GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Ceza İnfaz Kurumları Güvenlik Hizmetleri
Yasama Yılı:5
Birleşim:39
Tarih:07.01.2015

CHP GRUBU ADINA ÖMER SÜHA ALDAN (Muğla) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 616 sıra sayılı Ceza İnfaz Kurumları Güvenlik Hizmetleri Kanunu Tasarısıyla ilgili olarak Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına söz aldım. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Konuşmamım başlangıcında bir paragrafı rahmetli Murat Bozlak'a ayırmak isterim. Bu yaşamımızda çok bir araya geldik, çoğu zaman da tatsız olarak bir araya geldik. Ben bürokratken o avukatken, o bir parti başkanıyken, zaman zaman çok çatıştığımız oldu. İşin ilginç tarafı, iyi tanışıyoruz, eşlerimiz tanışıyor ama Murat Bozlak'ı şöyle tanımlamak bence uygun, hele günümüze göre, günümüzdeki siyasi profile göre bir değerlendirme yapmak gerekirse. Hiç ihtiyacı yoktu bir şeylere, maddi durumu gayet iyiydi, iyi bir hukukçuydu. Fakat çok şeyler çekti, cezaevlerinde yattı, kurşunlandı, ölümden döndü ailesinin gözü önünde ve belki bazı düşüncelerini beğenmiyorduk, katılmıyorduk ama ilkeli bir insandı, ilkeli bir siyasetçiydi. Garip bir hastalık onu aramızdan aldı, götürdü. Ve insanın yaşamı bir anlamda örnek olmalı, bugün varsınız yarın yoksunuz. Bu dünyada ne bıraktığınız önemlidir, bazen düşüncesini beğenmeseniz de, eğer karşınızdaki insan ilkeliyse, ilkeli siyaset yapma anlayışını benimsemişse ona saygı duymak gerekir. Ben de Murat Bozlak'ı bir kez daha saygıyla anmak istiyorum.

Değerli milletvekilleri, aslında, cezaevlerinin iç ve dış koruması uzun yıllardan bu yana farklılık arz etmekte, yani iç koruma Adalet Bakanlığının bünyesindeki infaz koruma memurluklarınca, cezaevi müdürlüklerince yerine getirilirken, dış koruma görevi çoğunlukla jandarma tarafından yapılmaktaydı ve İçişleri Bakanlığına bağlı, Jandarma Genel Komutanlığına bağlı jandarma bu görevi ifa ediyordu.

Temelde amaç şuydu: Bir otokontrol sistemi kurmak. Yani cezaevinin iç korumasını Adalet Bakanlığı bünyesine verirken dış korumasını bir başka bakanlığın bünyesinde çalışan jandarmaya verelim, bir kontrol mekanizması oluşturulsun ve bu anlamda yıllardan bu yana bu sürdü gitti. Ama şu görüldü ki, süreç içerisinde son derece hatalı sonuçlar da doğuracak durumlar ortaya çıktı. Kimi zaman jandarma yeterli bulunamadığı için hükümlüler, tutuklular vaktizamanında ilgili yerlere getirilmediler ve bu anlamda da hak kayıpları meydana geldi. Biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak, kural olarak, bu düzenlemenin olumlu bir düzenleme olduğunu düşünüyoruz. Yani cezaevlerinin dış korumasının artık jandarmanın elinden alınıp yine infaz kurumu bünyesindeki dış güvenlik birimine verilmesine olumlu bakıyoruz.

