GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: TÜRK CEZA KANUNU İLE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN TASARI VE TEKLİFLERİ
Yasama Yılı:4
Birleşim:97
Tarih:04.06.2014

CHP GRUBU ADINA ÖMER SÜHA ALDAN (Muğla) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; çağdaş parlamenter sistem içinde parlamentoların en önemli görevi yasa yapmaktır. Yasalar, kural olarak, toplumsal beklentiyi karşılamak, yönetimsel gereklilik, kamu düzeni, demokratik hak ve özgürlüklerin alanını genişletmek amacıyla düzenlenirler. Keza, yasalar, özünde soyut ve objektif normlardır; yürürlükte kaldıkları sürece zaman, kişi ve grup gözetmeksizin uygulama alanı bulmalıdırlar. Yasa yapmak aynı zamanda, hukuksal zemin üzerinde tasarrufta bulunulması anlamında yürütme organının dolaylı yoldan denetimi anlamına da gelir.

Yasalar, hukuk devleti ilkesi çerçevesinde ele alınmalı ve evrensel hukuk değerlerinden etkilenmelidir. Yine, yasalar toplumsal ayrışma yaratan, nedensiz yere özgürlük alanlarını daraltıcı, kişi ve grup çıkarı gözeten, hak kaybı doğuran hükümler içermemeli, Anayasa ile diğer yasalarla uyumsuz ve "Ben ne diyorsam odur." mantığının ürünü de olmamalıdır.

Keza, çok yasa yapmak, övünç kaynağı olarak görülmemelidir çünkü yasalar, fabrikasyon ürünler değildir. Keza, yasa, koleksiyon anlamına da gelmez. "Çok" yerine, "yerinde yasa" yapmaktır önemli olan. Bir de demokratik hak ve özgürlükleri genişleten yasaları çıkarıp da uygulamamak veya kötü uygulamacıların eline teslim etmek kabul edilemez; hele ki böyle düzenlemeler demokrasi havarisi olarak rol çalmak için birer araç gibi de kullanılmamalıdır.

Yasalar, son dakika ataklarıyla gündeme getirilerek muhalefeti sıkıştırmanın hazzına yarayan tatmin araçları olmadığı gibi, siyaseten şark kurnazlığının malzemesi olarak da görülmemelidir. Lakin, kişiye özel veya siyasi çıkara dayalı yasaların kötü bir huyu vardır, günü geldiğinde yapıcısını da vurur, vurulansa gıkını dahi çıkaramaz.

Yasalar, sadece çağdaş parlamenter sistemlere özgü bir müessese değildir, diktatörlerin de yasaları vardır ancak bunlar, yukarıda belirttiğimiz değer ve kurallardan yoksun, daha çok, mevcut idareyi iş başında tutmayı amaçlamış düzenlemelerdir. Bu açıdan, parlamentoların asli görevi, yasa yapmak değil, iyi yasa yapmak olmalıdır. İyi yasa, üç temel unsuru bünyesinde taşımalıdır. İlki, mevcut düzenleme yasa yapma tekniğine uygun olarak kaleme alınmalı; ikincisi, mümkün olduğunca ortak akıl ve emeğe dayanmalı; üçüncüsü ise kişiye özel hükümler içermemelidir.

Değerli milletvekilleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak yasa yapma tekniğine uygun hareket ettiğimizi söyleyebilir miyiz? Kesinlikle hayır. Bu yargıya varmanın en önemli kanıtı, şu anda görüştüğümüz iş ve benzerleridir. Yeni bir yasa teklifi veya tasarısı kadar, belki de daha çok oranda, yasa değişikliklerini görüşmek zorunda kalıyoruz. İşin istatistiğini tutmadım ama son yıllarda kabul edilen yasalarla ilgili üzerinde değişiklik yapılmayan yasa kalmadığını görürsem şaşırmam.

