GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: TÜRKİYE İNSAN HAKLARI KURUMU KANUNU TASARISI
Yasama Yılı:2
Birleşim:122
Tarih:20.06.2012

MHP GRUBU ADINA YUSUF HALAÇOĞLU (Kayseri) - Muhterem Başkan, değerli milletvekilleri; 279 sıra sayılı Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu Tasarısı hakkında Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına söz almış bulunuyorum. Yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum.

Tarih boyunca insan ve insani değerlere önem veren milletler dünyada büyük devletler kurmuştur. Türk milleti bu değerlere tarihi boyunca saygı göstermiş ve uygulamış bir millettir. Bu sebeple, on sekiz büyük devlet kurmuştur ki bunların hepsi "imparatorluk" denilen devletlerdir. Şurası da unutulmamalıdır ki imparatorluk kuran milletler asla ırkçı olamazlar; zira, ırkçı olanlar zaten imparatorluk kuramaz. Hâlbuki, milletlerin daha geniş topraklara hükmetme, daha nüfuzlu ve daha zengin bir toplum olma hırsı insanı ve insani değerleri geri plana iten bir anlayışı doğurmuştur. Hâlbuki, hemen bütün dinlerin temel felsefesinde yer alan en önemli ilkelerden biri, canlının Yaradan'la ilişkilendirilen kutsallığı ve canlılar içinde en muteber addedilen insana olan saygıdır.

Değerli milletvekilleri, Orta Çağ Avrupası'nda Amerika kıtasının keşfinden sonra burada yaşayan Aztek ve İnka toplulukları ile kıta Kızılderilileri büyük bir kıyıma uğramıştır. Bu kıtadan Avrupa'ya büyük miktarda kıymetli maden akmıştır. 1660 yılına kadar sadece İspanya'ya giren altın ve gümüş miktarı 218 tondur. Unutulmasın ki bu miktar 1492 yılına göre Avrupa'daki kıymetli madenin 4-5 katıdır. Kıtada ihtiyaç duyulan nüfus ise Afrika yerlilerinden sağlanmış, bunun ticaretini Katolik kilisesi üstlenmiştir. "Siyah abanoz ticareti" olarak adlandırılan zenci ticareti birçok kişinin büyük servetler edinmesine yol açmıştır. Bu arada Avrupa ülkeleri Orta Doğu'da, Afrika'da ve Amerika'da sömürgeler edinmiştir. Neticede Batı dünyasının insanlar arasında meydana getirdiği bu sınıf farkları ve insanlar üzerindeki hak ve hukuka aykırı davranışları 10 Aralık 1948 tarihinde İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin yayınlanması ihtiyacını doğurmuştur. Bu bildirgeye göre "Herkes yasa önünde eşittir ve ayrım gözetilmeksizin yasa tarafından eşit korunma hakkı vardır. Herkes bu bildirgeye aykırı herhangi bir ayrımcılığa, ayrımcı kışkırtmalara karşı eşit koruma hakkına sahiptir." denildi. Mamafih bu bildirgeden sonra da Fransa ve İngiltere gibi bazı devletler sömürge sistemini devam ettirdiler ve mesela Cezayir, Ruanda gibi ülkelerde soykırım suçu işlediler.

