi vardır? Bunları merak ediyoruz.
Türkiye'nin kendini zorlayan genç nüfusu ve bölgesel şartlar göz önüne alındığında Türkiye'nin 2023 yılında 250 üniversitesinin olması doğaldır ve bu beklenmektedir. Türkiye'nin ihtiyacı olan insan gücüne ait bir çalışmanız maalesef yoktur. Her yerde benzer üniversiteler açmak yerine bölgesel sorunlara çözüm üretecek, belirli alanlara yoğunlaşmış tematik üniversitelerin açılması tartışılabilir. 26 ilde 41 tematik üniversite açılmasına yönelik kanun teklifi verdik, gündeme bile getirmediniz. Bilim ve teknoloji, girişimcilik, doğa bilimleri, sosyal bilimler, turizm, sağlık bilimleri belirli tematik alanlar olabilir. Bugün üniversitelerimizle işsizlik iki ile dört yıl arası geciktirilmekte, fakülte okuyanlar dört yıl ve meslek yüksekokullarında okuyanlar iki yıl, işsizlik öncesinde annesinin, babasının parasıyla üniversitelerde oyalanmakta, mezun olduktan sonra işsizliğe devam etmektedirler.
Türkiye'nin en önemli problemlerinden birisi üniversite mezunu genç işsizliktir. Bu, milletvekili olan tüm arkadaşlarımızın gündemindeki ilk problemdir. İktidarın üniversite mezunlarının istihdamıyla ilgili bir derdi yoktur. İş gücü piyasalarının ihtiyaçlarına yönelik bir üniversite kontenjanı ve eğitim anlayışı da maalesef yoktur. Yükseköğrenimdeki temel çelişki halkımız, yani anne ve babalarımız genç nüfusun üniversite eğitimini talep ederken ancak iş gücü piyasaları ve ekonomik gereksinimlere göre Hükûmet on yıldır bir planlama yapamamıştır. Türkiye, Dünya Bankası ve IMF'in tezlerini özel sektör için uygularken, kendi gençleri için zor ve zahmetli bir planlama çalışmasına girmekten maalesef uzak durmaktadır.
YÖK için önerimiz basittir: Var olan yapı derhâl yok edilmelidir. Üniversiteler üzerinde 12 Eylül vesayetinden sonra günümüzde var olan AKP vesayeti de kalkmalıdır. YÖK, Millî Eğitim Bakanlığı ya da Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığında bir genel müdürlük olarak ulusal insan gücü kaynakları planlaması yapan, bu bağlamda üniversitelerin eğitim ve araştırma faaliyetlerinde yön çizmesine katkı sağlayan, üniversiteler hakkında ulusal veri toplayan ve yıllık raporlar hâlinde bunu paylaşan bir birim olmalıdır. Bu Bakanlığın bünyesinde, ayrıca genel olarak üniversitelerin ve açılacak yeni birimlerin akreditasyonundan ve ulusal kalite standartlarının saptanmasından ve takibinden sorumlu bir başka genel müdürlük, kalite değerlendirme genel müdürlüğü de kurulmalıdır. Modern üniversite olmak mali, akademik, idari özerkliği gerektirir. Üniversiteler, kendi amaçlarını kendileri belirledikten sonra, bu amaçlara nasıl, hangi yöntem ve araçlarla ve hangi kaynaklarla erişeceğini kendisi belirlemelidir. Yatırım kararları, herkesin takdir edeceği üzere, Ankara'da değil, bölgenin ve üniversitelerin öncelikleriyle şekillenmelidir. Üniversiteler öncelikleri, kuşkusuz, ulusal strateji belgelerini dikkate alarak belirleyecek akla ve güce sahiptirler. Böylelikle, harcanan her kuruşun neden ve neye harcandığı üzerinde tartışmalar en aza indirgenebilecektir.