Aslında, mevcut yasalar elbette toplumsal dinamiğin gereği olarak zaman zaman değişikliğe gereksinim duyabilirler. Lakin Genel Kurulun gündemine gelen değişikliklerin temel nedeni ya toplumda toplumsal karşılık bulamaması ya Anayasa'ya aykırılık ya diğer yasalarla çelişen hükümler içermesi veya fahiş maddi hatalar oluyor. Demek ki önümüze yasa tekniğine uygun düzenlemeler gelmiyor ve Meclisimiz de üzerine düşeni yapmadığından, daha doğrusu, yapamadığından halkımıza iyi yasalar sunamıyoruz.

Bir de bu değişikliklerin nedenleri arasında iktidarın hoşuna gitmeyen veya konjonktür gereği hoşuna gitmeyenler de yok değil. Ne yazık ki "Göç yolda düzülür." mantığı ve "Nasıl olsa Meclis çoğunluğu var, eksik fazlayı gerekirse düzeltiriz, olur, biter." rahatlığı, özensizliği de beraberinde getirebiliyor. Ancak yasalar yazboz tahtasına dönüştükçe milletvekillerinin çok değerli zamanı boşa gidiyor, hak kayıplarına neden olunuyor ve bu tür özensiz düzenlemeler pek çok insanın canını yakıyor. Muhalefetin İç Tüzük'ten kaynaklanan haklarını "Meclis çalışmalarını engelleme girişimi" olarak görenlerin, meseleye bir de bu açıdan bakmalarını öneririm.

Bir diğer olgu, yasal düzenlemelerde ortak akıl ve emeğe pek rastlanamama durumudur. Bir bakıyorsunuz, iktidar partisinin programında, Hükûmet programında, hatta iktidar yetkililerinin söylemlerinde dahi dile getirilmeyen bir konuda teklif veya tasarı gündeme düşüyor, iktidar partisi milletvekillerinin, hatta yönetici durumunda olanların dahi haberinin olmadığı belli bir özel grubun mutfak çalışması ürünlerine tanık oluyoruz. Tabii ki, böylesi düzenlemelerin çoğunlukla ya arka planı veya iktidar için marjinal yararı söz konusu oluyor.

Düzenlemenin tartışılması istenmiyor, akademik düşüncelere itibar edilmiyor, dünya örnekleri göz ardı ediliyor, Anayasa'ya aykırılık iddialarına kulak tıkanıyor ve her şeyden önemlisi, suratlarda müstehzi bir ifadeyle "Milletimizin yüzde 50'sinin oyuna mazhar olan partimiz" sözcüğüyle başlayan, çoğu birbirinin kopyası, kibir dolu konuşmalarla demokrasinin vazgeçilmezi olan muhalefet küçümseniyor.

Elbette muhalefet de eleştiriyi hak edecek girişimlerde bulunabilir, elbette büyük bir oy ve vekil çoğunluğuna sahip olmak gurur kaynağı olabilir, lakin bu tablo ego hâlini almışsa, yani "aldığın oy kadar konuş" noktasına ulaşmışsa önemli bir sorunla karşı karşıyayız demektir. Hele ki, muhalefeti hakir görme, hatta daha da ileri gidip "siz bu işi bilmiyorsunuz" türü akıl vermeler, siyasi dünyamız açısından hiç de sağlıklı akıl yansımaları değildir. Zira, muhalefeti küçük gören anlayış, benliğe egemen olmaya başladı mı muhalefeti gereksiz görme duygusu da beraberinde gelir. Oysa iyi ya da kötü, demokrasinin varlık nedenidir muhalefet, bir gün iktidardaki fânilerin de tadacağı gibi. Muhalefetin, azınlıkta kalmanın sıkıntısı içinde gerilimli olması anlaşılabilirse de, ülkenin egemeni olan iktidarın hırçınlığı makul bir davranış biçimi değildir. Muktedir olan anlayış, arada bir olsa da "Bu muhalefeti zıvanadan çıkaran ben olabilir miyim?" diye düşünmelidir.

Tüm bu nedenlerle, yasalar bir kişinin ihtirasları, özlemleri ve planlarının uygulama aracı olmamalı ve parlamentolar da bu amaca tahsis edilen kurum olarak görülmemelidir. Kısaca, hızla "özel görevli Meclis" görüntüsünden sıyrılmak lazımdır. Bu noktada, partisi ne olursa olsun her milletvekiline görev düşmektedir. Grup başkan vekilinin parmağına bakmak yerine, vicdanın sesini dinlemek ve özgür birey olunduğunun farkına varmaktır önemli olan.