Değerli milletvekilleri, bu girişi neden yaptım? Dünyanın başka bölgesinde yukarıda söylediğim uygulamaların tamamen dışında bir dünya daha vardı, Türk dünyası. Amerika'nın 1492 yılında keşfedilmesinden sonra, başta İspanyollar olmak üzere, hemen bütün Avrupa devletleri Amerika Kıtası'nı âdeta yağmaladılar ve az önce söylediğim büyük bir kıyım yaptılar. Hâlbuki bu  tarihten altı yüz elli yıl önce Göktürk İmparatorluğu'nun büyük hakanı Bilge Kağan Orhun Yazıtları'nda şöyle diyordu: "Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldığında, ikisi arasında kişi oğlu oldu." Yani "İnsan yaratıldı." diyordu. Bu anlayışın sonraki Türk devletlerinde de devam ettiğini görüyoruz. Keza Kaşgarlı Mahmut'ta olduğu gibi Selçuklu Veziri Nizamülmülk de siyasetnamesinde devlet adamlarının nasıl olmaları gerektiğini ve halkla ilişkilerini anlatıyor. Buna bağlı olarak insana verilen değerin bir nişanesi olarak da sadece insanlar için değil, hayvanlar için bile vakıflar oluşturulduğu gibi, aşhaneler, darüşşifalar, çeşmeler, hamamlar, köprüler gibi kamu yararına eserlerle ülke imar ediliyordu. İnsana bakış Osmanlılarda da aynı şekilde devam etmiştir.

Her ne kadar Sayın Başbakan MHP'lilerin tarih bilgisinin olmadığını söylemekte ise de kendisinin hangi tarih kitaplarını okuduğunu bilmem ancak ona okuduğumuz kitapların bir listesini verecek olursam hayatı boyunca bu kitapları okumakla uğraşsa bitiremeyeceğini biliyorum.

MUHARREM İNCE (Yalova) - Özet okuyor!

YUSUF HALAÇOĞLU (Devamla) - Öte yandan, insanın okuduklarını da doğru anlaması ve doğru nakletmesi önemlidir. Mesela Şeyh Edebali'nin Osman Gazi'ye öğüdü olarak bilinen "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın." sözünün gerçeği, "İnsana değer ver ki devlet yücelsin." şeklindedir. Zira insanı yaşatmakla, insana değer vermek farklı şeylerdir. Nitekim, aynı felsefe Fatih Sultan Mehmet tarafından da devam ettirilmiştir. Fatih, bugün -her nedense ve kime dokunmuşsa- sur önünde törenlerin yasaklandığı İstanbul'u fethedince doğru Ayasofya'ya yönelmiş ve bu ulu mabedi camiye çevirmiştir. Bu caminin yaşaması için de bir vakıf kurmuştur. Bu vakfın ilk cümlesi "Kainatın özü insandır, bu vakfım insanlar içindir." şeklinde başlamaktadır. Yani yine özde insan vardır. Bu anlayış gayrimüslimlerin yaşadıkları toprakların fethinden sonra buralarda yaşayan Hristiyan halk için neşredilen adaletnamelerle, "Onların can ve mal emniyetinin bizzat padişahın güvencesi altına alınması." şeklinde tezahür etmiştir.

Keza Fatih, devlet hizmetinde çalışanlara yapılacak bir haksızlığı önlemek için de bir de teşrifat kanunu çıkarmıştır. Bu kanunda kimlerin hangi görevlere hangi görevlerden getirileceği yer almaktadır. Böylece, günümüzde siyasi mülahazalarla kıyıma uğrayan bürokratların aksine, liyakat sahibi kimselerin layık oldukları yerde görev yapmaları gibi ibretlik bir uygulamanın örneği verilmiştir.

Osmanlı mahkemelerinde ise mahkemenin nasıl işlediğine dair, doğru işleyip işlemediğine dair "şühûdü'l-hâl" adı altında bir gözlemci heyeti oluşturulmuş, bununla mahkemelerde adil karar verilmesinin sağlanmasına çalışılmıştır.

