| Konu: | TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLE İRAN İSLAM CUMHURİYETİ ARASINDA TERCİHLİ TİCARET ANLAŞMASININ ONAYLANMASININ UYGUN BULUNDUĞUNA DAİR |
| Yasama Yılı: | 4 |
| Birleşim: | 139 |
| Tarih: | 10.09.2014 |
MHP GRUBU ADINA YUSUF HALAÇOĞLU (Kayseri) - Teşekkür ederim Sayın Başkanım.
Değerli milletvekili arkadaşlar, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Devletlerin komşularıyla olan ilişkileri, onların bölgelerinde etkin hâle gelmesinde en önemli rolü oynayan unsurdur. Özellikle de kültürel medeniyet alanında ve kültür alanında birbiriyle yakın olan devletlerin yakınlaşması bu konuda daha da önem taşır ve bölge barışının sağlanmasında da son derece önemli bir rol oynar.
Türkiye Cumhuriyeti ile İran arasındaki ticari ilişkilerin geliştirilmesi adına Tercihli Ticaret Anlaşması'nın onaylanması, iki ülke arasındaki yıllar içerisinde çeşitli problemlerle gelişmemiş olan ticaretin daha da gelişmesi için önemli bir adım olacaktır. Nitekim, İran İslam Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra Türkiye Cumhuriyeti'yle olan ilişkileri çok da iyi derecede sayılacak bir konumda değildi. Ancak 1994'lerden, 95'lerden itibaren İran'la olan ilişkiler çok daha iyi bir konuma gelmiştir. Nitekim, yakın bir dönemden söz edecek olursak -ki şunu özellikle belirteyim: Türk Tarih Kurumu Başkanlığım zamanında İran'la yaptığımız ortak birtakım projeler çerçevesinde İran'ın hemen her bölgesini gezmiş bir kişi olarak şunu söyleyebilirim ki İran gerçekten çok köklü bir devlettir- Persler gibi, Sasaniler gibi çok kadim medeniyetlere sahip olan bir coğrafya üzerinde kurulmuş olan İran'ın ondan sonraki dönemlerde Türk devletlerine mekân olarak ev sahipliği yaptığını görüyoruz ki yaklaşık bin yıllık bir dönemde yani 1925'e kadar Türk devletlerinin hâkim olduğu bir coğrafya olmuştur.
En son 1925'te -Kaçar Hanedanı'nın- Pehlevilerin başa geçişine kadarki dönem, dediğim gibi, Karakoyunlulardan İlhanlılara, Selçuklulardan Safevîlere, Safevîlerden Afşarîlere ve Kaçarlara kadar olan bu dönem İran tarihi açısından da son derece büyük önem taşır ve özellikle Safevîler döneminden itibaren -tabii, Nadir Şah da dâhil- o dönemlerde Osmanlı Devleti'yle olan ilişkileri gerçekten günümüze kadar yansıyan bir durum ortaya çıkarır. Öyle ki son zamanda bile İran'dan gelen heyetlerin çok kalabalık olarak gelmesi veya Türkiye'den İran'a giden heyetlerin büyük kalabalıklar altında gitmesi, aslında bu geleneksel iş birliğine bağlıdır. Öyle ki İran'dan gelen heyetler Osmanlı Devleti zamanında Türk sınırlarına girdiği andan itibaren elçilik heyetinin tüm masraflarının Osmanlı Devleti tarafından karşılandığı, keza aynı şekilde Osmanlı Devleti'nden gidildiğinde de oradan karşılandığı görülmektedir. Aslında bu bir yakın ilişkinin ötesinde bir rekabetin de göstergesidir.
Bu rekabet ortamı 1639 yılına kadar devam etmiştir ve Kasr-ı Şirin Anlaşması'yla çizilen sınırlar günümüze kadar gelmiştir, hiç aksamadan ve bozulmadan gelmiştir. Bu bakımdan İran ile Türkiye arasında geçen yaklaşık üç yüz otuz beş yıl gibi bir sürede en küçük bir sınır sorunu veyahut da iki devlet arasında rekabet teşkil edecek bir sorun olmamıştır.