Değerli milletvekilleri, 592 sıra sayısıyla görüşmekte olduğumuz yargı paketi, diğer yargı paketlerinden de biri; artık buna alıştık. Bu yargı paketinde, yargıda önemli yapısal değişiklikler olduğu gibi, kişisel düzenlemeler de var ama buradaki 99 maddenin hemen hemen çok azı ihdas edilen maddeler, büyük bir çoğunluğu mevcut yasalarda değişiklik içeriyor. Artık, Türkiye Büyük Millet Meclisi, âdeta, bir "yasa tamir atölyesi" hâline getirilmiştir. Bizim işimiz gücümüz, yapboz tahtası hâline dönüştürülen yasaları bir kez daha değiştirmektir. Tabii ki, bu arada, maddi hatalar yanında kişisel, kişiye özel düzenlemeler de yok değildir.

Öncelikle -bu yasayı belli başlıklar altında konuşmamın diğer bölümünde değerlendireceğim- bir kez, ceza artırımı söz konusudur. Bu yasa, kamuoyunun gündemine kadına ve çocuklara şiddete yönelik ceza artırımı gerekçesiyle geldi ama baktığınızda, kadına şiddete yönelik olarak bu yasada hiçbir düzenleme bulunmamaktadır. Keza, cinsel saldırılara ilişkin olarak da ceza artırımı yapıldığını da görüyoruz ama bu arada, "suça itilen çocuk" kavramı göz ardı edilmiştir bu düzenlemede. Komisyon çalışmalarında bu konuya dikkat çekmek için mümkün olduğunca özen gösterdik. Adı üstünde, 18 yaşından küçük çocuklara "fail" demiyoruz, "suçlu" demiyoruz, "suça itilen çocuk" diyoruz. Ve gerek uyuşturucu madde satışı, temini, kullanımı, nitelikli hırsızlık, cinsel saldırı suçlarında ceza artırımı da benim gözümde bir anlam ifade etmemektedir. Cezayı artırmak, suçu önleyen bir neden olmamıştır. Aslında, insanları suça iten toplumsal nedenler vardır, sosyolojik nedenler vardır, ekonomik nedenler vardır, kültürel nedenler vardır. Eğer siz bunlarla mücadeleyi bir tarafa bırakıp da sadece cezaları artırarak bir suçtan caydırıcılık sağlamayı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.

Yine bu kürsüde örneğini verdiğim bir olay daha var. Türkiye'de kan gütme saikiyle, yani kan davası dolayısıyla adam öldürme suçu, eski Ceza Yasamızın 450'nci maddesine bir fıkra eklenerek idamla cezalandırılmıştı ama Türkiye'de kan davasını önleyemedik. Ama feodal yapıda çökme, iletişim araçlarının gelişmesiyle, Türkiye'de, bugün artık kan davası marjinal düzeye inmiştir. Dolayısıyla, işin sosyal, ekonomik, siyasal boyutunu düşünmeden ceza artırımı, kesinlikle suçtan vazgeçmeyi etkilemez. Bir insanı içeri atarsınız -bu bir sektördür, uyuşturucu sektörü- başka biri orada yerini bulacaktır. O insanı yıllarca cezaevinde tutmakla, yine uyuşturucu ticaretini ne yazık ki engelleyemeyeceksiniz.

Keza, bir ceza artırımı, beraberinde yakalanma korkusuyla şiddeti de beraberinde getirecektir. Korkarım, önümüzdeki süreçte, bu tip olaylarda pek çok çatışmaya tanık olabileceğiz, pek çok güvenlik görevlimize saldırı olacaktır.

İkinci bir nokta, ceza artışı, o cezadan kurtulmaya yönelik olarak rüşveti de beraberinde getirir, Türkiye'de bir rüşvet atmosferi de yaratılacaktır.

