GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Yükseköğretim Personel Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarı ve Teklifleri
Yasama Yılı:5
Birleşim:9
Tarih:04.11.2014

CHP GRUBU ADINA AYDIN AĞAN AYAYDIN (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 651 sıra sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu hakkında Cumhuriyet Halk Partisinin görüşlerini sunmak üzere söz almış bulunmaktayım. Bu vesileyle yüce Meclisi saygılarımla selamlıyorum.

Sayın Başkan, Millî Eğitim Bakanı Sayın Nabi Avcı'yı bugün bu sıralarda görüyoruz. Sayın Nabi Avcı'yı görünce hemen aklıma bir sınav yolsuzluğu geliyor. Millî Eğitim Bakanlığı ne zaman bir sınav yaparsa mutlaka orada bir yanlışlık olur, orada bir hırsızlık olur, orada bir haksızlık olur. Onun için, Nabi Avcı'yı gördüğüm her yerde mutlaka yine bir sınavda bir yolsuzluk, bir sınavda bir hırsızlık vardır diye aklıma geliyor. Ama bugün akademisyenlerin, profesörlerin, doçentlerin, yardımcı doçentlerin, öğretim görevlilerinin, araştırma görevlilerinin maaşlarını konuşuyoruz, açlık içerisinde, yoksulluk sınırının altında maaş alan bu akademisyenlerin hakkını konuşuyoruz, mali haklarını. Ne yazık ki şu sıralarda bunların başında olması gereken YÖK Başkanını burada görememek de büyük bir eksikliktir, YÖK Başkanını da buradan kınıyorum.

Temel işlevi bilgi üretmek, öğretmek ve yaygınlaştırmak olan üniversiteler gerek bilimsel gelişimin gerekse toplumsal ilerlemenin itici gücü konumundadır. Üniversiteler sosyoekonomik kalkınmanın ayaklarından birini oluşturmakla birlikte dünyadaki iyi üniversitelere ilişkin listelere ne yazık ki girememektedirler. Üniversitelerimizin evrensel standartları yakalayamadığı çok açık bir şekilde görülmektedir. Oysa ülkemizde son yıllarda pek çok sayıda üniversite açılmış, 104'ü devlet, 73'ü vakıf, toplam 177 üniversiteye ulaşılmıştır. Yarısı son altı yılda açılan bu üniversitelerde okuyan öğrenci sayısı 5,5 milyon düzeyine gelmişken, maalesef, üniversitelerimize yönelik bu gelişim, sadece niceliksel kalmakta, açılan üniversitelerin pek çoğu tabela üniversitesi olmaktan öteye gidememiştir. Nitekim, artık YÖK dahi gelecek yıllarda sayısal büyümeden nitelikli büyümeye geçiş gerektiğine, akademik insan kaynağının yetiştirilmesi gerektiğine vurgu yapmaya başlamıştır. Altyapıdan yoksun olarak sayı artırmaya yönelik açılan üniversitelerin tabelada kalması tehlikeli sonuçlara yol açacaktır. Zira hem sadece adı "üniversite" olan ve yetersiz imkânlar nedeniyle tabeladan öteye gidemeyen bu kurumlara aktarılan kaynaklar heba olacağı gibi, daha da önemlisi, bu üniversitelere güvenerek eğitimini buralarda sürdürme kararı alan öğrencilerimizin, yetersiz donanım nedeniyle, geleceği risk altına girecektir.

Son on yılda öğrenci sayısı 3 kat artarken öğretim üyesi sayısı 2 kat artmış. 5,5 milyon üniversite öğrencisi karşısında öğretim görevlisi sayısı 141 binde kalmıştır. Üstelik bu 141 binin dağılımının da son derece çarpık olduğu göze çarpmaktadır. Bakınız, Türkiye'deki öğretim üyelerinin yüzde 72'si Marmara Bölgesi, İç Anadolu Bölgesi ve Ege Bölgelerinde. Güneydoğuda çalışan profesörlerin sayısı, Türkiye'deki profesör sayısının sadece yüzde 2,5'unu oluşturmaktadır. Türkiye'deki yükseköğretimin 45 bin öğretim elemanı açığı olduğunu ben değil, bizzat YÖK Başkanı söylemektedir. Şüphesiz ki üniversitelerimizin içinde bulunduğu bu hazin durumun temel sebeplerinden biri, öğretim elemanlarının mevcut mali haklarıdır. Öğretim elemanlarının günümüz koşullarında komik denilebilecek, yetersiz özlük hakları, mevcut akademik personelin çalışma şevkini olumsuz yönde etkilemektedir, mezun öğrencilerin de üniversitelerden uzak durmasına ayrıca yol açmaktadır.