Küreselleşme ve yükseköğretimde artan uluslararasılaşma, uluslararası hareketlilik ve iş birliği üniversitelerin kurumsal olarak özerk ve eğitim, öğretim, araştırma faaliyetlerinin ise akademik özgürlük çerçevesinde yapılması ve yerelleştirilmesinin YÖK'ten üniversitelere aktarılmasını gerekli kılmaktadır.
Üniversiteler bugün, bilim ve eğitim alanında uluslararası iş birliği anlaşması yapmak için YÖK'ten müsaade almak zorundadırlar. Merkeziyetçi, vesayetçi ve kontrolcü yaklaşımlar insanların, kurumların tam kapasiteyle çalışmalarını, tüm enerjileri ile kendi koydukları hedeflere ulaşmak için çalışmalarını engellemektedir. Bu durum ise ülke çapında kapasitenin gelişmesine ket vurmakta, başarının önüne set çekmektedir. Bu bir kısır döngüdür, geriye doğru işleyen bir sarmaldır. Sanayi devriminden kalma bu model değişmelidir. Bilgi ve teknoloji temelli, ekonomiye ve topluma, hızla değişen ve uluslararasılaşan yükseköğretim kurumlarına bu model dar gelmektedir.
Şimdi de millî eğitimle ilgili birkaç şey söylemek istiyorum: Türkiye'de eğitimin devlet eliyle yürütülmesi fikrinin tarihi oldukça eskidir. Bu fikir, Osmanlı Devleti zamanında II Mahmud döneminde gündeme gelmiş ve 1857'de Maarif Vekâleti kurulmuştur. O günlerden bu yana Türkiye'nin millî politika konularından biri eğitimdir. Bugün pek çokları tarafından burun kıvrılan Tevhidi Tedrisat, yani Eğitim-Öğretimin Birleştirilmesi Kanunu da bu fikrin tamamlayıcısı niteliğindeydi. Türkiye'de devleti yönetenler yeni yetişecek nesillerin bu ulusun geleceği olduklarının bilinciyle, onlara kaliteli eğitimi vermek için millî eğitim sistemini oluşturdular. Eğitimin millî olması hem Batı'nın hem de herhangi bir başka kültürün hegemonyası karşısında yeni nesilleri kimlik bunalımından kurtaracak ve onlara kendi ulusal kimliklerini kazandıracak bir formasyon edindirmeyi amaçlamıştır ancak Türkiye son iki yüzyıldır iki uç düşüncenin çatışma alanı olmuştur. Bu düşüncelerden ilki, her iyi kavramı, kurumu, sistemi Batı'da gören ve bunları içinde geliştikleri şartları görmeden ithal etmek kolaycılığına kapılanlardır. Bunlar tarihsel süreç içerisinde Avrupalı toplumların kendi yaşam deneyimlerinin ürünü olan pek çok kavramı ve kurumu Türkiye'yi kurtaracak bir reçete olarak ithal etmekte Batılı ülkelerin de teşvikiyle herhangi bir sakınca görmemişler ancak uygulama Batı'dan farklı sonuçları beraberinde getirmiştir. Dikkat edin, bu görüşün taraftarları, kendi düşünüş biçimlerinin doğruluğu üzerinde ısrarcı olmaya devam etmektedirler.
Bunlarla çatışan bir diğer düşüncenin taraftarları ise Batı'yı olabildiğince reddedip "Arap ve Vehhabi kültürüne daha ne kadar yaklaşabilir isek kurtuluşumuz oradadır." diyenlerdir. Bunlar da diğerleri gibi tarihsel süreç içerisinde Arapların "kavmi necip" olarak ortaya koydukları yaşam deneyimini Türkiye'nin izlemesi gereken yol haritası olarak görmektedirler. Bunlar her ne kadar Batı'yı reddeder görünseler de Batı'nın insanlık mirasına kazanımı olan sivil toplum, özel eğitim, küreselleşme gibi kavramları pragmatist bir anlayışla kullanmaktan da geri durmamaktadırlar. Bunlar da kendi dünya görüşlerinde ısrarcı ve baskıcıdırlar.