Kısaca, çok ceza, suçtan caydırıcı olmak değildir ama burada bir felsefe yatıyor, Türkiye'de tek tip insan yaratma anlayışının ürünüdür bu düzenlemeler. Yani halim selim gençler, nur yüzlü delikanlılar; asıl amaç budur. Yani insanları ben yasal düzenlemelerle zapturapta alacağım anlayışıdır ama şöyle bir gerçek vardır: Beş vakit abdestinde namazında bir insanın çocuğunun uyuşturucu müptelası olduğunu çok görüyoruz bu ülkede. O adam, çocuğuna bile sahip çıkamıyor. İnsanları tekdüze anlayışa getirmektense demokrasi arayışı içinde olmak, bireyin özgürlüğüne önem vermek asıl olmalıdır.

Bir diğer düzenleme, ceza sisteminde yapılmak istenmektedir. Yıllardır, 2004'teki Türk Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu'ndaki değişiklikten sonra gündeme gelen istinaf düzenlemesi buraya eklenmiştir. Üç ay gibi bir süre söz konusudur, bu üç ay içerisinde istinaf mahkemelerinin hayata geçirilmesi de çok zor görünmektedir.

Ceza yargılamasında diğer bir önemli konu ise sulh ceza mahkemelerinin kaldırılacak olmasıdır. Sulh ceza mahkemelerinin kaldırılması, kural olarak doğru bir girişimdir ama sulh ceza mahkemeleri kaldırılıp yerine sulh ceza hâkimliği müessesesi getirilmiştir. Bu, şu anlama gelir: Artık sadece tutuklama, yakalama, el koyma, arama gibi kararları vermekle görevli bir hâkimlik kurulmaktadır. Bu hâkimliklerin sayıları son derece az olacaktır ve Türkiye'de belli yerlerde görev yapacaklardır. Aslında buradaki temel niyet şudur: "Kendimize öyle güvenilir bir alan bulalım ki sürpriz kararlardan kaçınalım. Sulh ceza mahkemelerini bu arada kaldırıyoruz ama güvenilen sulh ceza hâkimleri yoluyla, mevcut bazı sürprizlerle yeniden muhatap olmayalım." anlayışıdır.

Burada, sulh ceza hâkimlerine yönelik bir karar daha verilmiştir. Bir savcının kamuoyunda takipsizlik kararı olarak bilinen kovuşturmaya yer olmadığına dair kararlarını itirazen inceleme yetkisi, mevcut düzenlemede ağır ceza mahkemesine aittir. Yani, üçlü bir hâkimler heyeti bir takipsizlik kararını inceleyip karar vermektedir ama şimdi yapılan bu düzenlemeyle bu, sulh ceza hâkimlerine bırakılmaktadır yani tek hâkime bırakılmaktadır. İtiraz edenlerin önemli bir güvencesi ellerinden alınmaktadır. Düşünün, son derece önemli bir yolsuzluk olayı var, son derece önemli iddiaları içeren bir olayda savcı takipsizlik kararını verecek, onunla aynı yerde görev yapan bir hâkim -ki meslek dayanışmasını da burada göz ardı etmemek lazım- itirazen inceleyecek ve takipsizlik kararına itiraz reddedildi mi, yeni bir delil ortaya çıkmadığı takdirde, o olayla ilgili bir daha soruşturma yapılamayacak. Bu, tam bir güvencesizlik hâlidir.

İkincisi: Bir kişinin telefonunun dinlenmesi için... Hani adli yargıdaki daha basit sayılabilecek bir işlemde, daha geçtiğimiz aylarda ağır ceza mahkemesinin oy birliği kararına ilişkin bir düzenleme yapmadık mı? Onu yaptık ama bugün, takipsizlik gibi çok önemli bir kararı incelemesini ağır ceza mahkemesinden alıp tek hâkime vermek, bence çok büyük bir çelişkidir, hukuka bakış açısının da önemli bir göstergesidir.

Değerli milletvekilleri, hastalık nedeniyle hükmün infazının ertelenmesine ilişkin düzenlemede sorunlar yaşandığını biliyoruz. Burada bir iyilik getirilmeye çalışılmış ama mevcut düzenlemede de yine uygulamada, yargıçlar, hasta hükümlülerin infazını ertelemede çekingen davranacaklardır, sorun çözülmeyecektir.

