| Konu: | Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 4 |
| Birleşim: | 65 |
| Tarih: | 20.02.2014 |
AK PARTİ GRUBU ADINA MEHMET DOĞAN KUBAT (İstanbul) - Sayın Başkanım, çok değerli milletvekilleri; görüşmelerine başladığımız 560 sıra sayılı Kanun Teklifi üzerinde AK PARTİ Grubu adına görüşlerimi ifade etmek üzere söz almış bulunuyorum. Bu vesileyle yüce heyetinizi saygılarımla selamlarım.
Değerli milletvekilleri, esasen 22 iken Komisyonda yapılan çalışmalarla 21 maddeye düşürülen bu teklifle, ceza ve idari yargı mevzuatına ilişkin 9 kanunda değişiklik yapılması öngörülmektedir.
Anayasa'nın 90'ıncı maddesi gereği bir iç hukuk normu hâline gelen ve dolayısıyla kanun niteliğini taşıyan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin, her şeyden önce insan haklarının korunmasına yönelik bir sistem olduğu bilinmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de verdiği çeşitli kararlarda, sözleşmede güvence altına alınmış olan hakların teorik ve aldatıcı değil, uygulanabilir ve etkili olacak şekilde yorumlanması ve uygulanması gerekliliğini de sıklıkla vurgulamaktadır.
Sözleşmenin 1'inci maddesi gereğince, sözleşen taraflar, egemenlik alanı içinde bulunan herkese bu sözleşmenin taahhüt ettiği hak ve özgürlükleri sağlamayı garanti altına almışlardır.
Sonuç olarak, devlet, öncelikle, korunan haklara müdahale etmekten kaçınan negatif yani olumsuz bir yükümlülük altındadır. Buna karşın, hakları güvence altına alan asıl yükümlülük devletlerin haklara müdahaleden uzak durma yükümlülüğüyle sınırlı değildir. Söz konusu asıl yükümlülük, devleti aktif adımlar atma yükümlülüğü altına da sokmaktadır. Sözleşmede bulunan yükümlülükler uygulanabilir ve etkili olmak zorundadır. Bundan dolayı, Strazburg Mahkemesinin içtihatlarında "Kişilerin haklarını korumak amacıyla devlete belirli eylemleri yerine getirme sorumluluğu tevdi eden pozitif yükümlülükler" fikrini ihtiva etmektedir. Avrupa mahkemesinin görüşüne göre, pozitif yükümlülükler, ulusal makamların makul ve uygun tedbirler alarak bireyin haklarını korumasını gerektirmektedir. Bu tür tedbirler yargısal da olabilirler. Mahkeme, ayrıca, pozitif yükümlülüklerin özünde sözleşme tarafından güvence altına alınan hakların gerçekten kullanılabilmesi için gerekli maddi ve hukuki şartların da güvence altına alınmasını bir yükümlülük olarak devlete yüklemektedir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 5'inci maddesinde herkesin özgürlük ve güvenlik hakkına sahip olduğu belirtilmiş ve bireylerin keyfî uygulamalardan korunması amacıyla, özgürlükten mahrumiyet tedbirlerini, gözaltı, yakalama ve tutuklama gibi hâlleri hukuka uygun kılan hâlleri düzenlemiştir.
