GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:4
Birleşim:65
Tarih:20.02.2014

CHP GRUBU ADINA ÖMER SÜHA ALDAN (Muğla) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 560 sıra sayılı Terörle Mücadele Kanununun 10uncu Maddesi Uyarınca Kurulan Ağır Ceza Mahkemelerinin Kaldırılmasına ve Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi'nin geneli üzerinde grubum adına söz aldım. Bu duygularla, boş olan yüce Meclisi saygıyla selamlarım.

Değerli milletvekilleri, aslında, uzunca bir süredir, özel yetkili mahkemelerin ya da terör ağır ceza mahkemelerinin kaldırılması yönünde çok sayıda değişiklik teklifleri verildi ama şu ana kadar, bununla ilişkin olarak yıllardır hiçbir aşama kaydedilmedi. 2002 yılının sonlarında, daha doğrusu, 2003'ün başlarında Adalet Bakanını ziyarete gittiğimizde, bizlere devlet güvenlik mahkemelerinin bir an önce kaldırılacağını, Sayın Başbakanın böyle arzuladığını söylemişti ama iktidarlar bu özel yetkilerle donatılmış mahkemelerin verdiği olanaklardan fazlasıyla faydalanmanın ne demek olduğunu gördüklerinden ve Adalet ve Kalkınma Partisi, iktidarda bu özel mahkemelerden yeterince nemalandığından, şu anda tasfiye aşamasına geldi iş. Zira, artık, özel yetkili mahkemeler, sahibinin sesini dinlemez oldu. Bu noktada gerek Terörle Mücadele Yasası'nın 10'uncu maddesiyle kurulan terör ağır ceza mahkemelerinin gerekse 6352 sayılı Yasa'nın geçici 2'nci maddesiyle görevlerine devam ettirilen ağır ceza mahkemelerinin, özel yetkili ve görevli ağır ceza mahkemelerinin kapatılmasını olumlu buluyoruz ama geç kalan bir gelişmedir bu aslında.

Keza, özel yetkili mahkemelerin neden kaldırıldığına dair hiçbir veri yok. Yasa teklifine baktığımızda, özel yetkili mahkemeler neden kalkıyor, bir cümle dahi belirtilmemiş ama iktidar partisi yetkililerinin kamuoyuna yansıyan bilgilerine, görüşlerine baktığımızda, özel yetkili mahkemelerin hukuk dışı bir uygulama içine girdikleri, o mahkemelerde bir çetenin unsurlarının bulunduğu yönünde görüşler var. Eğer orada, o mahkemelerde gerçekten hukuka aykırı bir fiil varsa, bu mahkemeleri kapatmak tek başına yeterli olmaz. Bunun üzerine yapılması gereken ikinci iş, bu mahkemelerin hukuka aykırı, hukuk devleti ilkelerini hiçe sayan, vicdanları sızlatan daha önce verdikleri kararları da gözden geçirmektir. Bunu yapmadan bu mahkemeyi kapatmak demek, "Bu mahkemelerden gelecek saldırıları defetmek, tek arzumuz budur." demektir. Dolayısıyla, yeniden yargılamanın önce adını ortaya atıp da sonra geri geri kaçmanın anlamı yoktur. Eğer bugün, bu mahkemeleri kaldırıyorsak bu mahkemelerin yarattığı tahribatı da gidermek zorundayız.

Bir siyaset adamı zalim olursa, karşısında yargıya gidip hakkınızı arayabilirsiniz ama yargı yeri zalim olursa hakkınızı nerede arayacaksınız? Hakkınızı burada arayacaksınız, Parlamentoda arayacaksınız. Eğer yargı zalimlik yapan pozisyona gelmişse bu zalimliği giderme Parlamentonun yetkisindedir. Zira, Türk milletini temsil eden yer burasıdır.

