GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifleri münasebetiyle
Yasama Yılı:4
Birleşim:63
Tarih:18.02.2014

ÖZCAN YENİÇERİ (Ankara) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; deprem konu, zaten yıkıyor deprem, bir de biz yıkmayalım.

546 sıra sayılı kanun hükmündeki kararnamede değişiklik yapılması hakkındaki teklifin 35'inci maddesiyle ilgili olarak söz aldım, bu vesileyle hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Şimdi, 35'inci madde "Deprem gözlemi yapan üniversiteler, yerel yönetimler ve tüm kurum ve kuruluşlar deprem gözlem verilerini eşzamanlı olarak Başkanlığa aktarır. Meydana gelen depremin büyüklük ve şiddeti gibi temel veriler kamuoyuna resmi olarak sadece Başkanlık tarafından duyurulur." diyor. İlgili kurumların bütün verileri Başkanlığa aktarması doğru bir yoldur. Depremle ilgili temel verilerin kamuoyuna açıklanmasında Başkanlığın görevlendirilmesi de yerindedir ancak depremle barışık yaşamak zorunda olan bir ülkede bulunuyoruz ve dolayısıyla, bu ülkede her türlü yetkilinin öncelikle depremle ilgili şu gerçeği şuurlu bir biçimde irdelemesi gerekir: Deprem, ciddiyetsizliği, üşengeçliği, vurdumduymazlığı kaldırmaz çünkü deprem öncesinde, sırasında ve sonrasında meydana gelen ihmalin maliyeti insan hayatıdır.

Değerli milletvekilleri, durumun Türkiye yönünden ne derece acil ve önemli olduğunu da gerçek verilerle ortaya koymak istiyorum. Bir defa, Türkiye, en etkin deprem kuşaklarından biri üzerinde yer almaktadır. Dünyadaki depremlerin beşte 1'i, Türkiye'nin de üzerinde olduğu kuşakta meydana gelmektedir. Türkiye topraklarının yüzde 93'ü deprem bölgeleri içinde yer almakta. Öyle ki Türkiye'de son on iki yılda, 2000 Ocak ayı ile 2012 Nisan ayı arasında irili ufaklı 68.837, yalnızca 1 Mart 2011 ile 1 Mart 2012 tarihleri arasında ise 1.012 deprem yaşanmıştır. Türkiye nüfusunun ise yüzde 98'i deprem tehdidi altında yaşamaktadır. Sanayi kuruluşlarının yüzde 98'i deprem bölgelerinde ve yüzde 73'ü de aktif fay hatları üzerindedir. Aynı şekilde, barajlarımızın yüzde 95'i bu tehlikeli topraklar üzerinde bulunmaktadır.

Diğer yandan, enerji santralleri ve deprem ilişkisi de ilginç sonuçlar üretmeye adaydır. Yapılan bir araştırmaya göre, 1996 yılında enerji santrallerinin sayısı 124 iken 122'si deprem riski taşıyordu ve 65 tanesi birinci derece deprem bölgesinde yer alıyordu, bugün ise özelleştirmeler sonucu yaklaşık olarak 1.344 enerji santrali bulunmakta ve 580'i, yani yüzde 43'ü birinci derece deprem bölgesinde yer almaktadır. Bu durum, söz konusu riskin büyüdüğü anlamına gelmektedir.

Değerli milletvekilleri, bütün veriler, Türkiye'nin deprem yönünden ne denli ciddi bir riskle karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Türkiye'yi örgütlenme, koordine olma ve krizi yönetme özrü olan bir iktidar yönetmektedir. Deprem ise koordinasyonsuzluğu ve örgütsüzlüğü affetmiyor. Depremde işler, faaliyetler ve kişiler arasında uyum ve ahengin kurulamamasının maliyeti insan canıdır. Deprem gerçeğiyle birlikte barışık bir şekilde yaşamayı, yalnızca afet, imar, yapı kanunları ve kararnameleri değiştirerek gerçekleştiremezsiniz.

Ülkemizde konutların yüzde 40'ının kaçak ya da ruhsatsız olduğunu, bina stokunun yüzde 10'unun yenilenmesi, yüzde 30'unun onarılması gerektiğini, aksi hâlde, olası depremlerin afete dönüşeceğini, afet sonrası öncelikli kullanım grubunda yer alan hastane, okul gibi kamu yapılarının yine olası bir afette yıkılma riski taşımasının ürkütücü olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Doğa olaylarının afete dönüşmesinin yolunun doğru yer seçiminden başlayarak sağlıklı ve nitelikli bir yapı denetim sisteminden geçtiğini de burada bir kez daha ifade etmek istiyorum.

Öte yandan, mevcut yapı denetim sisteminin eksikliklerini gideren daha etkin bir yapı denetim sisteminin uygulanması şarttır. Depremlerde yaşanan felaketler, derelerin, vadilerin, ormanların, kıyıların, su havzalarının, deprem tehlikesi içeren, kısaca yapılaşmaya uygun olmayan alanların rant ekonomisinin baskısı altında yapılaşmaya açılmasının sonucu olarak meydana gelmektedir. Bunun, dönüşümü deprem açısından risk taşıyan bölgelerde uygulamak yerine, kentsel dönüşümü rantsal dönüşüme çevirmeyi amaçlayan anlayışın sonucu olduğu da kesindir.

Dolayısıyla, bugün, deprem sürecinde yaşanan felaketlerin büyük bir kısmı, üretimden vazgeçen ekonomiyi arazi rantına teslim etmenin sonucudur diyor, bunlar için gerekli tedbirlerin alınması gerektiğini ikaz ediyor, hepinize saygılar sunuyorum. (MHP sıralarından alkışlar)