Yakın döneme geldiğimizde, 2012'de Türkiye ile İran arasındaki ticaret hacmi 22 milyar dolara kadar çıkmıştır ancak bunun yaklaşık 5 milyar dolarlık kısmı kıymetli madenlerden oluşmaktadır; altın ticareti, götürülüp getirilmesi gibi. Bir yıl sonrasında yani 2013 yılında bu oran 14,6 milyar dolara kadar düşmüştür ama bunda muhakkak ki İran'ın nükleer çalışmaları sebebiyle Avrupa Birliği ve Amerika devleti tarafından uygulanan ambargolar da önemli rol oynamıştır. Nitekim Türkiye ile İran arasındaki dış ticaret açığı 6,2 milyar dolara ulaşmıştır. İşte, bu ticaret anlaşmasıyla bu ticaret hacminin 30 milyar dolara kadar çıkması planlanmaktadır.
Meclis Başkanımızla birlikte İran'a gittiğimizde, geçen bahar döneminde, aslında şunu görmüştük: Oradaki iş adamlarımızla yaptığımız görüşmelerde İran'la ticaret hacmimizin sadece para transfer meselelerinin halledilmesiyle 30 milyarların üzerine çıkacağı kendileri tarafından belirtilmişti. Nitekim aslında büyük ağırlığı doğal gaz teşkil etmesine rağmen İran'la olan ilişkilerimizde, diğer alanlarda, sınai üretim ticaretinde de çok önemli bir rol oynanabilir.
Değerli milletvekilleri, kısa bir özet yaptım. Aslında 2014'te de 12 milyar dolarları geçmiş bir ticaret hacmimiz var. İran'dan alınan doğal gazın -tabii resmî bir rakam olmamakla beraber- 1000 metreküpü alanı 490 dolar olarak alınmaktadır ki bu, Azerbaycan'dan aldığımız doğal gazdan 155 dolar daha yüksek, Rusya'dan aldığımız gazdan da 55 dolar daha yüksektir. Tahkim Kuruluna başvuran Türkiye'nin bu konuda neler elde ettiğini doğrusunu isterseniz tam olarak bilmiyorum şu an için ama burada şu önemli: Bütün bu ticaret tabii ki iki ülkeyi birbirine yaklaştıran en önemli hususlardan biri olmakla beraber, Türkiye ve İran'ın stratejik olarak birbirine yakın durmak mecburiyeti de vardır. Zira Orta Doğu'da meydana gelen olaylar çerçevesinde meseleye baktığımız zaman İran'ın Türkiye için, Türkiye'nin de İran için son derece büyük, âdeta sigorta sayılacak bir değeri vardır. Bu iki ülkenin yakınlaşması, Orta Doğu'da, Amerika gibi veya Rusya gibi birtakım devletlerin de bu bölgeye olan emellerini ortadan kaldırabilecek veya en azından belli bir seviyede tutabilecek nitelikte olacaktır.
Zira diğer bir yönü de: Türkiye'nin İran üzerinden Orta Asya'ya açılışının ana kapısı İran'dır, kara yolu üzerinden. Dolayısıyla, İran'ın bu bakımdan da Türkiye için son derece büyük bir önemi vardır. Hele hele Orta Doğu'da meydana gelen olaylar yani Suriye'yle, Irak'la, Filistin'le, İsrail'le olan ilişkilerimiz veya Mısır'ı göz önüne alacak olursanız bu bölgelerde meydana gelen şu anki olaylar, Türkiye'nin bu bölgeye olan ihracatını çok büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır ama en önemlisi, bu ihracatı ortadan kaldırmanın ötesinde bölgede bir mezhepsel nüfuz mücadelesinin de meydana geldiğini, ortaya çıktığını görmezden gelmemiz mümkün değildir. Bugün ortaya çıkan IŞİD'in, özellikle Sünni olmayan Müslümanlar üzerindeki etkileri ve hatta İslam'da hiç yeri olmamasına rağmen "Allahuekber" diyerek insanların kafasını kesmesi, bir defa, bu bölgede, aslında Osmanlı Devleti'nin 19'uncu yüzyılda mücadele ettiği Vehhabi anlayışıyla, Vehhabi mezhebinin görüş açısıyla, İslam'a bakış açısıyla eş değer olarak görülebilir. Nitekim, Vehhabi de, Osmanlı Devleti'nin mücadele ettiği Vehhabilerdeki Suud El Faysal'ın büyük dedesi El Suud o bölgede, Osmanlı Devleti'ne başkaldıran ve mücadele eden en önemli kişilerden biridir.