Değerli milletvekilleri, kişisel özgürlük herkesin genel olarak faydalanması gereken temel koşuldur. Kişisel özgürlükten mahrumiyet, aile hayatı ve özel hayat hakkından, toplantı özgürlüğü, dernek kurma özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve serbest dolaşım özgürlüğü gibi pek çok diğer hak ve özgürlükten istifade edilmesini doğrudan ve olumsuz olarak etkileyebilecek bir şeydir. Bu nedenle, hâkimlerin, daha doğrusu yargı makamlarının, özgürlük teminatının anlamlı olabilmesi için, herhangi bir özgürlük mahrumiyetinin istisnai, objektif gerekçesi olan ve mutlak surette gerekenden daha uzun süreli olmaması gerektiğini her zaman hatırda tutmaları gerekmektedir. Dolayısıyla, kişinin gerçekleştirdiği fiilin bir suç işlenmesiyle bağlantılı olduğunu gösterir yeterli objektif kanıta ihtiyaç duyulacaktır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6'ncı maddesi ise, bilindiği üzere, adil yargılanma hakkını güvence altına almaktadır. Yine, bu hak, davaların adil, açık ve hızlı görülmesini de güvence altına almaktadır. Bu maddede düzenlenen suçsuzluk karinesi, bir suçla itham edilen herkesin suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar suçsuz sayılmasını ifade etmektedir. Yine "adil yargılanma" kavramı içerisindeki silahların eşitliği ise bir davanın ortaya konulmasında tarafların eşit usuli olanaklara sahip olmasını ifade etmektedir. Öte yandan, sözleşmenin 8'inci maddesinde, herkesin özel ve aile hayatına, konutuna ve yazışmasına saygı gösterilmesi hakkına sahip olduğu da belirtilmiştir.
Değerli milletvekilleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi "özel hayat" kavramının kişinin fiziksel ve manevi bütünlüğünü her türlü ilgiden uzak bir şekilde kendi başına yaşama hakkını da içerdiğini ve bu kavramın bazen bir bireyin fiziksel ve sosyal kimliği biçimlerine de bürünebileceğini belirtmektedir. Buna paralel olarak, Anayasa'mızın 19'uncu maddesi kişi özgürlüğü ve güvenliğini, 20'nci maddesi özel hayatın gizliliğini, 22'nci maddesi haberleşme özgürlüğünü, 35'inci maddesi mülkiyet hakkını, 36'ncı maddesi hak arama özgürlüğünü ve adil yargılanma hakkını, 38'inci maddesi ise yine bu evrensel prensiplerden olan masumiyet karinesini ve suçta ve cezada kanunilik ilkesini düzenlemektedir.
Değerli milletvekilleri, demokratik ve çağdaş hukuk devletinin bir gereği olarak insan haklarını temel alan bir yargılama usulünün suçun işleniş şekli ve nevi ne olursa olsun benimsenmesi, adil ve çağdaş hukuk normlarının ihdası suretiyle mahkemelerin yapılandırılması, bu ilkelere uymayan düzenlemelerin pozitif hukuk düzenimizden çıkartılması bir gerekliliktir. Öte yandan, yargısal içtihatlarda da ifade edildiği gibi, hukuk devleti, devletin bütün faaliyetlerinde hukukun egemen olduğu bir devlet anlamına gelmektedir. Bu bağlamda, devlet, vatandaşına, her an gözaltına alınabileceği, sorgulanabileceği, evinde, iş yerinde arama yapılabileceği endişesini yaşatmamalıdır; aksine, güvenlik içerisinde, özgür ve onurlu bir yaşam sunmayı amaçlamalıdır.
Suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişilerin adil ve etkili bir yargılamanın amacına ulaşabilmesi bakımından tutuklanması elbette ki demokratik toplumlarda bir gerekliliktir. Ancak, bu tedbire başvurulurken gerekli olmasının yanında ölçülü olmasını da gözetmek gerekir. Anayasa Mahkemesinin kararlarında ölçülülük ilkesinin "elverişlilik", "gereklilik" ve "orantılılık" olmak üzere üç alt ilkeden oluştuğu ifade edilmektedir. "Elverişlilik" getirilen kuralın ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını; "gereklilik" getirilen kuralın ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını ve "orantılılık" ise getirilen kural ile ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir. Dolayısıyla, bu tür tedbirlerde ölçülülük ilkesi gözetilmesi gereken evrensel bir kaide olarak da karşımıza çıkmaktadır.