İlginç bir olayla bu konudaki bu konudaki konuşmama devam edeceğim: Bir yılbaşı günü, Anadolu'da bir kentin savcısıyken cezaevine gideyim ve hükümlülerin, tutukluların yılbaşını kutlayayım dedim. Cezaevine gittiğimde kapının girişinde bir tane asker bekliyordu nöbet hâlinde, içeriye girdim, dış kapının ziline bastım -kapalıydı- on dakika, on beş dakika kimse açmadı kapıyı, bir süre sonra böyle ter içerisinde sivil giyimli biri koşarak geldi ve kapıyı açtı. "Kimsin sen?" dedim, "Mahkûmum efendim." dedi, elinde de bir tomar anahtar var, "Gardiyan nerede?" dedim, "Yok efendim, gitti." dedi, "Nereye gitti?" dedim, "Memleketine gitti." dedi, "Bu anahtar sende ne arıyor?" dedim, "Bana çok güvenir, cezaevinin anahtarlarını bana bıraktı, 'Sakın bu kapıları açma.' dedi, ben de on dakika onun için size kapıyı açmadım." dedi. Tabii, sonradan anlaşıldı ki infaz koruma memuru tek memur var, başka nöbet tutacak kimse yok, personel azlığı var; mahkûmun biri tahliye olacakmış, bir gün sonra tahliye olacak "Ya, yılbaşı gecesi beni serbest bırak, ben de seni yaşatayım." demiş, gardiyan ile mahkûm bir ara el ele vermişler gitmişler, giderken de çok güvenilir bir hükümlüye de anahtarı teslim etmişler. Tabii, jandarma da hiçbir şeyden habersiz seyretmiş. Bu anlamda, bu örnekten de yola çıkacak olursak, bu otokontrol mekanizmasının Türkiye'de pek de işlediğini söyleyemeyiz. Fakat eğer aynı bakanlık bünyesinde bir görevlendirme yapılıyorsa, yani cezaevinin hem iç hem dış güvenliği aynı bakanlık birimine veriliyorsa bu kez de denetim sorunu ortaya çıkar. Otokontrolü bir anlamda kaybetmiş olursunuz. O zaman yapılması gereken, cezaevi izleme kurullarının objektif kişilerden oluşmasıdır, iyi bir denetim mekanizmasının sağlanması gerekiyor.

Bu tasarının görüşmeleri sırasında biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak ısrarla, cezaevi izleme kurullarının gerçekten bağımsız insanlardan oluşması için çaba gösterdik ama bu çabalarımız ne yazık ki göz ardı edildi.

Bu düzenlemedeki önemli bir sorun da silah kullanma yetkisidir. Kanunu düzenleme sırasında silah kullanmanın orantısız olması hâlinde vahim sonuçlar ortaya çıkabilir, kaygılarımız var. Bunları da maddelerde sıra geldikçe arkadaşlarımız sizlerle paylaşacaklar.

Değerli milletvekilleri, bir diğer durum da cezaevindeki çalışanlara yönelik tazminatlar konusudur. Alt komisyonda gerçekten hatırı sayılır bir tazminat sistemi öngörülmüşken, esas komisyonda tazminatlar kuşa çevrildi. Buradan, bütün cezaevinde bulunan personelin tekrar alt komisyondaki sınırlarda bir tazminata kavuşması için Genel Kurulun irade göstermesini bekliyorum. Henüz Sayın Adalet Bakanı gelmedi ama bürokratları buradadır, şimdiden bir şey daha söylemek istiyorum. Cezaevlerinden çok sayıda telefon alıyoruz. İnsanlar denetimli serbestlikte bir indirim ya da artırım yapılacağı, infazda bir indirim yapılacağı konusunda bilgiler edinmişler, kulaktan dolma olabilir. Sayın Adalet Bakanının buraya çıkıp bu konuda net yanıtlar vermesini bekliyoruz ısrarla. Yani, gerçekten güvenlik tedbirleri anlamında bir yılı iki yıla çıkarma gibi bir tablo var mıdır ya da infaz yasasında bir değişiklik yapılacak mıdır?

Değerli milletvekilleri, yasanın geneli üzerinde bu şeyleri söyledim. Konuşmamın bundan sonraki bölümünde, güncel olan bazı konularda bazı bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu "tape"lerin imha edilme meselesi, ondan sonra...

RAMAZAN CAN (Kırıkkale) - Bu konulara niye giriyorsun?

ÖMER SÜHA ALDAN (Devamla) - Söyleyeceğim ama teknik konuda bilgi vereceğim özellikle. Ben polemik adamı değilim Ramazan.