II. Bayezid döneminde Edirne'de yaptırılan darüşşifada akıl hastalarının kuş, müzik ve su sesiyle tedavi edildiğini görüyoruz. Keza Avrupa'da o tarihlerde ıssız adalara atılıp toplumdan tecrit edilerek ölüme terk edilen cüzzamlılara karşılık, II. Murad tarafından Edirne'nin fethinden hemen sonra burada bir cüzzamhane yaptırılmış olması Türklerin insana bakış açısını yansıtan önemli bir örnektir. Yine, Bursa'daki darüşşifada da cüzzamlıların tedavisi için cüzzamlılar kovuşu oluşturulmuştur. İstanbul'un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan hastanede ise haftada bir gün fakirlere ücretsiz bakılmakta ve ilaçları ücretsiz verilmektedir. Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan hastanede de akıl hastaları için bir koğuş bulunmaktaydı. Askerî ve siyasi başarılarından dolayı Batı kaynaklarında "Muhteşem, Büyük Türk" lakabıyla şöhret kazanan, Osmanlılar tarafından ise "Kanuni" sıfatına layık görülen Sultan Süleyman, bu sıfatına uygun icraatıyla hak ve adalet mefhumlarını yerleştirmiştir. Nitekim tahta geçer geçmez babası tarafından Tebriz ve Kahire'den İstanbul'a getirilen 500 kadar sanatçı, devlet adamı ve âlime istedikleri yere gitme izni vermiş, İran ile yapılan ipek ticaretini serbest bırakmış, yasak sırasında malları müsadere olunan tüccarın zararlarını hazineden tazmin ettirmiştir. Ayrıca, halka zulmeden devlet adamları ile askerî idarecileri cezalandırmıştır. Süleyman Sudi Efendi "Defter-i Muktesid" adlı eserinde, bu tarihte bütçenin beşte 1'inin kâr u kisbden mahrum olanlarla, kimsesiz, dul ve yetimlerin iaşe, ibate ve ilaç bedelleri için ayrıldığını yazar. Yani o tarihlerde bir işi gücü olmayanlara işsizlik ödeneği verildiğini belirtir. Kanunî'nin Budin Kalesi'nin fethinden sonra kale kapısına yazdırttığı rivayet edilen şu şiiri pek meşhurdur ve devletin insana bakış açısını ortaya koyar:

"Gaziler mekinnidir beyim bunda gayr olmaz.

Burada zulm eyleyenin âkıbeti hayr olmaz."

Değerli milletvekilleri, geleneksel anlayışını sürdürerek insanı her şeyin üstünde tuttuğu ve değer verdiği dönemlerde Osmanlı Devleti büyük devlet olmuştur. Bu özelliğini kaybettiği dönemlerden itibaren ise çöküş süreci başlamıştır. Her ne kadar Sultan II. Abdülhamid devrinde din farkı gözetmeksizin bütün "aceze" denilen bakıma muhtaç insanlar için darülaceze yapılmışsa da, bu yeterli olmamıştır. Yeri gelmişken Osmanlı Devleti'nin bütün yazışmalarında Türkçe kullandığı, yabancı devletlerle yapılan muahedenamelerinde Türkçe ve o ülkenin kendi diliyle yapıldığını da belirteyim. Osmanlı arşivindeki 100 milyon belgede resmî yazışmaların tümü Türkçedir.

İşte, bugün görüştüğümüz bu yasa, insana ve insani değerlere karşı uygulamaları araştıracak ve bir teminat niteliği taşıyacak bir kurumun kurulmasını sağlayacaktır. Ancak bu kurumun gerçek işlevini yerine getirebilmesi için bağımsız nitelikte olması gerekmektedir. Oysaki,  yasanın 3'üncü maddesinin dördüncü fıkrasında "Bu kanunla ve diğer mevzuatla verilen görev ve yetkilerini kendi sorumluluğu altında, bağımsız olarak yerine getirir ve kullanır. Görev alanına giren konularla ilgili olarak hiçbir organ, makam, merci veya kişi, kurula emir ve talimat veremez, tavsiye ve telkinde bulunamaz." denmesine rağmen, üyelerin seçimindeki hatalı uygulama sebebiyle bağımsız bir kurum niteliği taşımamaktadır. Hâlbuki, maddeye göre kurum bağımsız bir kurum olarak gözükmektedir. Ancak kanunun 5'inci maddesini incelediğimizde bunun böyle olmadığı ortaya çıkıyor.