Değerli milletvekilleri, teklifle temel olarak ceza mevzuatında, özellikle Ceza Muhakemesi Kanunu'nda kapsamlı ve önemli düzenlemeler getirilmektedir. Terörle Mücadele Kanunu'nda yapılan değişiklikle 1961 Anayasası'na, 1971 Mart Muhtırası'ndan sonra 1973 yılında 1699 sayılı Kanun'la eklenen devlet güvenlik mahkemeleri, bugün itibarıyla, eğer bu yasa yüce Genel Kurul tarafından kabul edilip onaylandığı takdirde ve yürürlüğe girdiği takdirde, artık bu mahkemeler, pozitif hukuk mevzuatımızdan çıkarılmış olacaktır.
Bilindiği üzere 1982 Anayasası'nın 143'üncü maddesinde de "Devlet Güvenlik Mahkemeleri" yer almış, ancak 2004 yılında yapılan Anayasa değişikliğiyle bu hüküm kaldırılmış, yine 2004 yılında devlet güvenlik mahkemelerinin kuruluş kanunu yürürlükten kaldırılmış ancak bu kanun çerçevesinde belli suçlara ilişkin muhakeme usulü yönünden getirilen özel kovuşturma ve soruşturma yöntemleri oradan, önce eski 1412 sayılı CMUK'a, daha sonra şu andaki 5271 sayılı CMK'ya aktarılmış ve en son 2/7/2012 tarih ve 6352 sayılı Kanun'la da 250, 251 ve 252'nci maddeler CMK'dan çıkarılmış ancak oradaki bir kısım hükümler Terörle Mücadele Kanunu'nun 10'uncu maddesine monte edilmiş idi. İşte, yine o kanuna konulan geçici 2'nci maddeyle de o dönemde elinde iş olan özel yetkili mahkemelerin, eldeki işler kesin hükümle sonuçlanıncaya kadar görevlerine devam etmesi, bunlara görevsizlik ve yetkisizlik kararları verilemeyeceği hüküm altına alınmıştı. İşte, getirilen teklifle, gerek bu geçici 2'nci madde uyarınca görevlerine devam eden özel yetkili mahkemeler gerekse TMK 10'uncu maddeye göre özel yetkili mahkemelerin hukuki varlığı sona erdirilmektedir.
Terörle Mücadele Kanunu'nun 10'uncu maddesinin kaldırılmasıyla birlikte gözaltı süreleri ve tutukluluk süreleri yönünden, 10'uncu maddede bu sürelerin TMK kapsamındaki suçlar bakımından iki kat uygulanacağına ilişkin hüküm de ortadan kaldırılmakta, genel sürelere uyulması mecburiyeti getirilmektedir. Buna göre artık CMK'nın 102'nci maddesinde düzenlenmiş azami tutuklama süreleri bütün suçlar bakımından uygulanabilir hâle gelmektedir. Böylece, ağır cezalık suçlar bakımından, kural olarak iki yıl, uzatmalarla birlikte üç yıl, toplam beş yılı artık geçemeyecektir tutuklama süreleri. Nitekim, Anayasa Mahkemesi de 2 Ağustos 2013 tarihli Resmî Gazete'de yayınlanan (2012/100) esas sayılı Kararı'nda da bu sürelerin çok uzun olduğu ve insan haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle bu maddeyi iptal etmişti. Keza, son bireysel başvurulu kararlarında da bunu sıklıkla gündeme getirmişti. İşte, getirilen teklif, bu yargısal içtihatlarla da oluşan özgürlük alanının genişletilmesi yönünde önemli bir adım olarak ortaya çıkmaktadır.
Teklifte geçici 14'üncü maddeyle de mevcut, devam eden soruşturmaların ilgili cumhuriyet başsavcılıklarına, kovuşturmaların yani davaların da yetkili ve görevli ağır ceza mahkemelerine dağıtımı öngörülmektedir.
İkinci olarak, Ceza Muhakemesi Kanunu'nda da önemli değişiklikler yapılmaktadır. Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 11'inci maddesinde ve özellikle koruma tedbirleriyle ilgili önemli düzenlemeler yapılmaktadır.