RAMAZAN CAN (Kırıkkale) - Yok, biliyorum, o yüzden söyledim.

RECEP ÖZEL (Isparta) - Biz sana güveniyoruz ağabey.

ÖMER SÜHA ALDAN (Devamla) - Şimdi, mesele aslında şu.

ENGİN ALTAY (Sinop) - Biraz sonra polemik adamı da çıkacak, merak etmeyin.

ÖMER SÜHA ALDAN (Devamla) - Tabii, ben yapacağım.

RAMAZAN CAN (Kırıkkale) - Yok, gerçekten biz saygı duyduğumuz için söyledim.

ÖMER SÜHA ALDAN (Devamla) - Şimdi "Kamunun parası yenmedi ki." diye bir söz var yani yolsuzluğu bir anlamda hafifletici bir tanımlama "Ya, ne yapalım işte, devletin parası yenmedi ki." diye. Şimdi, bu konudaki hukuk cahillerine şunu söylemek isterim: Zaten devletin parasını yerseniz suç rüşvet olmaz, zimmet olur. O zaman hakkında zimmetten işlem yapılırdı. Ve rüşvet niçin yenir? Rüşvet, kamu görevinin bir kötüye kullanılma hâlidir. Bir şeyi yapmak ya da yapmamaya yönelik olarak bir maddi menfaat temin edilmesi olayıdır rüşvet.

"Anayasa Mahkemesi aklanma yeri değildir." Böyle bir söz de var. Elbette yargı mercileri aklanma yeri değildir, yargı mercileri yargılama yerleridir. İnsanlar kendilerine güveniyorlarsa, suçları yoksa, suçsuz olduklarına inanıyorlarsa aklanmayı talep ederler. Mahkeme de aklar ya da cezalandırır.

Sonra, yeni bir söz daha türedi. "Anayasa Mahkemesi, masumiyetini ispat etme yeri değildir." dendi. Mahkemeler masumiyetini ispat etme yerleridir. Yani, bunu bir devlet bakanı söyledi, Başbakan Yardımcısı. Hayır, bizzat, mahkemeler bir insanın "Ben masumum." deme yeridir. Çıkacak, diyecek ki: "Ben masumum, şu nedenle masumum."

Sonra, burada pek çok arkadaşımız, cezaevinde kalan arkadaşlarımız var, değerli insanlar var. Bunlar suçlarını bile bilmeden, senelerce içeride yattılar. Onlar masumiyetlerini anlatmaya çalıştılar, sürekli olarak bunun çabası içinde oldular ve sonuçta gerçekler yavaş yavaş anlaşıldı. Şimdi "Cezalarını biz veririz." Demokratik ülkelerde, hukukun üstünlüğünün olduğu ülkelerde böyle bir anlayışa yer olmamalıdır. Ne demek "Cezalarını ben veririm." Bu, şu da demektir, o insanlara büyük bir saygısızlıktır aynı zamanda: "Bunlar suçlu." demektir. Yani, bir devletin bakanının çıkıp önceki bakanlar için "Onların cezalarını biz parti olarak veririz." demesi "Evet, biz bunların suçluluğunu kabul ediyoruz." anlamına gelir, büyük bir çelişkidir.

Bir konuşmamda şöyle bir şey söyledim: "Adalet ve Kalkınma Partisi pragmatik bir partidir." Pragmatik partilerin ortak özelliği şudur: Bir sorun varsa kestirip atar. "Ama buradaki sorun kestirip atılacak gibi değil çünkü sorun kuyrukta değil baştadır." dedim o konuşmamda.

Bu geldiğimiz noktada, 9 tane Adalet ve Kalkınma Partili üye arkadaşımızın bir kısmının bizlere gelip bu soruşturmadaki oy tercihleriyle ilgili söylediklerini bir yerlerde tutuyoruz biz. Bizim tepkimiz bunadır.