TÜRK-İŞ tarafından açıklanan en son verilere göre, ülkemizde 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 3.926 Türk lirasıdır. Akademik personelin mevcut maaşları göz önüne alındığında, pek çok akademisyenin yoksulluk sınırının altında gelir düzeyinde oldukları gerçeği ortaya çıkmaktadır. Yine, akademisyen maaşları konusunda Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) tarafından hazırlanan rapor da öğretim elemanlarının maaşları açısından dünyada nerede olduğumuzu ortaya koymaktadır. Bu rapora göre Türkiye'deki öğretim elemanları, Nijerya, Hindistan, Malezya, Güney Afrika, Brezilya ve Arjantinli meslektaşlarına göre çok daha az maaş almaktadırlar.

Akademisyenlerin mali haklarına ilişkin bu durum, herkes tarafından malum olmakla birlikte AKP iktidarı tarafından ısrarla gözardı edilmektedir. Tüm uyarı ve tekliflerimize rağmen son on bir yılda kamu personeline yapılan mali iyileştirmelerin kapsamına ne yazık ki öğretim elemanları alınmamış, 2011 yılında çıkarılan ve pek çok kamu personelinin maaşlarında artış öngören 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'de öğretim elemanlarının maaşlarına ne yazık ki yer verilememiştir. Nitekim, maaş artışları diğer kamu personelinin çok altında kalmış olan akademisyenlerin gelirlerinin son on bir yıllık dönemde reel olarak eridiği, bizzat YÖK raporlarında açıkça ortaya konulmaktadır.

Bu çerçevede 7 Mayıs 2014 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına sunduğum ve o günden beri Komisyonda bekleyen ve nihayet bu tasarıyla gündeme alınan benim vermiş olduğum kanun teklifimde, "bilimsel çalışma katkı ödeneği" ihdas edilerek öğretim elemanlarının maaşlarında 2014 yılı itibarıyla 1.170 Türk lirası ile 1.750 Türk lirası arasında değişen iyileştirmeler öngörülmektedir.

Teklifimde, maaş artışı, akademik unvana göre değişmekte ve unvan yükseldikçe maaş artışı kademeli olarak artmaktadır. Bu çerçevede, araştırma görevlisi, okutman ve uzmanlar için 1.170 Türk lirası, yardımcı doçentler için 1.315 Türk lirası, doçentler için 1.535 Türk lirası ve profesörler için 1.750 Türk lirası iyileştirme ödeneği öngörülmektedir.

Görüştüğümüz kanun tasarısıyla, akademik personelin maaş unsurlarına iki yeni kalem eklenmektedir: Yükseköğretim tazminatı ve akademik teşvik ödeneği. Kanun tasarısı bu şekilde yasalaşırsa, hemen kanunun yayımını izleyen aydan itibaren profesör, doçent, yardımcı doçent maaşlarına 725 Türk lirası; araştırma görevlisi, okutman ve öğretim görevlisi maaşlarına ise 834 Türk lirası yüksek öğretim tazminatı adı altında artış yapılacaktır. Ancak bu artışı, görevde olduğu sürece alacaklardır. Bu akademisyenlerin emekli olmaları hâlinde bu artışı almaları mümkün olmayacaktır. Akademik teşvik ödeneği ise akademisyenlerin yurt içinde veya yurt dışında faaliyetleri esas alınarak tespit edilecek akademik teşvik puanına göre 30 ve üzeri akademik teşvik puanı olanlara verilecektir. Akademik teşvik puanı hesaplaması ise 2015 yılında yapılan faaliyetler esas alınmak suretiyle 2016 yılı için yapılacak olduğundan 438 lira ile 731 lira arasında farklılaşan bir teşvik ödeneği ancak 2016 yılında verilebilecektir.

Özetle, Hükûmet, nihayet akademisyenlerin mağduriyetine el atmaya karar verdi ve bu konudaki tasarıyı 14 Ekimde Meclise sundu. Bugün de Genel Kurul gündemine alındı, iyi de oldu. Geç kalınmış olsa da destekliyoruz. Ancak, tasarının ilk hâli eksik ve yetersizken, komisyonda bizim vermiş olduğumuz bir önergeyle tasarıda unutulan "uzmanlar, çevirici, eğitim öğretim planlamacıları" bu iyileştirmeye dâhil edilmişlerdir.