Bir diğer önemli husus, kişiye özel iki tane düzenlemedir. Bunlardan bir tanesi, Türk Ceza Kanunu'nun 277'nci maddesindeki düzenlemedir. Artık, şimdi, bir soruşturmada yargı görevi yapanı, bilirkişiyi ve tanığı soruşturma aşamasında etkilemeye teşebbüs edenler suçsuz sayılacaklardır. Bu, doğrudan kişisel bir düzenlemedir. Artık, bir adalet bakanı, istediği gibi, soruşturma aşamasında bir savcıyı arayıp talimatlar verirse, adil yargılamaya gölge düşürecek girişimde bulunursa bu, suç olmayacaktır. Keza, yine soruşturma aşamasında bir tanığı tehdit ederseniz sadece normal tehditten yargılanabilirsiniz; baskı yaparsanız yine bu suç olmayacaktır; soruşturma aşamasında bir bilirkişinin üzerinde nüfuz kullarınsanız artık bu da suç olmaktan çıkacaktır. Bu, doğrudan kişisel bir düzenlemedir ve Anayasa'ya aykırıdır.

İkinci bir kişisel düzenleme ise şudur: Malum olduğu üzere, iktidar partisinin bazı yerel yöneticileri, bizim parti üyelerimizin de içinde bulunduğu binlerce kişiyi sahte olarak Adalet ve Kalkınma Partisi üyesi yapmışlardır. Bu suçun cezası, Siyasi Partiler Yasası'na göre bir yıldan üç yıla kadar hapistir. Keza, bu bir özel belgede sahteciliktir. Yine, Türk Ceza Kanunu'nun 207'nci maddesi özel belgede sahteciliği düzenlemektedir. Orada da ceza bir yıldan üç yıla kadardır ama milletvekili arkadaşlarımız, bir teklifle geldiler ve dediler ki: "Siyasi Partiler Yasası'ndaki sahte üye kaydına yönelik cezayı bir aydan üç aya kadara indirelim" ve Komisyonda yaptığımız tartışmalar sonucunda bu ceza bir miktar artırıldı ama bu, doğrudan, Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırıdır. Yani, sıradan bir vatandaş, özel evrakta sahtekârlık yaparsa bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılacak, ancak, bir siyasi, yaparsa bunun çok altında bir cezaya mahkûm olabilecektir.

Keza, burada uyarmak isterim iktidar partisi milletvekili arkadaşlarımı: Bu suçlamalar dolayısıyla, bir yıldan az ceza alarak bir anlamda cezadan kurtulan arkadaşlarımız, yani o siyasi partinin yerel yöneticileri, bir seçim sonra bu Parlamentoda sizlerin yerini alabilecektir. Onlara bu olanağı siz sağlamış olacaksınız. Evrakta sahtekârlık yapan insanlar, Mecliste milletvekili olabileceklerdir.

Değerli arkadaşlarım, bir diğer önemli konu ise -MASAK- terörün finansmanı hakkındaki yasada yapılan bir düzenlemedir. Burada elektronik tebligat uygulaması vardır. Elektronik tebligatın anlamı şudur: Elektronik tebligatta eğer bir kişiyi bulamıyorsanız, mal varlığını dondurmak istiyorsanız, o kişiye e-mail yoluyla bir tebligat gönderiyorsunuz. Bu tebligat, karşı taraftan alındığı anda tebliğ edilmiş sayılıyor ve buna göre mal varlığını dondurabiliyorsunuz ama yapılan bu düzenlemede bir kişinin herhangi bir e-mail adresine bir yazı göndermek yeterli olacak, yani o kişinin mal varlığı dondurulacak. Bu, özel mülkiyet hakkına yönelik ağır bir saldırıdır. Bunun amacının ne olduğunu da aşağı yukarı tahmin ediyorum ama burada polemik konusu da yapmak istemiyorum.

Değerli milletvekilleri, geneli üzerinde özetleyebileceğim konular bunlardır, lakin, son sözlerim: Parlamentoyu lütfen bir "yasa tamir atölyesi" olmaktan kurtaralım diyor, hepinize saygılar sunuyorum. (CHP ve MHP sıralarından alkışlar)