Evet, ayın 5'ine kadar, 22 Aralıktan 5'ine kadar çok şey değişmiştir. 4 bakan kimsenin umurunda değildir aslında, 4 bakanın yargılanması da umurunda değildir. Burada şöyle bir şey yapılmıştır ki, o da: Bir minnet duygusu ortaya çıkmıştır, bir kişinin korunmasına dayalı minnet duygusudur bu. Ve, tabii ki, o meşhur ilandaki sözcük de çok önemli: "Siyasi kariyerlerini ve kazanımlarını sağlam iradenin gölgesine borçlu olanlar..." diyor. "Sağlam iradeye" demiyor, dikkatinizi çekerim, "gölgesine" diyor; aşağılıyor; yani "Siz ufak tefek yaratıklarsınız sağlam iradenin yanında." diyor. Ve şöyle bir tablo çıkıyor ortaya: Demek ki sağlam irade vicdanın önüne geçebiliyor, mesele budur.

Buna hukuksal bahane, siyasal bahane aramaya gerek yoktur. 4 bakan, dediğim gibi, kimsenin umurunda değildir. Sadece Anayasa Mahkemesi sürecinde işin içine bazılarının dâhil olması olasılığı çıkınca böyle bir operasyon yapılmıştır ve Adalet ve Kalkınma Partili arkadaşlar da minnet duygularını yerine getirmişlerdir, sağlam iradenin gölgesinde yeşerdiklerini kabul etmişlerdir, mesele bu kadar basittir. Bu noktada, tabii, bu soruşturmayla ilgili üzerinde durulması gereken önemli bir konu da 17 ve 25 Aralık suçlarıyla ilgili savcılıkça yapılan soruşturmalardır. Bir cumhuriyet savcısıyla ilgili adalet müfettişinin gelir gelmez ilk baktığı şey şudur: Tutuklu kişiyle ilgili ne gibi işlem yaptı? Tutuklanan, hatta tutuklamaya sevk edilen biri hakkında cumhuriyet savcısı dava açmak zorundadır. Bunu yapmadığı takdirde siciline mutlaka kötü bir çizik yer ve bütün cumhuriyet savcıları tutuklanan bir kişi hakkında dava açma zorunluluğunu kendilerinde hissederler. Neden? Çünkü savcılık bir bütündür, bir savcının tutuklamaya sevk ettiği ve tutuklattığı kişiyle ilgili yeterli kanıt varlığı baştan kabul edilir. Dolayısıyla, İstanbul savcısı olacak o arkadaş, tutuklanmış, aylarca cezaevinde kalmış, sayısız hâkime itiraza rağmen tutukluluğu ortadan kaldırılmamış insanlarla ilgili kamu davası açma zorunluluğundadır. Böyle bir zorunluluğu vardır yani ve ortada, bir kişi tutuklandığına göre, tutuklanmasını gerektirecek yeterli delil varsa... Çünkü insanlar kuvvetli şüphenin varlığı hâlinde tutuklanabilirler ama yeterli delil varsa dava açılır. Bakın, dikkatiniz çekerim, tutuklanmak için kuvvetli şüphe varlığı gerekir, dava açmak için sadece basit yeterli delil bile yeter. Bu anlamda, vahamet işlenmiştir hukuksal anlamda ve ne yazık ki yüce Meclis de buna alet olmuştur ve devam ediyor bu tablo.

Değerli milletvekilleri, gündemde olan bir konuya da değinmek isterim, o da bu "tape"lerin imhası meselesi. Evet, Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 135'inci maddesine göre tanıklıktan çekinme hakkı olanlar arasındaki telefon görüşmeleri derhâl imha edilir diye bir tanımlama vardır fakat bu, kolluk güçlerinin bir işidir. Kolluk güçleri baba ile oğlun dinlendiğini fark ederse o zaman imha işlemini derhâl yapmalıdır ama iş o aşamayı aşmış, olayın üzerinden bir yıl geçmiş, savcılıklarda evraklar beklemiş, gelmiş buraya, bu noktada artık imha yetkisi yoktur. Neden? Çünkü iki taraf da şüphelidir yani hem baba hem oğul şüpheli konumdadır. O zaman şunu sorarım: Ya, tanıklıktan çekinme hakkı sonradan oluştu. Hayır, o önemli değildir. O zaman baba ile oğul arasında açıkça suç işlemeye ortam sağlarsınız siz. Ve şunu da sorarım: Bu "tape"lerden o zamanlar haberdar değil miydik? Niye Adalet ve Kalkınma Partisi Grubu bu Meclis soruşturmasına evet derken bu "tape"lerin imhasını istemedi? Bizzat buna onay verdi. Dolayısıyla da böyle bir tabloda bu imha işlemini bu Komisyon yapamaz. Birincisi, bu.