İşte Türkiye, son iki yüzyıllık modernleşme çabaları neticesinde, bu iki uç kutbun çatışma alanı hâline gelmiştir. Tarihsel konjonktürde II. Abdülhamit, İttihat ve Terakkinin ve Mustafa Kemal'in tek hedefe odaklandığından habersiz olan ya da habersiz görünen bu zihniyetler, Türkiye'yi kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürmeye ve bu dönüştürme için de millî eğitime el atmaya devam etmektedirler. Bu çatışma hâlen devam etmekte ve eğitimdeki "millîlik" vurgusu gün geçtikçe Bakanlığın tabelasında asılı duran bir kelime hâline dönüşmektedir. 1800'lü yılların sonunu ve 1900'lerin başını bir kez daha düşünebilir isek 2000'lerin Türkiyesi'nde bizden önce memleket hizmeti görmüş bu değerli devlet büyüklerinin neleri amaçladıklarını kolaylıkla anlayabiliriz. O dönemde amaç, çağın gereklerini yerine getirmekte zorlanan ve bu nedenle dağılmaya yüz tutan bir imparatorluktan yeni bir ulus yaratmaktan başka bir şey değildi.
II. Abdülhamit bunu önce tüm Osmanlı milletleri için denedi, bu olmadı. Sonra İmparatorluğun sınırları içindeki İslam unsurları için denendi. Orada da ortaya çıkan tarihsel trajedilere burada değinmeyeceğim. Sonuç olarak o da gerçekleşmedi. İttihat ve Terakki'de II. Abdülhamit'in bu politikaları başlangıçta benimsendi. Ancak bunların işler olmadığı görüldüğünde, Türk ulusuna dayanan bir ulus devlet fikri etkinlik ve geçerlilik kazandı ve Mustafa Kemal Atatürk, II. Abdülhamit'in ve İttihat Terakki kadrolarının memleketi kurtarma arzularını gerçekleştiren tarihsel aktör oldu.
Türkiye'yi kurtarmak elbette sadece ülkeye toprak kazanmakla olmuyordu. Yetişmiş insan gücüne sahip olmak, bunun sürekliliğini sağlayan gerçek bir bağımsızlık gerekiyordu. Ünlü Türkiye uzmanı Erik Jan Zürcher'in ortaya koyduğu rakamlar o dönemin koşulları hakkında fikir veriyor. Buna göre, Türkiye'de Birinci Dünya Savaşı koşullarında insan gücü kaybı 3,5 milyon kişidir. Bu, savaştan en büyük zararı görmüş olarak kabul edilen Fransa'nın 20 katıdır. 1923 Türkiyesi neredeyse hiç müdürü, mühendisi, doktoru olmayan bir ülke olmaktan başka, hemen hemen hiç kalifiye garsonu, kaynakçısı ve elektrikçisi de bulunmayan bir ülke durumundaydı. Öyle ki kaybolan vasıfları yeniden edinmek bir kuşağın yaşam süresine rast gelecekti.
Mustafa Kemal Atatürk bu koşullarda Türkiye mucizesini millî eğitimle, millî kültürle, kendi insanına, kendi insanının ortaya koyabileceklerine olan inancıyla ortaya çıkardı. Batılılaşma politikalarını Türk insanının üstün taraflarını insanlığa tanıtmak ve insanlık mirasına katmak amacıyla uyguladı. Türkiye'de ulusal kimliğin oluşturulmasına özen gösterdi. "Tercüme et, kullan." kolaycılığına kaçmak yerine ortak insanlık mirasına mal olmuş değerleri benimsemeye özen gösterdi. Millî eğitim de bu millî kimliğin bir parçası olarak düşünüldü. Dolayısıyla, millî eğitim Türkiye'nin en önemli politika alanlarından birini oluşturmaya devam etmektedir. Size bunları anlatmakla bir devri saadet hatırlatmaya çalışmıyorum, sadece o dönemlerin ruhunu anlamanız açısından bu örnekleri size sunuyorum. Zira, zamanın ruhunu kavramadan, o dönemin koşullarını anlamadan geçmişimizi sağlam bir değerlendirmeye almamız da mümkün değil. Zamanın ruhunu anlamadan yapılan her değerlendirme, anakronik, eskimiş olmaya mahkûmdur.