Bu çerçevede, hazır, yıllar sonra ve tüm çağrılarımız sonunda nihayet Hükûmette de akademisyenlere maaş artışı verme iradesi ortaya çıkmışken, maaşların tatmin edici düzeyde artırılmasının ve bu artış yapılırken araştırma görevlisi maaşının bir kariyer uzman yardımcısı düzeyine çekilmesinin ve de akademik unvan yükseldikçe maaş artışının da yukarıya doğru farklılaşmasının daha doğru olacağını düşünmekteyim. Tıpkı Hükûmetin öngördüğü akademik teşvik ödeneği gibi unvana göre yükselerek, her ne kadar Hükûmet, "akademik teşvik ödeneği" adı altında iyileştirmeyi tamamlamak niyetinde görünse de, henüz uygulaması olmayan ve ancak 2016 yılında hayata geçecek bir mekanizma yerine, maaş artışının doğrudan yapılması daha isabetli olacaktır. Tabii, bu teşvik ödeneği de muhafaza edilmeli, bilimsel çalışma özendirilmeli ve ödüllendirilmelidir.

Akademisyenlere verilmesini önerdiğim maaş artışı fazla görülmesin çünkü bu, ülkemiz için stratejik önemde bir karardır. Zira, içinde bulunduğumuz orta gelir tuzağından çıkmanın, kişi başı millî geliri, 15 bin dolar ve üzerine çıkartmanın yolu, öyle masa başında 2023-2071 hedefleri tespitiyle olmuyor; bilgi ekonomisine geçmekle, teknoloji üretmekle yani nitelikli beyinlerle oluyor.

Bakınız, Türkiye, yıllardır kişi başı 10 bin dolar millî gelir düzeyinde gidip gelmektedir. Bir türlü, kişi başı millî gelirini artıramamakta, yıllardır bulunduğu yerde saymaktadır. İktisat literatüründe de bu duruma "gelir tuzağı" denmektir. Evet, ne yazık ki Türkiye orta gelir tuzağına düşmüştür. Türkiye ekonomisi, son yıllarda kişi başına yıllık ortalama gelirini bir türlü 15 bin dolara taşıyamamıştır. Zira, ülkemizde nüfus kalabalık, eğitim yetersiz, nitelikli insan eksik, doğal kaynaklarımız sınırlı ve sanayimiz modernizasyona kapalı bir yapı arz etmektedir.

Böylesine bir yapıyla orta gelir tuzağını aşmak hiç de kolay değildir. Kapsamlı, köklü ve radikal reformlara ihtiyaç bulunmaktadır. İşte AKP iktidarının genelde seçtiği, günü kurtarmak, yapısal reformları ötelemek olduğu için, söz konusu gelir tuzağı, ülkemiz açısından kaygı verici hâle gelmiştir. Kaldı ki Dünya Bankası verilerine göre, 1960 yılından bu yana orta gelirli sayılan 101 ülke arasında orta gelir tuzağından kurtularak yüksek gelire geçebilen sadece 13 ülke vardır. Latin Amerika, Orta Doğu başta olmak üzere, ülkelerin yüzde 90'ı bu eşiği aşamamıştır. Biliyorum ki AKP'nin ekonomik kurmayları bunun farkında ancak farkındalığın yetmediğini, gerekli adımların hâlâ atılmadığını görmekteyiz.

"Orta gelir tuzağından nasıl çıkacaklar?" diye sorulduğunda cevap, yüksek katma değerli sanayi üretimi, nitelikli insan ve teknoloji üretimi olacaktır. Peki, nasıl sağlanacak bu? Tabii ki bilime, teknolojiye yatırım yaparak ve insana yatırım yaparak. Nitekim, bu eşiği aşabilen sınırlı sayıdaki ülkelerden biri olan ve Merkez Bankası Başkanının, Türkiye analizlerinde emsal olarak çok kullandığı Güney Kore'nin başarısının sırrının da bilim ve teknolojiden geçtiğini açık ve net olarak görmekteyiz.

Bununla birlikte, sosyoekonomik kalkınmanın motor güçlerinden biri olan üniversitelerin, içinde bulunduğu üzücü tablonun bir ayağı, görüşmekte olduğumuz özlük hakları iken diğer ayağı ise kalite ve yönetim anlayışıdır.