İkincisi: Henüz hazırlık soruşturması bitmemiştir, Genel Kurulda oylama sonuçlanıncaya kadar bu iş devam edecektir. Duyduğum kadarıyla apar topar böyle imha işlemine girişeceklermiş. Bu, açıkça suçtur ve bunu yapanlar delilleri yok etme suçundan milletvekillikleri bittiği zaman yargılanırlar. Kesinlikle böyle bir imha işlemi yasaya aykırıdır ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin Sayın Başkanına da buradan sesleniyorum: Lütfen, bu girişimi durdursun. Genel Kurul toplantısını yapsın, Genel Kurul toplantısından sonra sonuca göre bir karar verilebilir. İmhası ki bu Komisyonun belgeleri imha yetkisi de yoktur, iade eder. Eğer gizliliğine inanıyorsanız da kapalı bir zarfa koyarsınız. Hepimizin mal beyanı Türkiye Büyük Millet Meclisinde korunaklı bir şekilde muhafaza ediliyor. Herhâlde bu koca Meclis bu 14 tane artık kamuya mal olmuş telefon görüşmesini de gizleyebilecek kapasiteye sahiptir.

Değerli milletvekilleri, konuşmamın bu bölümünde bir hukuksuzluğa daha değinmek isterim kendi seçim bölgemle ilgili olarak. Son günlerde İztuzu eylemi diye bir eylem var. Burada da büyük bir ayrımcılığın izini görüyoruz. Son yerel seçimlerde, Cumhuriyet Halk Partisi, büyükşehir dâhil olmak üzere 10 belediye başkanlığı kazandı, 3 belediye başkanlığının başka partilerdendir belediye başkanları. Bunlardan bir tanesi, Adalet ve Kalkınma Partisinin kazandığı Seydikemer ilçesidir. Seydikemer ilçesinde dünyaca ünlü Saklıkent var, doğal bir sit alanı. 30 Mart seçimlerinin hemen akabinde Saklıkent AKP'li belediye başkanlığına teslim edildi. Ama Ölüdeniz, İztuzu, muhalif partilerin belediye başkanlığını kazandıkları yerlerde hepsi, apar topar ihaleyle AKP yandaşlarına peşkeş çekildi. İl Özel İdaresinin bünyesinde oluşturulan MUÇEV diye bir kuruluş, daha kurulmamış şirkete İztuzu plajını verdi. Bakın, dikkatinizi çekerim, daha şirket kurulmamış, kuruluşu iki gün sonra olmuş yani o ihalesiz teslimattan iki gün sonra. Çevre Bakanlığının ihale zorunluluğu var, buna bile aldırış edilmemiş. Bugün mahkeme kararları da uygulanmak üzere ihtiyati tedbir kararı var ve orada bir eylem var.

Buradan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yetkililerine seslenmek istiyorum: Burayı devlet yönetsin. İztuzu, özel, yüzde 70'i İngiliz olan daha sonra kurulmuş bir şirkete peşkeş çekilmesin. Burayı ya MUÇEV işletsin ya da bırakın Ortaca Belediye Başkanlığı işletsin. Bunu özellikle rica ediyoruz Muğlalılar olarak. Aksi hâlde oradaki eylemlerimiz devam edecektir. Çevre kuruluşları... İnatlaşmaya da gerek yoktur. Bu saatten sonra özel şirket oraya giremez kolay kolay ve sıkıntılar doğar.

Bu noktada anlayış bekliyor, yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum. (CHP sıralarından alkışlar)