Aynı şekilde, özellikle o bölgeye gitmiş, hacca gitmiş olan insanlar da muhakkak ki sahabelerin mezarlarının bile yerle bir edildiği bir yapı görmüştür. Onun ötesinde, Suudilerin geçmiş dönemde, Peygamberimizin mezarını bile ortadan kaldırmayı düşündükleri bir dönemde, İslam dünyasından gelen tepkiler üzerine bunu ortadan kaldırmaktan vazgeçtiklerini de tarihlerde okuyabilirsiniz. Mezarlara karşı böylesine büyük bir düşmanlıkları var.
Nitekim bugün IŞİD'in yaptığı da aynıdır. Camileri gösterişli bulup onları havaya uçuran, özellikle Şii camilerinde daha alayişli, gösterişli bir cami iç yapısı, mekânı olduğunu göz önüne alırsanız bunları ortadan kaldıran ama diğer taraftan da türbeleri de bombalayıp yerle bir eden bir anlayışın temsilcileri olarak ortaya çıkmışlardır. Aslında IŞİD İslam içerisinde kangren sebebi olarak sayabileceğimiz bir fikrin ve anlayışın temsilcileridir, İslam dünyasında fitne çıkaran ve İslam dünyasını altüst eden bir anlayışın temsilcileridir.
Her ne kadar bu örgütün Amerika Birleşik Devletleri, İsrail gibi devletler tarafından organize edildiği ve Türkiye'nin de bunlara yardım ettiği söz konusu ediliyorsa da bunu şu açıdan değerlendirmek gerekir: Aslında IŞİD'in İsrail'e karşı bir harekete girmemesi ve sadece Şii Müslümanlara yönelik bir harekât içerisinde bulunmaları bunu doğrular niteliktedir. Nitekim, IŞİD'in Bağdat'a doğru ilerleyişi ve Irak'ta elde ettiği, Suriye'de elde ettiği bölgeler sonrasında gücünü ispat etmesi ve kendisine güven duymasıyla Irak'ın kuzeyine yönelmesinden sonra ancak Amerika Birleşik Devletleri IŞİD'e karşı tavır almıştır. Zira, o zamana kadar aslında El Maliki'nin elinde bulunan petrol bölgelerinin bir şekilde Kuzey Irak'a bağlanmasında IŞİD önemli bir rol oynamıştır. İşte, bu çerçeve içerisinde, İran IŞİD'e karşı mücadele eden bir devlettir.
Diğer taraftan, Türkiye'nin terörle mücadelesinde, PKK'yla mücadelesinde İran'ın çok önemli bir rolü var idi. Keza aynı şekilde, Suriye'nin başlangıçta olmasa bile daha sonraki dönemlerde çok önemli bir rolü vardı. Aslında, Türkiye'nin Suriye, Irak, İran gibi devletlerle -ki Atatürk zamanında da bu, Bağdat Paktı'yla perçinlenmiştir- bunlarla iş birliği hâlinde hareket etmeleri aslında Orta Doğu'da barışın sağlanmasında birinci derecede önemli bir rol oynayan politika olacaktı.
Aslında, 61'inci Hükûmet ilk kurulduğunda ve Sayın Davutoğlu Dışişleri Bakanı olarak ilk defa göreve başladığında "sıfır sorun" olarak adlandırdığı politikasında çok doğru bir politikayla işe başladı. Suriye'yle olan ticaret anlaşmaları ve vizeler sebebiyle aslında Orta Doğu'da Amerika'nın da, Avrupa'nın da beklemediği veya İsrail'in beklemediği çok önemli bir adım atılmıştı. Bu adım birdenbire Batılılar tarafından tenkit edilmeye başlandı ve hatta Türkiye'nin kendi mecrasından çıkan bir devlet olarak nitelendirilmesine sebep oldu. Aslında Türkiye, çıkmış olduğu mecradan kendi ana mecrasına oturuyordu bu politikayla ve nitekim Türkiye'den Suriye'ye, Suriye'den Türkiye'ye büyük bir ticaret ve insan giriş çıkışı oldu.
