| Konu: | HAKKÂRİ MİLLETVEKİLİ ADİL ZOZANİ'NİN 506 SIRA SAYILI BÜTÇE KANUNU TASARISI İLE 507 SIRA SAYILI KESİN HESAP KANUNU TASARISI'NIN İKİNCİ TUR GÖRÜŞMELERİNDE BDP GRUBU ADINA YAPTIĞI KONUŞMASI SIRASINDA ŞAHSINA SATAŞMASI NEDENİYLE |
| Yasama Yılı: | 4 |
| Birleşim: | 28 |
| Tarih: | 11.12.2013 |
BDP GRUBU ADINA EROL DORA (Mardin) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 2014 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı kapsamında Vakıflar Genel Müdürlüğünün bütçesi üzerinde Barış ve Demokrasi Partisi Grubu adına söz almış bulunmaktayım. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Bildiğiniz gibi, vakıflar, toplumda sosyal adaleti ve barışı temsil eden çağdaş sosyal organizasyonların, gönüllü kuruluşların, tarihsel olarak eski ama bir o kadar da canlı örneğidirler. Vakıflar, ait oldukları toplumun sosyal bünyesi, kültürel yapısı ve değerlerinden beslenirler. Özellikle, Türkiye'de sosyal devletin birçok yükümlülüğünü vakıflar yerine getirmektedir.
Cemaat vakıfları ise gayrimüslim azınlıklara ait kilise, manastır, okul, hastane gibi kurumların yönetimini üstlenen vakıflardır. İslam hukukunun normlarına ve Osmanlı yönetiminin millet sistemi pratiklerine göre tesis edilmiş olan cemaat vakıfları cumhuriyetin kurulması aşamasında Lozan Antlaşması'nın azınlık haklarına ilişkin hükümleriyle koruma altına alınmıştır.
Değerli milletvekilleri, Lozan Antlaşması, gayrimüslim azınlıklara kendi eğitim, sağlık, din ve hayır kurumlarını kurma ve yönetme, kendi kaynaklarıyla açacakları ve idare edecekleri özel okullarda ana dillerinde eğitim görme gibi hakları bir anlamda güvence altına almak gayesi taşır. Lozan Antlaşması, Türkiye devletine de azınlıkların bu haklarından yararlanabilmeleri için önemli görevler yüklemiştir. Üst hukuk özelliği taşıyan bu uluslararası anlaşmanın hükûmetlere, atfettiği yükümlülüğe karşın cumhuriyet döneminde çıkarılan yasalar ve uygulanan ayrımcı politikalar gayrimüslim azınlıkların Lozan Antlaşması'nda öngörülen eşit vatandaşlık konumuna ve pozitif haklarına aykırı kısıtlamalar getirmiştir. Merkeziyetçi, dinsel ve etnik farklılıklar karşısında homojenleştirici bir ulus devlet modeli dayatılması azınlık cemaat vakıflarının idamesini çok zorlaştıran koşullar getirmiştir. Öte yandan, devlet, bu vakıfların mülkiyet sorununu bir insan hakları ve vatandaşlık meselesi değil, bir millî güvenlik ve dış politika sorunu ve dinsel bir hoşgörü meselesi olarak algılamaya devam etmektedir.
Vakıflar Kanunu'nun yürürlüğe girmesiyle birlikte 1936 yılında devlet tüm vakıflara mülklerini beyan etme ve tapuya kaydettirme zorunluluğu getirdi. 1936 yılından sonra azınlık vakıfları gerek satın alma gerekse bağış yoluyla gayrimenkul edinmeyi sürdürürler, ta ki Yargıtay 1974 yılında azınlık vakıflarının mülk edinmelerini yasaklayan kararı verene dek. Nitekim cemaat vakıfları 1936 yılından 1970'li yıllara kadar satın alma, bağış ve vasiyet gibi yollarla taşınmaz edinmiş ve tapuya kaydettirmişlerdir. Ancak 1974 tarihli Yargıtay kararıyla bu beyannameler vakfiye olarak kabul edilmeye başlanmış ve bu tarihten sonra cemaat vakıflarının yeni mal edinmeleri engellendiği gibi, Yargıtayın bu kararına istinaden peş peşe açılan davalar neticesinde Ermeni, Rum, Süryani, Keldani ve Musevilere ait yüzlerce taşınmaza el konulmuştur.
Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin 1999 yılında Avrupa Birliğine üyeliği için resmen aday ilan edilmesi Avrupa Birliğine uyum dönemi olarak kabul edilen yeni bir dönemin başlamasına vesile olmuştur. 1999-2002 yıllarında iktidarda olan koalisyon hükûmeti döneminde bazı reformlar gerçekleştirilmiş olmakla beraber son yıllarda azınlık vakıflarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde açtığı davaların da etkisiyle 2003, 2008 ve 2011 yıllarında azınlık vakıflarıyla ilgili olarak önemli düzenlemeler gerçekleştirilmiştir ancak bu düzenlemeler mazbutaya alınmış vakıflar meselesini kapsayacak çözümler üretmemiştir.
Bilindiği gibi, 1935 Vakıflar Kanunu'nun cemaat vakıflarını mülhak vakıf statüsüne alması bu vakıfların mazbutaya alınmasına ve böylece taşınmazlarına el konulmasına yasal dayanak sağlamıştır. Mazbutaya alınan bu vakıfların taşınmazlarının yanı sıra yönetimleri de Vakıflar Genel Müdürlüğünün kontrolüne geçmiştir.
Mazbut vakıflarla ilgili çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, İskenderun Süryani Katolik Vakfı mazbutaya alınmış ve bu vakfa ait kilise binası yıllarca müstehcen filmlerin gösterildiği bir sinema olarak kullandırılmıştır. AK PARTİ döneminde bu vakfa ait yapılar restore edilmiş, restore edilen yapı, sadece kilise binası kısmıyla sınırlı olmak üzere kiralama usulüyle İstanbul Süryani Katolik Vakfının kullanımına bırakılmıştır. Ancak, restore edilen yapı içerisinde yer alan dükkânlar ve diğer taşınmazlar vakfın kullanımına bırakılmamıştır.
Mazbutaya alınan vakıfların ilgili cemaatte yarattığı mağduriyetin iyi anlaşılması açısından somut bir durumu sizlere aktarmak istiyorum. Geçen Paskalya Bayramı'nda Eş Başkanımız Sayın Gültan Kışanak ile birlikte İskenderun Rum Ortodoks Kilisesi'ni ziyaret ettik ve cemaatin Paskalya Bayramı'nı kutladık. Daha sonra İskenderun Süryani Katolik Kilisesi'ni ziyarete gittik, onların da Paskalya Bayramı'nı kutlamak için. Kilise binasında bizleri karşıladılar, bayramlarını kutladık ancak bizi misafir edecekleri, oturtacakları bir mekânları yoktu. Bu nedenle kilise binası içerisinde bize içecek ikram etmek zorunda kaldılar. Bunun nedeni ise vakfa ait olduğu hâlde, el konulmuş bulunan dükkân ve diğer taşınmazların cemaatin tasarrufuna bırakılmamış olmasıdır yani bu vakfın mazbutaya alınmış olmasıdır. Orada Süryani Katolik cemaati üyelerinin bizleri karşılamaları esnasında yüzlerine yansıyan mahcubiyeti unutmamız mümkün değildir. Bana göre, bu mahcubiyet aslında hepimizin mahcubiyetidir.
