Konu: | MHP GRUBUNUN, MHP GRUP BAŞKAN VEKİLLERİ İZMİR MİLLETVEKİLİ OKTAY VURAL VE KAYSERİ MİLLETVEKİLİ YUSUF HALAÇOĞLU TARAFINDAN, 1953 YILINDAN BU YANA SİYASİ LİTERATÜRÜMÜZDE "MİLLÎ DAVA" OLARAK NİTELENEN VE KABUL EDİLEN, SON DÖNEMLERDE DİKKAT ÇEKİCİ GELİŞMELERİN YAŞANDIĞI KIBRIS MESELESİNİN ETRAFLICA VE KAPSAMLI BİÇİMDE DEĞERLENDİRİLMESİNE VE TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ ÇATISI ALTINDA FAALİYET GÖSTEREN SİYASİ PARTİLERİN DÜNYA KAMUOYUNA ORTAK BİR İRADE BEYAN ETMESİNE FIRSAT SUNMAK AMACIYLA 10/6/2014 TARİHİNDE TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA VERİLMİŞ OLAN GENEL GÖRÜŞME ÖNERGESİNİN, GENEL KURULUN 18 HAZİRAN 2014 ÇARŞAMBA GÜNKÜ BİRLEŞİMİNDE SUNUŞLARDA OKUNMASINA VE GÖRÜŞMELERİNİN AYNI TARİHLİ BİRLEŞİMDE YAPILMASINA İLİŞKİN |
Yasama Yılı: | 4 |
Birleşim: | 105 |
Tarih: | 18.06.2014 |
BÜLENT TURAN (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Milliyetçi Hareket Partisinin Kıbrıs'la ilgili, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı vesilesiyle vermiş olduğu grup önerisi aleyhine AK PARTİ Grubu adına söz aldım. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Sayın Başkan, değerli arkadaşlar; öncelikle belirtmek isterim ki bizim için İstanbul ne kadar kıymetliyse, Ankara, İzmir, Konya, Kayseri ne kadar kıymetliyse Magosa da, Lefkoşa da, Lefke de, Karpaz da, Girne de o kadar kıymetlidir. Bizim için Eyüp Sultan ne kadar anlamlıysa, ne kadar değerliyse, bizim için Hacı Bayram ne kadar kıymetliyse, ne kadar anlamlıysa Hala Sultan da (Ümmü Haram Anne'miz) Kıbrıs'taki bütün değerlerimiz de aynı derecede kıymetlidir, anlamlıdır.
Bizim Kıbrıs'la bağımız bugün ya da 1974'te ya da 1573'te başlamış değil. Hazreti Peygamber'in rüyasıyla, Hazreti Osman'ın emriyle, Hala Sultan'ın orada şehadetiyle başlamıştır.
1573, II. Selim, Lala Mustafa Paşa, tarihteki en önemli hamlelerimizden bir tanesidir. 1974 belki de bu coğrafyada hep geriye çekilmemizin, hep kaybetmemizin kırılıp ilk defa taarruza geçerek bir adım attığı, cumhuriyetimizin en önemli başarılarından bir tanesidir.
