| Konu: | 2014 YILI MERKEZİ YÖNETİM BÜTÇE KANUNU TASARISI İLE 2012 YILI MERKEZİ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI NEDENİYLE |
| Yasama Yılı: | 4 |
| Birleşim: | 30 |
| Tarih: | 13.12.2013 |
CHP GRUBU ADINA ÖMER SÜHA ALDAN (Muğla) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; yargının içinde bulunduğu durumu değerlendirmek için 12 Eylüllerdeki değişime göz atmak yerinde olacaktır. Kısaca, yargının başına ne geldiyse 12 Eylüllerde gelmiştir. Türk yargısında en büyük kırılma 12 Eylül darbesiyle yaşandı. Öncesinde Hâkimler ile Savcılar Kurulu ayrıydı. Hatta daha önceleri bir hâkim izne ayrılmak istediğinde, Bakanlığa sadece bilgi için bir dilekçe göndermesi yeterliydi. Zira, kural olarak yargıcın iznine yürütme birimi karışamazdı yani o denli teminat altında idiler. Hâkim ve savcıların toplum içindeki saygınlıkları öne çıkardı. Kararlarının adil olmasına özen gösterir, kimseye eyvallah etmezlerdi. Lakin, kıt kanaat geçinirlerdi. İşleri yoğundu. Mevzuatı takip edecek kaynaklardan yoksun çalışırlardı. Yargı yerleri genellikle hükûmet konaklarının altında köhne odalardan ibaretti. Çoğu zaman ödenek bulunamadığından tebligat pulu satın alınamaz ve keşfe gidecek araç bulamazlardı. Zira, bırakın makam araçlarını, hizmet araçları bile yoktu. Onların içini acıtan, o günün koşullarında düşünce özgürlüğüne yönelik ağır cezalar ile insan haklarından yoksun usul hükümleri olurdu.
Mesleki açıdan yoksunluklarına rağmen mutluydular. Zira, kendilerini 1961 Anayasası'nın sağladığı güvence altında hissederlerdi. Görev özgürlüğüne sahip olmakla birlikte bu özgürlüğün sınırlarını iyi bilir, başına buyruk kararlar almazlardı. Siyasiler tavassut girişimine cesaret edemezlerdi çünkü tekme tokat odadan atılacaklarını bilirlerdi. Keza, dolar çantalarıyla işi halleden dava takipçileri de yoktu o zamanlar.
Sonra, 12 Eylül darbesi geldi, yargı ağır yaralar aldı. Bekçilerin, düşük rütbeli askerlerin bile düzenlediği raporlarla hâkim ve savcılar "aşırı solcu" yaftasıyla işlerinden oldular, sürüldüler. Doksan günlük gözaltılar, işkence ile alınan ifadeler ve de birbirini izleyen idam kararlarıyla yargı gölgelendi. Paşalar tutuklanacakların listesini gönderiyorlardı. Kimi hâkim ve savcılar askerlerin gözüne bakar oldular. Ancak, çoğunluğu darbecilere direnecek yürekliliğe sahiptiler.
1982 Anayasa'sı ile HSYK oluşturuldu. Seçimler yapıldı, siviller yeniden iktidar oldular. Lakin, hâkim, savcıların teminatları yasa metninden ibaret kaldı. Adalet Bakanı ile Müsteşarı, etkin kurul üyesi konumuna geldiler. "Serbest piyasa", "özelleştirme", "Köşeyi dönme" söylemlerinin egemen olduğu yıllar başladı. İktidar, kendi zenginini yaratma derdinde idi ancak yargı, ayak bağı görülüyordu. Öyle ya, birileri çağ atlama derdindeyken yargı pranga addediliyordu. Meslekte dost-ahbap korumacılığı öne çıktı. HSYK'da adamını bulan yükseldi, yükselemeyen ise Ankara'da ağabey bulma çabasına girdi. Tek tük de olsa adalet bakanlarının etkisiyle siyasi atamalar olmuyor değildi.