Haddizatında ilgili cemaate ait olan bir ibadethaneye önce el konulması, ardından da o cemaate kira karşılığında kullandırılması uygulamasını kamuoyunun ve insanlığın takdirine bırakıyorum. Bilinmelidir ki el konulmuş yüzlerce taşınmazın iadesi için azınlık vakıflarınca müracaat edilmesine rağmen bunlardan çok azı iade edilmiş, müracaatların çok büyük bir kısmı ise reddedilmiştir. Ret gerekçeleri bizce Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 1'inci Protokolü'nde yer alan mülkiyet hakkına, evrensel hukuka ve Lozan Antlaşması'nın lafzına ve ruhuna aykırılık teşkil etmektedir.
Tuzla Ermeni Yetimhanesi, bugün Mardin'in en ihtişamlı yapısı olan ve şu anda müze olarak kullanılan Süryani Katoliklere ait Patrikhane binası ve Edirne Sinagogu iade edilmeyen taşınmazlar konusunda kamuoyunun da yakından bildiği örneklerden yalnızca birkaçıdır.
Değerli milletvekilleri, Sayın Başbakan demokratikleşme paketini açıklarken "Mor Gabriel, diğer adıyla Deyrulumur Manastırı arazisi manastır vakfına iade ediliyor. Böylece bir haksızlığı gideriyor, Süryani vatandaşlarımıza önemli bir haklarını teslim ediyoruz. Süreç devam ediyor, incelemeler devam ediyor. Hiç kimseyi mağdur etmeden, hak sahiplerine haklarını teslim edeceğiz." demiştir. Biz, Mor Gabriel Vakfının arazilerinin iadesini bir hakkın iadesi olarak değerlendiriyor ve olumlu bir gelişme olarak görüyoruz. Sayın Başbakanın bu söylemine de değer biçiyoruz.
Bu bağlamda bizim beklentimiz, 1912'den başlamak üzere, 1936 beyannamesinde kayıtlı olup olmamasına bakılmaksızın, gayrimüslim cemaat vakıflarının ellerinden alınmış bulunan ve mazbutaya alınmış vakıflar da dâhil olmak üzere hiçbir şart ileri sürmeden ilgili cemaatlere iadesidir. Laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olduğunu iddia eden bir devlete yakışan da budur.
Değerli milletvekilleri, din ve inanç özgürlüğünün önemli bir bileşeni olan din adamı eğitimine ilişkin kısıtlamalar gayrimüslim toplumun karşılaştığı temel sorunlardan biri olmaya devam etmektedir. Hükûmete yapılan başvurulara ve üst düzey devlet yetkililerinin tekrar açılabilmesine yönelik olumlu beyanlarına rağmen, Heybeliada Ruhban Okulunun da yeniden eğitime başlamasına hâlen izin verilmediği bilinmektedir.
Ruhban okulunun açılmaması da Lozan'ın 40 ve 42'nci maddelerine açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Ruhban okulu bu ülkenin bir kurumudur.
Yunanistan ile ilgili olarak mütekabiliyet ilkesi ileri sürülerek açılmaması, Lozan Antlaşması'nın ve uluslararası hukukun bir ihlalidir. Bu durum aynı zamanda Türkiye'nin uluslararası prestijini de zedelemektedir.
Değerli milletvekilleri, bilindiği gibi, Alevi yurttaşlarımıza ait bazı vakıf mülklerine de el konulmuştur. Hâlâ cemevlerinin yasal bir statüye kavuşturulmamış olmasını da büyük bir hukuksuzluk ve ayrımcılık olarak görmekteyiz ve bu durum, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 9'uncu maddesini yani düşünce, vicdan ve din özgürlüğü ile 14'üncü maddesindeki ayrımcılık yasağını açıkça ihlal etmektedir.