Değerli milletvekilleri, tabii, bizim, gerek uzun tutukluluk gerek yeniden yargılanma gerek gizli tanık terörünü gidermeye dönük gerekse dijital verilerin tek başına kanıt olmasının giderilmesine ilişkin çok sayıda yasa teklifimiz oldu ama bunların hepsi göz ardı edildi, bugün bunu görüyoruz. Bu, bir telaştır; bu, bir marjinal yarar yasa teklifidir aslında. Sadece bir amaç güdülmektedir; buna ilişkin siyasal değerlendirmeyi bilahare yapacağım.

Bu noktada, bir öneri sunduk Adalet Komisyonunda, bu mahkemelerin kaldırılması hâlinde. Şu anda, 5 Ağustos tarihi itibarıyla Ergenekon davası kararı verilmiştir. Uzun süre geçmesine rağmen bu karar gerekçelendirilmemektedir, bekletilmektedir âdeta ve bu noktada bizim önerimiz üzerine yasaya, yasa teklifine bir ibare eklendi "Bu mahkemelerin kaldırılmasından itibaren, yasanın yürürlüğe girdiği andan itibaren on beş gün içerisinde gerekçeli karar yazılacak." diye. Bugün şunu görüyoruz ki bunu gidermeye dönük, hadi diyelim ki o hâkimler on beş gün içerisinde bu değişikliği yapmadılar, onlara bir müeyyide uygulama konusunda hiçbir ibare yok. Şunu önerdik: Eğer on beş gün içerisinde gerekçeli karar yazılmazsa Ergenekon dava dosyası doğrudan Yargıtaya gönderilsin. Yargıtay, gerekçesiz karar olamayacağından bunu bozsun ve Türkiye'deki pek çok acı veren sonuçlar giderilebilsin gerçekten bu ülkenin hukuk devletini öne alan hâkimleri sayesinde ama ne yazık ki bu kabul edilmedi.

Teklifin 3, 4 ve 5'inci maddeleri kişisel verilere yöneliktir. Aslında cezayı artırmak hiçbir anlam taşımıyor; bir suçun cezasını ne kadar artırırsanız artırın fayda etmez. Bir örnek vermek istiyorum: Eskiden kan gütme saikiyle adam öldürme cezasına, eski Ceza Kanunu'nun 450'nci maddesinin onuncu fıkrasına bir hüküm eklenerek idam cezası verildi yani kan davasına yönelik olarak ama Türkiye'de kan davası bitmedi. Türkiye'de kan davası, feodal yapının çözülmesiyle, toplumsal ilişkilerin, iletişimin gelişmesiyle giderilen bir sorun oldu. Dolayısıyla, ceza artırarak sorunları çözmek mümkün değildir.

Teklifin 9'uncu maddesi, Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 116'ncı maddesinde yer alan aramaya ilişkin birtakım düzenlemeler yapıyor. Arama esnasında eskiden makul şüphe aranırken, şimdi, kuvvetli şüphenin varlığını şart koşmaktadır.

Değerli milletvekilleri, Ceza Muhakemesi'nde "basit", "makul", "yeterli" ve "kuvvetli şüphe" tanımlaması vardır. Bir örnekle açıklamak isterim size: Bir yerde bir ihbar geliyor polise, kadının bir tanesinin çantasını genç bir erkek almış, kaçıyor; polise ihbar ediliyor; bu, bir basit şüphedir. Polis olay yerine intikal ediyor, olay yerinde kaçan birini görüyor ve koltuğunun altında da bir şey var; bu, bir makul şüphe demektir. Yani, hızla toplumun içinde kaçan biri varsa, elinde de çaldığına benzer bir alet bulunuyorsa o zaman burada bir makul şüphe var demektir. Gitti, o kişi yakalandı polis tarafından, soruldu: "Bu çanta neyin nesidir?" "Bu çanta, komşumuz bir bayan var, çantasını evde unutmuş, benden ricada bulundu 'Bu çantayı bir an önce bana getir.' diye, onu götürüyordum." derse burada yeterli bir şüphe vardır ama o polisteki ifadesinde "Ben bu çantayı şu kadının yolda geçerken elinden alıp kaçtım." derse burada kuvvetli şüphe vardır. Şimdi, bu durumda yani makul şüpheyi kuvvetli şüphe hâline dönüştürürseniz Türkiye'de hiçbir şekilde arama yapamazsınız. Yani, aramanın önüne tamamıyla büyük bir engel konulmaktadır.