Değerli milletvekilleri, ceza yargılaması, gerek mağdur gerek şüpheli gerek sanık açısından temel hak ve özgürlüklere en açık ve doğrudan müdahale eden yargılama dalıdır. Bu bağlamda, mağduriyetlerin engellenmesi, giderilmesi, hem de yargılananların haklarının korunması arasındaki hassas dengeye her zaman dikkat edilmesi gerekmektedir. Ceza yargılamasının amacı, bilindiği üzere, adil, etkin ve hukuka uygun bir yargılama yapmak suretiyle maddi gerçeğe ulaşmaktır. Bu maddi gerçeğe ulaşmak açısından da yargı makamlarının başvurduğu bir kısım zorunlu tedbirler vardır, bunlara da "koruma tedbirleri" denilmektedir. Koruma tedbirleri, kişinin vücuduna -örneğin üst araması gibi- özgürlüğüne, yakalama, tutuklama, iletişimin denetlenmesi, teknik araçlarla izlenmesi gibi, bunlara yönelik olabileceği gibi, mülkiyet hakkına ve zilyetliğine yönelik de olabilir, örneğin el koyma gibi; keza, konut dokunulmazlığına da yönelik olabilir, konutta arama gibi. Amaç açısından bakıldığı zaman, koruma tedbirleri, CMK'da, maddi gerçeğe ulaşmak için bir araçtır ve geçici niteliktedir. Dolayısıyla bu tedbirlere ancak zorunlu olması hâlinde, makul bir süreyle başvurulması ve orantılılık ilkesinin kati suretle gözetilmesi gerekmektedir.
CMK'da düzenlenen bu koruma tedbirleri adli niteliktedir. Nitekim, koruma tedbirleri ancak bir suç şüphesiyle ilgili olarak uygulanabilecektir. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun, örneğin 91'inci maddesinde, gözaltına alma tedbirinin bir suçu işlediğini düşündürebilecek emarelerin varlığı hâlinde uygulanabileceği; keza, 116'ncı maddede, aramanın suç delillerinin elde edilmesi hususunda makul şüphenin olması hâlinde; keza, iletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınmasına ilişkin 135'inci maddesinde de bir suç dolayısıyla yapılan soruşturma ve kovuşturmada suç işlediğine ilişkin kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı hâllerinde bu tedbirlerin uygulanması öngörülmüştür. İşte, getirilen teklifle, değerli milletvekilleri, Ceza Muhakemesi Kanunu'nda öngörülen bu koruma tedbirlerine başvurulması için, yerine göre aranan makul şüphe, kuvvetli şüphenin somut delillere dayanması esası benimsenmektedir. Böylece ispat hukuku açısından esas olan delil kavramı yani ceza normlarında soyut tanımlamaları bulunan suçlardaki tipe uygun hareketlerin somut olaylarda gerçekleşip gerçekleşmediğini, gerçekleşmişse bu fiilin kim tarafından işlendiğini tespite ve ortaya koymaya yönelik her türlü iz, eser, belge ve kayıtlar artık delil olarak, somut delil olarak bu tedbirlerin temel dayanağını oluşturacaktır.
Değerli milletvekilleri, teklifle, Türk Ceza Kanunu'nda da üç maddede değişiklik yapılmaktadır. Bilindiği üzere, Anayasa'nın 20'nci maddesi, özel hayatın gizliliğini, her türlü yasa dışı müdahaleye karşı, Anayasa ve diğer yasalarla güvence altına almıştır. İşte, bu güvencelere aykırı hareketlerin karşılığı olan cezai müeyyideler de Türk Ceza Kanunu'nun 135, 136, 138 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir. Bu üç maddede, kişisel verileri hukuka aykırı olarak kaydetme, başkalarına verme, ele geçirme ve yok etmeme cezaları önemli olarak artırılmaktadır. Burada, özellikle Ceza Muhakemesi Kanunu'nda, bir kısım, örneğin genetik inceleme sonuçlarının gizliliği CMK 80'e göre, bunlar beraat veya ceza verilmesine yer olmadığı kararı verilip bu kararların kesinleşmesi hâlinde savcının huzurunda derhâl yok edilir. Keza, 135'inci maddede, şüpheli ve sanığın tanıklıktan çekinebilecek kişiler arasındaki iletişimin kaydı varsa, bu kayıtların da derhâl yok edilmesi lazım. Bu ve buna benzer, CMK kapsamında yok edilmesi gereken kayıtların yok edilmemesi hâlinde de bu bir artırıcı sebep olarak teklifte cezai yaptırıma bağlanmıştır.