Değerli milletvekilleri, diğer bir konu, vakıfların seçim yönetmeliği sorunudur. Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından iptal edilmiş olan cemaat vakıflarının yönetim kurullarının seçimini düzenleyen yönetmeliğin yerini tutacak yeni ve çağdaş bir yönetmeliğe ivedilikle kavuşmaları gerekmektedir. Yönetim kurullarının seçimini düzenleyen yönetmeliğin bir yıldan uzun süredir mevcut olmaması cemaat hayatını sekteye uğratmış ve bu nedenle görev zamanları dolmuş cemaat yöneticileri çeşitli idari sıkıntılar yaşamaktadırlar. Mevcut hukuki boşluk, demokratik hak ihlallerine, anayasal bir hak olan seçme ve seçilme özgürlüğünün kullanılmamasına sebep olmaktadır. Söz konusu sıkıntılar ilgililerce Vakıflar Genel Müdürlüğüne iletilmesine rağmen, henüz bir sonuç alınamamıştır.
Gayrimüslim cemaatlerin ruhani kurumlarının, patrikhanelerin ve hahambaşılığın tüzel kişilikten yoksun olması, dinî cemaatin varlığını sürdürebilmesi için gerekli olan kimi eylem ve işlemlerin gerçekleştirilememesine neden olmaktadır. Buna bağlı olarak yaşanan hak ihlalleri bugün uluslararası hukukta tartışılmakta ve tüzel kişiliğe sahip olma hakkının tanınmaması Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında da din özgürlüğünün ihlali olarak değerlendirilmektedir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sonuç olarak, her ne kadar son on yıl içerisinde azınlık vakıflarına ait el konulmuş taşınmazların iadesi noktasında bazı olumlu düzenlemeler yapılmış olsa da, yukarıda saydığımız birçok sorun hâlâ çözümlenmiş değildir.
Vakıflar Kanunu geçici 11'inci maddeye dayanılarak cemaat vakıflarının ellerinden alınmış bazı taşınmazlar iade edilmiştir. Ancak, bu maddenin de karşılayamadığı durumlar mevcuttur. Örneğin, 11'inci madde 1936 Beyannamesi'ni esas almaktadır. Mesela, Hatay'daki vakıfların 1936 Beyannamesi olması zaten mümkün değildir. Dolayısıyla Hatay'da bulunan cemaat vakıflarının taşınmazlarının bu maddeye istinaden iadeleri de mümkün olamamaktadır çünkü 1936 yılında Hatay Türkiye'ye bağlı değildi.
Özellikle 1974'ten itibaren Yargıtayın kararıyla gayrimüslim vakıflara sistematik bir şekilde el konulması süreci, azınlıkları büyük bir gelir kaybına uğratmış ve azınlıkları fiilî olarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı dışına itmiştir. Bu durum, azınlıkların kendi kültürlerini yaşatma konusunda büyük sıkıntılara düşmelerine yol açmış ve bunun doğal bir sonucu olarak, Türkiye'nin en büyük zenginliklerinden birisi olan Süryani, Ermeni, Rum ve Yahudi azınlıklar her geçen yıl ciddi nüfus kayıpları yaşamış, birçok vatandaşımız yaşadıkları toprakları terk edip Avrupa ülkelerine göç etmek zorunda kalmışlardır.
Temennimiz, mazbutaya alınmış vakıflar başta olmak üzere -biraz önce de ifade ettiğimiz gibi- 1912'den itibaren ve daha sonra 1936 Beyannamesi gerekçe gösterilerek cemaat vakıflarından alınmış ve üçüncü şahıslara haksız biçimde devredilmiş tüm taşınmazların hiçbir şart öne sürmeden, bir an önce iade edilmesi ve sosyal, kültürel, siyasi, eğitim ve dinsel alanlarda günümüzde azınlıkların karşılaştığı tüm sorunların bir an önce çözüme kavuşturulmasıdır.
Ayrıca Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesinden kültürel mirasımız olarak artık kabul edilmesi gereken kilise, manastır, sinagog gibi yıkılmaya yüz tutmuş tarihî yapıların restorasyonu için daha fazla ödenek ayrılması, kültürel mirasımıza ve toplumsal barışımıza da hizmet edecektir.
Bu düşüncelerle, 2014 bütçesinin ülkemize hayırlı olmasını temenni ediyor, tekrar Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (BDP sıralarından alkışlar)