1930'lu, 1940'lı yılların gazete manşetlerini bugünün dünya görüşleri ışığında ele almak, Fatih'in fedaisi Kara Murat'ın filmlerinde kol saati takmasına benzer. Konuşmamın başında söylediğim gibi, bugünün dünyası çok daha farklı gerçeklere sahip bir dünya. Bugünün dünyasında toprak büyüklüğü ya da nüfus büyüklüğü de doğrudan bir anlam ifade etmiyor. Bakın, 2011 yılı dünyanın en gelişmiş ekonomileri sıralamasında, bizim Konya vilayetimiz kadar olan Hollanda, büyüklüğüyle övündüğümüz Türkiye ekonomisinden daha fazla bir toplam değer üretmiş. Hollanda'nın ürettiği bu gayrisafi millî hasıla tek tek Hollandalılara dağıtıldığında 50 bin dolar civarında bir kişi başı gelir oluyor. Toplam refah pastasının büyüklüğü bakımından Hollanda'nın hemen arkasında yer alan Türkiye'de ise kişi başına gelir 10 bin dolar civarında. Bir Hollanda vatandaşının bir Türkiye vatandaşına göre 5 kat daha fazla maddi olanağı bulunuyor.
Peki, bu rakamları nasıl değiştireceğiz, nasıl geliştireceğiz? Elbette ki nitelikli insan yetiştirerek. Bakınız, bugün Türkiye'de nüfusumuzun dörtte 1'i on beş yaşın altında ve eğitimlerinin ilk kademelerinde bulunuyor. Öte yandan, her yıl ortalama 1 milyon 250 bin yeni öğrencimiz yükseköğretim çağına geliyor. Nüfusumuzun yüzde 50'si otuz yaşın altında. Bu, bugünün dünyasında müthiş bir avantaj hâline gelebilir.
Türkiye'de bugün öyle bir yapay gündem var ki, vatandaşlarımız bu yapay gündemle, maalesef, bu geri kalmış rakamlardan uzak tutuluyor. Bu yapay gündeme göre, ortaokul düzeyine gelen çocuklarımız doğrudan 5, 6, 7'nci sınıflara devam etmekten öte, imam hatip okullarına giderlerse bütün sorunlar çözülecek sanılıyor. Maalesef, tüm kamuoyu, eğitim politikaları denildiğinde bu konuya saplanmış kalmış durumda. Oysa eğitimin bir bütün olarak ve bu bütüne elbette ki imam hatip okullarını da dâhil ederek ele alınması gerekiyor.
Türkiye'de millî eğitime ayrılan pay konusunda ciddi bir gelişme maalesef ki 2012 bütçesinde de yok, toplam millî gelirinin 2,74'ü.
Şimdi diyeceksiniz ki: "Almanya'da da 2,8'i." Ama Almanya'nın 4 trilyon dolarlık millî gelirini düşündüğümüz zaman bizim rakamın ne kadar küçük kaldığını göreceğiz. Peki, ne yapacağız? Eğitime daha fazla kaynak ayırmamız, eğitim sistemini günlük iktidar hırslarından uzak, çağdaş bir anlayışla kurgulamamız, mesleki eğitime, yükseköğretime gereken önemi vermemiz, kamu okullarını da özel okullar gibi donatmamız, eğitim standartlarımızı gelişmiş denen göstergelere göre yatırım yaparak geliştirmemiz önem ve öncelik arz ediyor.
Son olarak şunu söylemek istiyorum: Millî eğitimimizin dünyaya, kendi kimliğine sahip olan özgür bireyler olarak yetişecek Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını kazandırması gerektirdiğini ifade ediyor, yüce ulusumuza ve onların temsilcileri olan siz değerli milletvekillerine saygı ve sevgilerimi sunuyorum.
Teşekkür ediyorum. (CHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Baydar.