Diğer taraftan, Suriye'nin -ki o tarihlerde Suriye'ye gitmiştim- hemen hemen Türkiye sevdalısı bir hâle geldiğini, kapalı çarşılarında, Şam'da, vesair çeşitli yerlerde, bütün dükkânlarda Türk bayraklarının yer aldığını görmüştüm ama ne gariptir ki ve neden ortaya çıkmıştır ki Suriye'yle ilgili bu politika birdenbire değişti ve Suriye'yle düşman kardeşler hâline gelindi. Esad, aslında Türkiye'yi bir yerde kendisine örnek alan bir politika izlemeye başlamıştı. Samimi olarak söylüyorum ki -o tarihte siyasetle de alakam yoktu, Tarih Kurumu Başkanı olarak- Halep'te, Halep Üniversitesinde "Türkiye'nin Orta Doğu politikasında Suriye'nin yeri ve önemi" konulu bir konferansa gitmiştim ve ilginçti ki o zamana kadar baskı altında bulunan Türkmenler o konferansımda bana Türkçe sorular sordular, böyle bir imkân tanınmıştı ve Halep'e gittiğinizde, Halep surlarının dibindeki kafeteryalarda, birçok Türkmen'in, size, Türk diliyle gelip konuştuklarına şahit olmuştum. Aynı şekilde, kiraladığım arabayla Hama, Humus, Şam, Tartus gibi illeri görmenin ötesinde, diğer bir gün de Rakka, Deyrizor, Meskene ve muhakkak ki Süleyman Şah Türbesi'nin bulunduğu Caber Kalesi'ne gittim. Kendim kullandığım arabada bir kere yolda durdurulmadım. Böylesine büyük bir yakınlık kurulmuş bir ülkeyle birdenbire, bir gün içerisinde düşman olmanın anlamını herhâlde değerlendirmek gerekiyor. İşte bu politika, Türkiye'nin bu politikası, yanlış politikası, ondan sonraki politikası bugün İsrail'in Gazze'yi bombalamasında, Filistin'i bombalamasında en önemli etkenlerden biridir. Zira, İsrail'i durduran en önemli güç, askerî güç, kara gücü Suriye gücüydü. Mısır'ın, Suriye'nin, Irak'ın ve Libya'nın -ki bunlar İsrail'le savaşan devletlerdi- bunların kendi iç kargaşası içerisine hapsedilmeleri sebebiyle İsrail artık rahatça at oynatır hâle geldi. İran'a karşılık Türkiye'de kurulan Kürecik'teki radar istasyonu, aslında, yine bunun sebeplerinden bir tanesiydi.
Türkiye'nin Orta Doğu'da uzlaştırıcı, Orta Doğu'da barışı sağlayıcı en önemli ülke olduğunu düşünüyorum. Bugün bile, Türkiye, Suriye'deki kargaşaya son verebilecek tek ülkedir; yine, Irak'taki kargaşaya son verebilecek tek ülkedir; yine, Mısır'da ve Libya'daki kargaşaya son verebilecek tek ülkedir ama politikalarından vazgeçip yanlış yaptıklarını idarecilerin kabul etmesi gerekir yani yanlışlarından dönmesi gerekir.
Suriye'nin güvenliği, Suriye'nin tek devlet olarak ayakta kalması Türkiye'nin sigortasıdır, Türkiye'nin ayakta kalması demektir. Keşke, Türkiye, politikasında, Rusya'yı da içine alan, Türk cumhuriyetlerini içine alan, Azerbaycan'ı, Gürcistan'ı, İran'ı, Irak'ı, Suriye'yi içine alan yeni bir birliğe doğru gidebilse. Bakın, dünyanın en uzak köşelerinden gelen insanlar, devletler, on bin kilometre öteden gelen devletler, Orta Doğu'daki enerji merkezlerinin bulunduğu bu bölgelere hâkim olmaya çalışıyorlar.