Değerli arkadaşlar, Kıbrıs'ın jeopolitik konumu hakkında şimdiye kadar söylenmeyen kalmadı, yazılmayan kalmadı, okumadığımız makale kalmadı. "Kıbrıs'a hâkim olan Doğu Akdeniz'e hâkim olur." dendi. Amerikalıların Deniz Hâkimiyet Teorisi paylaşıldı, söylendi. "Yüzemeyen bir savaş gemisidir." dendi, paylaşıldı. Ancak, tüm bunların üzerinde son birkaç yılda ekstra birtakım jeopolitik önemler ortaya çıkardılar. Örneğin, doğal gaz bu siyasi sorunu farklı bir yere getirdi. Örneğin, Türkiye'nin büyük bir hamleyle, 105 kilometre, Anamur'dan Kıbrıs'a tüm Kıbrıs'ın içme suyunu çözecek olan, Kuzey Kıbrıs'ımızın Mesarya Ovası'nı -ki şu an kullanılamayan hâlde âdeta- ayağa kaldıracak olan Hayat Suyu Projesi oraya bambaşka bir anlam kattı. Yetmedi, yine Mersin'den Girne'ye döşenecek olan, tüm çalışmaları yoluna girmiş olan elektrik temini projesi Kıbrıs'a ayrı bir jeopolitik anlam atfetti. Üniversite sayısının her gün artması, 65 binden fazla üniversite öğrencimizin olması, 100'e yakın ülkeden binlerce yabancı öğrencinin Kuzey Kıbrıs'ta olması, bir anlamda, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin fiilen de olsa tanındığı anlamına gelmeye başladı. İmar, ulaşım, benzeri yatırımlar, sanat faaliyetleri son yıllarda Kıbrıs'ta çok farklı bir Türk tarafını, çok farklı bir Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni tekrar gündeme getirmeye başladı. Ancak, Kıbrıs, sadece Kıbrıslılar için değil, Kıbrıs Türkleri için değil, bizim için de çok önemli. Bazen, zaman zaman, hepimizin dil sürçmesiyle "yavru vatan" diye ifade ettiği, hatta haddini aşarak bazılarının "Bize Kıbrıs yük oluyor." demesi kabul edilebilir değil. Kıbrıs, yavru falan değil; Kıbrıs vatandır; bayrağıyla, toprağıyla bir devlettir. Önce bunu biz tanımak durumundayız. Eğer yavruysa şimdiye kadar büyütmeyenler de, şimdiye kadar gerekli adımı atmayanlar da bunun sorumlusudur. Kıbrıs bizim vatanımızdır, Kıbrıs vatandır, öyle bakmak gerekir diye düşünüyorum.
Değerli arkadaşlar, grup önerisine konu olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararı bugünlerin konusu değil, AK PARTİ'den çok önce de bu siyasi sorunun çözümü için önemli adımlar atıldı, bununla ilgili eski iktidarlar da çalışmalar yaptı. Ancak, hepimizin bildiği bir şey var, bu karara gerekçe olan asıl başvuru çok önceleri yapılmakla beraber, 1994 yılındaki -3'üncü kez olmak üzere- başvurudan sonra AİHM'ce gündeme alındı. O zamana kadar "Mağduriyetler tespit edilemiyor." deniyordu ya da "Mağduriyetler karşılıklı olduğu için gündem olamaz." deniyordu. Ancak, siyasi birtakım sebeplerle, biliyorsunuz, farklı bir hukuk zemini oluşturuldu, âdeta Avrupa Birliğine haksız şekilde başkan yapılan, dönem başkanı yapılan, üyeliğe kabul edilen Rum tarafı, tüm dünyaca ve özellikle Türkiye tarafından tanınmak zorunda olsun diye bu gayrihukuki karar verilmiş oldu.
Değerli arkadaşlar, gönül isterdi ki eksiğiyle fazlasıyla şimdiye kadar bu sorunu bitirseydik. Biz ne zaman Türkiye olarak uluslararası arenada ciddi bir adım atsak önümüze iki büyük sorun getirildi: Bir, "Kürt sorunu" dendi; iki, "Kıbrıs sorunu" dendi. Hamdolsun, Hükûmetimizin güçlü iradesiyle "Kürt sorunu" diye ifade edilen Türkiye'nin kadim problemi büyük ölçüde çözülmüş oldu. İnşallah çözülecek. İsteriz ki Kıbrıs sorununda da Türkiye'nin iradesiyle, Kıbrıslı Türklerin iradesiyle çözüm sürecine erişilmiş olsun.
Eksiğiyle fazlasıyla Annan Planı bugün geçmiş olsaydı bu önergeyi değil başka konuları konuşuyor olacaktık. Ancak, üzülerek gördük ki o zaman bizim muhalefetimiz de o zaman Rum tarafı da olur olmaz bahanelerle -bildiğiniz gibi- o süreci âdeta sabote etti. O gün o plan kabul edilse bugün bu sıkıntıları yaşıyor olmayacaktık. Ama, bugün AİHM'in kararı önümüzde, "Güney Kıbrıs'ı tanıyın." diyen baskısı önümüzde, bambaşka bir sürece başladık.