Şunu özellikle vurgulamak isterim: Suçla mücadele ile bireyin hak ve özgürlüğü arasında her zaman bir denge olmalıdır. Bir devlet, suçla mücadele etmelidir ama aynı zamanda bireyin temel hak ve özgürlüklerini de gözetmelidir. Eğer burada "Şu aramaları bir gözden kaçıralım, şu dönem de hassas bir dönem, 17 Aralık sonrasında sıkıntıdayız, aramayı zorlaştıralım, birilerinin evine sabaha karşı, eloğlunun evine girilirken iyiydi ama bizim evimize girilmesin." anlayışı egemen ise bu takdirde suçla mücadele edemezsiniz ve çok ilginçtir ki bu yasa teklifi bugün gündemdeyken, ne yazık ki, dün, Ankara 10. Sulh Ceza Mahkemesi, Ankara'nın neredeyse bütününde, her yerde araçlarda arama izni verebiliyor ve uygulamada çok büyük tereddütler yaratacaktır bu tablo, suçla mücadelede ciddi handikaplar ortaya çıkabilecektir.

Keza, el koymaya ilişkin olarak da ilginç bir durum var. El koyma konusunda da, el koyma işlemleri zorlaştırılmış, bunu doğal bulabiliriz ama el koyma kararından önce mutlaka BDDK, MASAK, Sermaye Piyasası gibi devletin özerk kurumlarından rapor istenmesi zorunlu kılınmıştır. MASAK'ın bir raporu bir seneden, iki seneden önce çıkarması mümkün değil. Bir de şöyle düşünün: Türkiye'nin dört bir yanındaki adliyelerden binlerce böyle rapor isteği gelecektir. Bu kurum, kurumlar bu işin altından kalkamazlar. Bilirkişilik müessesi diye bir müessese var. Yemin verirsiniz ve her adliyenin bilirkişilik listesi vardır, hâkim ya da savcı oradan istediğini seçer ve bunun üzerine de bu inceleme yapılabilir. Burada da bir koruma kaygısı vardır. Yani, yürütme organının elindeki özerk kurumlar kimin malına el konacağına, kimin malına el konmayacağına karar vereceklerdir. Bu, hukuk devleti ilkesiyle bağdaşır bir durum değildir.

Değerli milletvekilleri, 11'inci maddede çok garabet hâli vardır. Şimdi, bilgisayarların aranması konusu... Eğer, başka bir surette delil elde etme olanağı yoksa bilgisayarlar aranabilir. Bu yasa, ilk, 2004 yılında kabul edilirken amaç şuydu: "İnsanların bilgisayarları, mahrem bilgilerini ihtiva eder, onun için mümkün olduğunca bilgisayarları aramayalım." Fakat, bugün, şöyle bir değişiklik yapıldı: "Suçun işlendiğine ilişkin somut delillere dayanan kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı..." Yani, mutlaka, o bilgisayarı aramanız için kuvvetli şüphe olacak, somut delillere de dayanacak. Eğer, elinizde somut delile dayanan kuvvetli şüphe varsa o zaman o bilgisayarı aramanın ya da bilgisayarın içeriğini almanın bir anlamı var mıdır? Yani, gerçekten, Komisyonda da söyledim, hukuk fakültelerinde böyle bir düzenlemeye gülerler. Hocalar bunu örnek olarak anlatacaklar, "Bu Parlamentonun yüz karası böyle bir yasa teklifini çıkardılar." diye anlatacaklar.