Hâkimler ve savcılar tüm bunlara rağmen ve düşük ücretlerine karşın yine de mutluydular. Darbe sonrası askerin baskısından kurtulmuş, siyasilerin haksız taleplerine karşı kafa tutma öz güvenini gösterebilen, yolsuzlukların üstüne gidebilecek yürekliliği kendilerinde gören insanlardı. Lakin, hâlâ pul parası bulamıyor, hâlâ daktiloyla işlerini yürütmeye çabalıyor ve hâlâ hizmet araçlarından yoksun kalıyorlardı. 2002 sonundan itibaren yeni bir anlayışa muhatap olmaya başladılar. Başlangıçta onların da öncekiler gibi olacağını, sonunda yargıyla yürütme arasında elden geldiğince bir denge oluşacağını hesapladılar. Oysa, yıllardır kıyıda köşede kalan muhlis görünümlü meslektaşlarının yetiştirilip bir köşede bekletildiğini göremediler. Keza, adım adım özel yetkili mahkemelerin bu anlayıştakilerce istilasını da yine 5 Kasımda Amerika Birleşik Devletleri'ndeki görüşmenin anlamını da kavrayamadılar. Sonra, operasyon dalgalarıyla karşılaştık. Koca koca adamları gözaltına aldıran savcılar, onları kumbaraya bozuk para atar gibi cezaevine tıkan hâkimler hukuk dünyasında boy göstermeye başladı. Gerine gerine kameralara poz vererek korku salanların zırhlı koruma arabaları Başbakan hediyesiydi. İktidarın istediği her şey oluyor, cezaevleri tıka basa dolduruluyor, iktidar da cezaevi infaz yerleşkeleri inşaatlarını yetiştiremiyordu. Memleket ahalisi operasyon manyağı hâline getirilmişti. Lakin, ülkeye egemen olan güce sadece özel yetkili mahkemeler yetmez olmuştu. İktidarı konjonktürel olarak destekleyen yeni yargı kurumlarına, hatta yargıyı ele geçirmeye ihtiyaç vardı. Öyle ya, AKP devletinin yargı ayağı hâlâ topaldı. Meşhur davalar yüksek yargıya gidince düzmece kanıtların ortaya çıkması istenmiyordu. Öte yandan, özelleştirmelere, HES yağmasına karşı çıkan yargıçlar hâlâ dik duruyor, Deniz Feneri yolsuzluğunu ortaya çıkarmaya çalışan yürekli savcılar bazılarının yüzünü kızartıyordu. Derken 2'nci 12 Eylül, 2010'da gerçekleşti. Liberaller, 12 Eylül darbecilerinden hesap sorulacağını sanan aymazlar, yargının yapısındaki değişim sayesinde "Özelleştirilecek kamu mallarını ucuza kapatırız." diye hayal kuran yerli sermaye, derin devletin yargı ayağının sonlanacağını düşünen ahmak, küçük burjuvaların desteğiyle yargı yeni bir denize yelken açtı. (CHP sıralarından alkışlar)
Yargı mensupları eski HSYK'nın dost-ahbap ilişkisinden bıkmışlardı, yenilerinin daha iyi olacağını sandılar. Şimdilerde, son üç yıldır görev yapan yeni HSYK'nın eskisini bile arattığını görüyorlar. Yeni HSYK göreve gelir gelmez ilk iş olarak HSYK'nın yedek üyelerinin eşlerini yüksek mahkemeye üye seçti. Keza, Yargıtaya ve Danıştaya üye seçiminde biat edenleri tercih etti. Nitekim onlar da daha Yargıtaydaki ilk daire seçiminde ne kadar minnettar olduklarını ortaya koydular.
Bugün gerek yüksek yargıda gerekse yerel mahkemelerde görev yapan yargı mensupları artık Arabi görünümlü ve Selçuklu motifleriyle süslenmiş yeni binalarda hizmet veriyorlar. Artık adliyelerin araçları var, pul parası peşinde koşmuyorlar, daktiloların yerini bilgi paylaşımlı bilgisayar ağları almış durumda, az bulsalar da hatırı sayılır maaş alıyorlar, lakin yargı mensupları mutsuz, kendi deyimleriyle artık ayakları adliyeye gitmek istemiyor çünkü kendilerini bağımsız ve özgür hissetmiyorlar. "Hâkimlik teminatı" diye bir şeyin kalmadığının farkındalar. Ağzını açanı, yargı yolu kapalı disiplin cezası veya sürgün bekliyor. Yüksek yargıya seçilme haksızlığı nedeniyle yaşını dolduran buruk biçimde emekliliği tercih ediyor.
Aslında, toplum da yargı konusunda mutsuz. Örneğin 2010 yılının Şubat ayında Eurobarometer firmasının Avrupa Birliği düzeyinde yaptığı ankette yargıya güven yüzde 65 iken, 22 Kasım 2012'de İksara tarafından yapılan aynı, benzer bir ankette yargıya güvenenlerin sayısı sadece yüzde 5'tir.
Bugün HSYK'nın anlaşılması için üç örnekle bitirelim: Deniz Feneri yolsuzluğunun üzerine cesurca giden üç savcı, işlemedikleri suçtan yargı önüne çıkarıldılar.
"Ergenekon" adıyla lanse edilen davada, kurgulanmış düzene karşı çıkan Savcı Kasım İlimoğlu'na disiplin cezası icat edildi, şimdi hakkını Anayasa Mahkemesinde arıyor.
Sincan eski Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Osman Kaçmaz, Türk Ceza Kanunu'nun 278 ve 279'uncu maddeleri gereğince işlendiği açık olan bir suçla ilgili suç duyurusunda bulundu diye kınama cezasıyla cezalandırıldı, hem de yargı yoluna itiraz hakkı olmadan ve de 3'e karşı 4 oyla ve de resmî sıfatının gerektirdiği saygınlık ve güven duygusunu sarsacak davranışta bulunmak suçundan.
Değerli Adalet ve Kalkınma Partisinin biraz önceki konuşmacıları, deminden beri HSYK'nın ne kadar iyi bir kurum olduğundan bahsettiniz. Sizlere bu konuda son olarak şunu söylemek isterim: Ey AKP'liler, madem mevcut HSYK'dan bu kadar memnunsunuz, neden Anayasa Uzlaşma Komisyonunda Kurulun yapısının değiştirilmesi için öneri verdiniz?
Ve son olarak değerli arkadaşlarım -bunu ayıpladığımı ifade ederek söyleyeyim- geçenlerde burada Sayın Balbay konuşurken "Bizim sayemizde." diye laf atanlar oldu. Evet, doğru, sizin sayenizde. Eğer Anayasa Mahkemesi Başkanının istediği vakıf yasasını çıkarmış olsaydınız belki Sayın Balbay hâlâ içeride olacaktı.
Hepinize saygılar sunarım. (CHP sıralarından "Bravo" sesleri, alkışlar)