Değerli arkadaşlar, o kanunun, o AİHM kararının hukuki sürecine baktığımızda şu birkaç konunun altını çizmek isterim. Bir tanesi şu: Biliyorsunuz, 1994'te başvurulduğunda esasa ilişkin karar vermekle beraber o zamanki AİHM "Mağduriyet var ama tazminatı sonra görüşeceğim." demişti, yıl 1994. Aynı işlem devam etti. Bunun üzerine Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti hatalı bir işlem olmasın, hatalı bir karar verilmesin diye tedbir alarak Kuzey Kıbrıs'ta Taşınmaz Mal Komisyonunu kurdu ve mağduriyetlerin burada çözülmesini talep etti. İlginçtir, AİHM de bu Komisyonun iç hukuk anlamında bağlayıcı olduğunu ve AİHM'e başvuru için de gerekli şart olduğunu kabul etti. Bu, çok olumlu bir adımdı. Ancak, 2010 yılına gelindiğinde Rum tarafı anlaşılmaz bir şekilde bu Komisyonun yetkisini gasbederek tekrar AİHM'e başvurdu. Fakat, daha da anlaşılmaz olanı -şimdiye kadar Mısır'da, Avrupa Birliğinin dönem başkanlığını üstlendiren süreçteki AB'nin tavırlarında- Rum tarafında attığı adımlarla, her türlü farklı demokrasi sınavında iki yüzlülüğüne şahit olduğumuz Avrupa Birliği bu konuda hiç ses çıkarmadı ve AİHM, önüne gelen bu davayla 2014 yılının Mayıs ayında Türkiye'yi mahkûm etti; anlaşılmaz bir kararla kendi içtihatlarıyla çelişti, defaaten vermiş olduğu kararları ayağının altına aldı, defaaten reddettiği, "İki tarafın mağduriyeti var." dediği meseleyi kabul etmiş oldu. Fakat daha da vahimi, AİHM'in, her hukukçunun bileceği bir temel prensibi var. Kişilerin başvurusu esas olmasına rağmen, devletler hukuku nezdinde farklı değerlendirmeler olmasına rağmen bu kararında Rum tarafının başvurusunu kabul etti ve daha da vahimi tanımadığını iddia ettiği Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin tazminat ödemesine hükmetti. Bunun birçok hukuki gerekçesi var. Vaktim olmadığı için ayrıntıya girmeyeceğim. Ancak bu karar siyasi bir karardır; bunu verenler de biliyor, bunu bizler de biliyoruz. Bu siyasi kararın bizim nezdimizde bir bağlayıcılığı yok, hukuk dünyasında karşılığı yok, o yüzden çok büyük ses getirmedi zaten. 90 milyon avronun kime verileceği, başvurucular adına yapılan işlemin geçerli olup olmadığı, kimlerin hayatta olup olmadığı, Türk tarafındaki mağduriyetlerin ne olacağının bilinmediği bir süreçte tek başına bu kararın hukuk dünyasında bir karşılığının olması mümkün değil. Bir kere, bu tazminat kararının dokuz sene sürüp tekrar müzakerelerin başladığı zamanda sonuca bağlanması aslında bize niyetleriyle ilgili önemli bir ipucu veriyor. Dokuz sene bekleyeceksiniz, dokuz senenin sonunda gelip tekrar görüşmelerin başladığı, tekrar iki tarafın da iyi niyetli yaklaşımlarının ortaya konduğu bir süreçte bu kararı vereceksiniz. Bunun iyi niyetten, hukuktan çok uzak bir adım olduğu çok nettir diye düşünüyorum. Kaldı ki şimdiye kadar Güney Kıbrıs'ın istenen belgeleri, ölenlerin kim olduğu, onların hayatta olup olmadığı, dosyada birtakım teknik gereklilikler olarak istenen bilgileri, belgeleri vermemiş olması da zaten bu tartışmanın devam ettirilme niyetinden kaynaklandığını gösteren bir süreçtir.
Ben, muhalefetiyle iktidarıyla Kıbrıs gibi millî sorunlarımızda çok daha fazla bir araya gelerek, birbirimizi daha iyi anlayarak, nasıl ki Türkiye ayağına bağ olan birçok temel sorununu çözme iradesini göstermişse, Kıbrıs'ta da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin tüm dünya tarafından tanındığı, saygın bir devlet olduğunu hepimizin çalışmasıyla, Kıbrıs'taki Türklerin gayretiyle ortaya koyarız diye ümit ediyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)