AKP iktidarı, her zamanki gibi, yapması gerekeni geç ve eksik yapmaktadır. Buradaki eksiklik açıktır; üniversiteler, yalnızca akademisyenlere maaş artışı verilerek istenen düzeye gelemeyecektir. Akademisyenlerin özlük hakları düzeltilerek, eş zamanlı olarak iktidarın üniversitelere bakışı, üniversitelerin yönetim anlayışı ve mevzuatı değiştirilmelidir. Bu yapılmadığı müddetçe güçlü ve özgür bir bilimsel ortamdan söz edilmesi mümkün değildir.

Bakınız, bugün Türkiye'de üniversiteler, 12 Eylülün bir mirası olan YÖK eliyle yönetiliyor; YÖK'ten yıllarca şikâyetçi olan AKP iktidarı, YÖK yönetimini eline geçirdikten sonra, artık, YÖK'e sarılmış ve YÖK'ü bir türlü bırakmıyor. YÖK vasıtasıyla bütün üniversiteleri, bütün akademisyenleri, artık, onları emrine alan bir yönetim anlayışıyla ellerine geçirmişlerdir. Dolayısıyla, diğer kurumlarda yaşandığı üzere, YÖK'ü eline geçirdikten sonra, AKP açısından sorun artık bitmiştir. Nitekim, uygulama ve örnekler gösteriyor ki AKP'nin de YÖK'e ihtiyacı vardır. Niçin? Tek tip, kendi gibi düşünen, kendisine biat eden bir yükseköğrenim için. Zaten iktidar için üniversitenin, lise gibi bir eğitim kurumundan farkı da yoktur.

Yine, son on yılda sayıları hızla artan vakıf üniversitelerinin kurulması için objektif kriter ve standart bulunmamaktadır. Son dönemde pek çok vakıf üniversitesinin kurulmasında bunun etkisi büyüktür. İktidara yakınlıkla, Hükûmet siparişiyle üniversite kurulmaz. Kurulsa da sadece adına "üniversite" denir. Türkiye'nin yaşadığı da budur. Bu zihniyet ve bu şekilde kurulmuş olan üniversitelerin bilime katkısı olmayacağı gibi, yükseköğrenimin özelliği ortadan kalkmaktadır.

İşte, bugün görüştüğümüz akademik personele maaş iyileştirmesi düzenlemesi ne kadar gereklidir, çok açık bir şekilde ortaya çıkmıştır.

Bu yıl memur maaşlarına seyyanen 123 Türk lirası zam yapıldı. Bu zam yapılırken enflasyon hedefi yüzde 5,3 iken bugün enflasyonun da yüzde 9,4 olacağı artık Hükûmet tarafından çok açık bir şekilde dile getirilmiştir. Gelin memur maaşlarında enflasyonun yarattığı kaybı telafi edelim, gelin hep beraber bunu yapalım, tüm memurlara bu amaçla maaş artışı yapalım. Toplu sözleşme hükümlerinin bu şekilde olması memur maaşlarında artış yapılmasına asla engel değildir. Zira biliyorsunuz ki akademisyen maaşları da toplu sözleşme kapsamındadır ve Hükûmet istediğinde artış yapabiliyor. Ha, yok, siz eğer diyorsanız ki "Biz memuru enflasyona ezdiren ilk hükûmet olmak istiyor ve tarihe böyle geçmek istiyoruz." ona da şaşırmam doğrusu.

Bugün Türkiye'de bir profesörün eline 4.900 Türk lirası para geçiyor, bu yapılan değişiklikle bu öğretim üyelerine sadece 725 lira zam yapılıyor. Doçentler hâlen 3.539 lira maaş alıyor, 725 lira zam yapılıyor. Yardımcı doçentler 2.845 lira alıyor, 725 lira zam yapılıyor. Araştırma görevlisi 2.421 lira maaş alıyor, 834 lira zam yapılıyor. Öğretim görevlisi, okutman 2.590 lira maaş alıyor, 834 lira zam yapıyoruz. Akademik personele yapılan bu zamlar yetersizdir. Bu zamlarla yoksulluk sınırının altında bilimsel araştırma yapmak mümkün değildir. Bu öğretim üyeleri evini mi geçindirecek, kirasını mı ödeyecek, yoksa bilime para yatırıp kitap mı alacak, araştırma mı yapacak, bunu sizin takdirlerinize bırakıyorum ve bu yasayı çok iyi bir şekilde benimsememiş olmakla birlikte, yine de az bir zam getiriyor, bunun akademisyenlere hayırlı ve uğurlu olmasını diliyorum.

Hepinize saygılar sunuyorum. (CHP sıralarından alkışlar)