Değerli milletvekilleri, teklifin 12, 13 ve 14'üncü maddeleri, iletişimin dinlenmesi, teknik takip ve gizli soruşturmacı görevlendirmeye ilişkindir. Burada da ilginç bir tablo vardır, o da bu dinlemeler sırasında ağır ceza mahkemelerinin oy birliği kararı istenmektedir. Bu, şu demektir: Türkiye'deki dört yüz dolayındaki ağır ceza mahkemesine birer tane iktidarın adamını atadığınız zaman -ki, HSYK'yı yakında Cumhurbaşkanı onaylayacak tabii, bunu onaylandığı anda, HSYK, Adalet Bakanının tümüyle eline geçecek- birer tane ağır ceza mahkemesine iktidara yakın üyeyi atadığınız zaman, Türkiye'de iktidara yakın hiç kimse dinlenemez, hiç kimsenin dinlenme olanağı kalmaz. Bu, doğru bir yaklaşım değildir. Bir insana ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verecek ağır ceza mahkemesinde 2 oy yeterken, bir insanın altı aylığına telefonunu dinlemeye oy birliği istemek gerçekten bir garabet hâlidir yani komik bir şeydir ve bu da suçla mücadelede önemli bir sorundur çünkü telefon dinlemelerde, gizli takipte, gizli soruşturmacı görevlendirmede gizlilik asıldır. 3 kişilik heyetin önüne çıkardığınız bir husus gizli olmaktan çıkar. Zaten de bu isteniyor yani her şey ortada olsun, aman bir son dakika golü, 17 Aralıkta olduğu gibi son dakika golü yemeyelim anlayışı bu işte etken olmuştur.

Değerli milletvekilleri, bir diğer durum, teklifin 15'inci maddesinde en üst dereceli kolluğun soruşturma izni Adalet Bakanına verilerek en üst derece kolluk görevlisi yürütmeye tam bağımlı hâle getirilmektedir.

Keza, teklifin 17 ve 18'inci maddeleri de bir anlamda yürütmeyi durdurmayı zorlaştırmakta, atama, tayin değişikliğinden... Şu 5 bin tane insan ne yazık ki sürüldü, ona ilişkindir. Keza, 18'inci madde ise yargı kararını yerine getirmeyen kamu üst görevlilerine yönelik tazminat davası açılmasını engellemektedir.

Değerli milletvekilleri, burada bir garip duruma daha değinmek istiyorum. Teklifin 19'uncu maddesinde 2802 sayılı Yasa'nın 93/A maddesi kaldırıldı. Bu madde "Haberal Yasası" olarak kamuoyunca bilinir. Sayın Mehmet Haberal, 9 tane hâkim hakkında tazminat davası açmıştı, bu tazminat davaları sonucunda hâkimler tazminata mahkûm edildi. "Aman, bu bizim hâkimler tazminat ödemesin." diye apar topar bu madde çıkarıldı, bu madde kaldırılıyor. Fakat, bundan şunu anlamayalım hâkimlerle ilgili olarak, bundan sonra aleyhlerine kişisel olarak tazminat davası açılabilir sanmayalım. Zira, 6100 sayılı Hukuk Muhakemesi Kanunu'nun 46'ncı maddesi, hâkimler için hâlâ tazminat davası açılamayacağına hükmetmektedir. Dolayısıyla, burada garip bir durum var: Hâkimler hakkında kişisel tazminat davası açamıyorsunuz bu durumda bu yasa çıktıktan sonra ama savcılar hakkında açabiliyorsunuz.

Komisyonda dedim ki "Ya, bu niye böyle çelişkili?", konuşmamı bitirdim, İnternet'e baktığımda son dakika haberi, Sayın Başbakan açıklama yapıyor: "Benim oğlum ve bakan çocukları, savcılar aleyhine tazminat davası açacaklar." Sadece Başbakanın oğlu, o 17 Aralık soruşturmasını yapanlara yönelik, savcılara yönelik tazminat davası açsın diye bu madde yürürlükten kaldırılıyor. Daha dün, AKP çoğunluğuyla kabul edilen madde, bugün ne yazık ki kaldırılıyor.