Değerli milletvekilleri, son olarak, teklif 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nda da bir değişiklik öngörmektedir.
ALİ ÖZGÜNDÜZ (İstanbul) - Kötü bir değişiklik kötü! Yürütmeyi durdurmayı zorlaştırıyorsunuz.
MEHMET DOĞAN KUBAT (Devamla) - İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 27'nci maddesi "Yürütmenin durdurulması" başlığını taşımakta ve idari işlemlere karşı bu hakları ihlal edilenler tarafından idari yargı mercilerine başvurma hakkı getirmektedir. 2012 yılında kavramsal bir değişiklik yapılarak uygulanmakla etkisi tükenecek olan idari işlemler açısından idarenin savunması beklenmeksizin de idari yargı mercilerinin yürütmeyi durdurma kararı vermesi öngörülmüştü. Yani biliyorsunuz, geçmiş uygulamada -içtihatlara bakıldığında görülür- normalde idari yargı mercisine bir kişi gittiği zaman idareden savunma istenir ve o savunma neticesinde mahkeme bir değerlendirme yaparak yürürlüğü durdurma kararı verir veya vermezdi. İşte, uygulanmakla etkisi tükenecek olan bu idari işlemler, esasen geri dönüşü hukuken mümkün olmayan, uygulandığı anda artık telafisi mümkün olmayan zararlar meydana getirebilecek nitelikte olan işlemlerdir, örneğin sınır dışı etme veya yıkım kararı gibi. Ancak, burada, Devlet Memurları Kanunu'nda da altyapısı yapılmış olan statü hukukunun bir gereği olarak kamu görevlilerinin atanması, naklen atanması, geçici veya sürekli olarak görevlendirilmesine yönelik idari işlemlerin idarenin savunması alınarak bu gerekliliğin... Çünkü, DMK 76'da hüküm var, Devlet Memurları Kanunu'nda, idare kamu yararı ve hizmet gerekleri nedeniyle kamu görevlilerini bir yerden bir yere atayabilir, bu gayet doğaldır. İşte, bu atamaların objektif bir temele dayalı olup olmadığı noktasında idareden de savunma alındıktan sonra ancak yürürlüğü durdurma kararı vermesi esası benimsenmiştir. Yani, bir kamu görevlisi, haksız olduğunu düşündüğü bir atama işlemine karşı idari yargı mercilerine gidebilir ve idare mahkemesi, idarenin savunmasını aldıktan sonra o işlemle ilgili yine yürütmeyi durdurma kararı verebilir.
ALİ ÖZGÜNDÜZ (İstanbul) - Ama ne zaman? Ne zaman ama? Mağduriyet ne olacak, mağduriyet?
MEHMET DOĞAN KUBAT (Devamla) - "Yürütmeyi durdurma kararı verilemeyecek." gibi bir iddia yanlıştır, teklifle bağdaşmamaktadır. İyice incelenir okunursa teklif, bunun böyle olduğu çok rahat görülür. Geçmiş uygulamalarla da paralellik arz eden ve idare hukukçularının çok iyi bildiği bu uygulama, Anayasa açısından da 125'inci madde açısından da hiçbir hukuka aykırılık ihtiva etmemektedir.
Maddelerin görüşülmesinde detaylı olarak yine arkadaşlarımız görüşlerini ifade edecek.
Ben teklifin yeterince olgunlaşacağını, inşallah Türk hukuk hayatına da hayırlı olacağını düşünüyorum.
Yüce heyetinizi saygılarımla selamlıyorum. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)