Aslında, şurasını iyi düşünmemiz gerekir: Orta Doğu, dünya enerjisinin yüzde kaçını üretiyor? Dünya petrollerinin yüzde kaçı Orta Doğu'dan ve Orta Asya'dan çıkıyor? İnancınız olsun ki, yüzde 70'i bu bölgeden çıkıyor ama bu arada şunu da ifade etmek istiyorum: Amerika Birleşik Devletleri, dünya petrollerinin yüzde 26'sını harcayan ülkedir. Yine, Avrupa Birliği ülkeleri dünya petrollerinin yüzde 20'sini kullanan ülkelerdir. Yani dünya petrollerinin yüzde 46'sı Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği ülkelerince tüketiliyor. Demek ki, kendi ülkelerinde yeterli olmayan petrolün bulunduğu sahalara hâkim olmak bu devletler için olmazsa olmazlardandır. Ama yanı başımızdaki coğrafyalarda onların güdümünde giden, onların arkasından, gölgesinden giden bir politikanın izlenmiş olması Türkiye'nin yararına değildir. Dolayısıyla, bu bölgede Türkiye başlangıç olarak İran'la yapacağı bu ticaret anlaşmasını diğer sözünü ettiğim devletlerle de aynı şekilde yapmak mecburiyetindedir. Ekonomik ilişkilerden başlayan sürecin siyasi sürece de etki etmeyeceğini hiç kimse söyleyemez. Dolayısıyla, buradan başlayıp bu ülkelerle siyasi olarak iş birliğine doğru giden bir yapı meydana geldiği zaman Avrupa Birliğinde olduğu gibi "Avrasya Birliği"ni kurmak işten değildir. Dolayısıyla, böyle bir coğrafyada kurulacak bir birliğin hem kendi içindeki, iç dinamizmdeki durum sebebiyle iç çatışmaların önüne geçeceği hem birçok rekabetin önüne geçilebileceği, barışın sağlanabileceği bir ortam doğuracaktır. Yani şöyle düşünün: Azerbaycan topraklarının yüzde 20'sini işgal etmiş olan Ermenistan, böyle bir birlik karşısında ne yapacaktır? Kendi geleceğini garanti altına almak için işgal ettiği toprakları Azerbaycan'a devrettiği takdirde kendi geleceğini de garanti altına alacaktır. Dolayısıyla, birlik ülkeleri içerisinde çatışma çıkmayacağına ve anlaşma yoluyla çözümleneceğine göre, Orta Doğu'da kargaşanın da önüne geçilecektir. Ama bunu yapmak zor bir şey değildir.
Avrupa Birliği ülkeleri, inancınız olsun ki, Orta Çağ'dan itibaren birbirlerini kırmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Din harpleri, Otuz Yıl Harpleri, Yüz Yıl Savaşları ve ardından Birinci Dünya Savaşı, ardından İkinci Dünya Savaşı, kimisi Protestan, kimisi Katolik, kimisi Anglikan, kimisi Lutherizm, vesaire gibi değişik mezhepler altında bulunuyorlar. Mesela bir Katolik ile bir Protestanı siz aynı dinden göremezsiniz, âdeta ayrı dinler altındadırlar ve birbirleriyle Müslümanlardan daha fazla düşmandırlar. Bu çerçeve içerisinde meseleye baktığınız zaman, onlar bir birlik hâline gelebiliyor ve bir çatı altında bulunabiliyorlarsa âdeta İslam dünyası sayılacak sözünü ettiğim coğrafyada bir birliğin kurulmaması söz konusu bile edilemez. Dolayısıyla, bu çerçeve içerisinde İran'la yapılan bu anlaşmanın bu şekliyle değil, daha da geliştirilmesi en büyük temennimizdir.
Bu bakımdan, İran'la yapılan bu anlaşmayı Milliyetçi Hareket Partisi olarak desteklediğimizi belirtiyorum ve anlaşmanın başarıyla sonuca ermesi ve her iki ülkeye de faydalı olmasını diliyorum.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (MHP sıralarından alkışlar)