Değerli milletvekilleri, biraz da işin geneline yönelik bir değerlendirmede bulunmak istiyorum. Sayın Başbakan, 17 Aralık sonrası sürekli olarak bir "istiklal mücadelesi" tanımlamasını tekrarlıyor. Nitekim, bu hafta içinde de Sivas'ta miting yapacakmış, dolayısıyla, bunu anlamlı hâle getirmeye gayret ediyor.

Bugün yaşananlar, gerçekten bir istiklal mücadelesi midir? Kurtuluş mücadelesinin o zorlu günlerinde bu ülke için canını koyanlara bir bakalım: Üstlerinde doğru dürüst elbise yoktu, potur donlarında 40 tane yama vardı; yedikleri sadece peksimet, yani kurumuş ekmekti; çakaralmaz tüfekleriyle sıcak soğuk dinlemeden siperlerde günler geçiriyorlardı; üstleri bit, pire kaynıyordu. Değil kendilerinin, komutanlarının bile ceplerinde 3 kuruş para yoktu, askerî araçlara lastik almak için İstanbul'da borç para dileniyorlardı. En büyük arzuları, ülkeyi işgalden kurtarmaktı ve bağımsızlıktı.

Peki, ya bugün, cumhuriyetin kazanımı olan işletmeleri, limanları, fabrikaları "Ben tüccarım, pazarlamadan iyi anlarım." diyerek yabancılara, eşe dosta peşkeş çekmek midir istiklal? Yoksa Sami Ofer'e bir gece, ihalesiz olarak TÜPRAŞ'tan ucuza hisse satmak mıdır ya da 1 trilyon rüşvet parasını "birkaç kuruş" görmek midir? Elbise torbası içinde dolar nakli midir? Yatak odasında para kasası koleksiyonu yapmak mıdır? İçi para dolu ayakkabı kutusu istiflemek midir istiklal? "Alo Fatih" hattıyla medyayı susturmak mıdır? Villa projesi ve dekorasyonu mudur istiklal?

Aslında, bugün yaşananlar, siyaseten vahim, lakin hukuken basit bir yolsuzluk olayıdır. Bu olayla ilgili gedik kapama düzenlemeleriyle yolsuzluk örtülmeye çalışılmaktadır. Dolayısıyla, ortaya çıkan olgu, bugün yaşananların 1919'lardaki istiklal mücadelesiyle hiçbir bağlantısının olmadığıdır. Bu, bir istiklal mücadelesi olmasa da gerçekte bir istikbal mücadelesidir. Yani geleceği kurtarma, hem de ne pahasına olursa olsun iktidarda kalma mücadelesidir. Aslında, iktidara egemen olan pragmatik yapının yöntemi, zorda kalındığında kesip atmaktır ancak bu kez sorun, kesip atılacak organın kuyruk değil, baş olmasıdır.

Bu nedenle, kıyasıya bir savunma ve koruma refleksiyle karşı karşıyayız. Bugün kamuoyuna yansıyan yanıyla, eski ortaklar arasındaki mücadele, bir paralel yapı mücadelesi olmayıp egemenlik çıkarına dayalı paralellerin kesişmesinden kaynaklanmaktadır. Düne kadar birlikte ve hatta, avuç ovuşturarak masum pek çok insanı inciten, toplumsal muhalefetin canına okuyan yapılar güç savaşımı içindedirler ve şunu da eklemekte yarar görüyorum: Bu, aslında bir paralel yapı mücadelesi değildir, paralel yapı bahanesiyle Türkiye'de demokrasiyi paketleme mücadelesidir. Keza, daha dün yargıçlarla ilgili "Ne yapalım, görevlerini yapıyorlar." diyen anlayışın bugün hâkim ve savcıları tasfiye etme girişimi bunun sonucudur. Ancak, işin sonuna gelinmiştir.

Bu duygularla hepinizi saygıyla selamlarım. (CHP sıralarından alkışlar)