Kanunun 5'inci maddesinde üye seçimleri şu şekilde gösteriliyor: Üyelerden 2'si Cumhurbaşkanı, 1'i Yükseköğretim Kurumu, 1'i baro başkanlığı ve 7'si ise Bakanlar Kurulu tarafından seçiliyor. Yani çoğunluk Bakanlar Kurulunda.

Değerli milletvekilleri, şimdi vicdanınıza ve aklınıza sesleniyorum. Dünyanın neresinde kendi icraatını denetlemek üzere atanacak denetim kurulunu denetlenecekler seçer? Yani yürütmenin kendini denetleyecek kişileri ataması ne kadar doğrudur ve adildir? Hâliyle atanmış bu kişiler, kendilerini seçenleri ne kadar objektif denetleyebilir? Siz istediğiniz kadar "Hiçbir organ, makam, merci veya kişi Kurula emir ve talimat veremez." deyin. Evet, Kurula emir veremez ama Kuruma veya onun başkanına verebilir.

Bu konuda Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Hakları İnceleme Komisyonunda gerekli uyarılarda bulunduk. Ama ne yazık ki iktidar bildiğini okudu ve tasarının özünü değiştirmeden getirdi.

Bu Kurulun doğru çalışması için Kurul üyelerinin Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından seçilmesini önerdik. Tıpkı Osmanlı Devleti'nde bu işi yapan kurulun doğrudan doğruya Divanı Hümayuna bağlı olması gibi. Ama her yasada olduğu gibi iktidar, bu üçüncü ustalık döneminde, kendisini koruma telaşına düşerek, denetçilerini de kendisi seçmeyi tercih etti. Aslında bu davranışı iktidar için sonun başlangıcıdır. Kendisini koruma telaşına düşmüştür. Tarih her zaman göstermiştir ki bir iktidar yasaları kendini koruma düşüncesiyle çıkarıyorsa, çok zaman geçmeden iktidarı kaybetmiştir.

Sayın milletvekilleri, düşünebiliyor musunuz ki kanuna göre, seçilmek için gerekli şartları taşımayanların ve seçilme şartlarını yitirenlerin de görevlerine Bakanlar Kurulu son vermektedir. Yani atayan Bakanlar Kurulu, görevden alan Bakanlar Kurulu. Sözün doğrusu her ikisinde de inisiyatif Başbakanda. Bu durumda Kurul nasıl bağımsız ve baskı altında olmaksızın çalışacaktır? Tabii ki asıl kuruluş amacına uygun çalışamayacaktır. Ama gerçekten ihtiyaç olan böyle bir kurumu daha doğmadan öldürüyorsunuz. Dolayısıyla Hükûmet, kendi taraftarlarına 76 kadro sağlamaktan öte bir yararı olmayan yeni bir kurum oluşturmaktadır.

Nitekim, atanacak uzman ve uzman yardımcılarının atanma şartlarına baktığımızda da durum çok daha açık şekilde gözükmektedir. İnsan hakları uzmanı ve yardımcısı olarak atanacaklara ne gariptir ki sadece lisans düzeyinde bir eğitim şartı getirilmiştir. Hâlbuki, "Dış İlişkiler ve Proje Birimi" gibi alt birimi bulunan, ayrıca yurt dışında iki şubesi açılacak böyle bir kurumun, gerektiğinde bu uzmanlarının yurt dışında da görevlendirilecekleri göz önüne alınarak hiç olmazsa lisansüstü programını bitirmeleri ve İngilizce şartı getirilebilirdi.

Bu çerçevede değerlendirdiğimizde, on beş sene bir kurumun yöneticiliğini yapmış biri olarak İnsan Hakları Kurumunun verimli çalışamayacağını belirtmek istiyorum. Gerçekten de on beş senelik Türk Tarih Kurumu Başkanlığımda, devletin denetiminde olan bir kurumun bilimsel özerkliğe sahip bir araştırma yapmasını doğrudan doğruya beklemeniz hayal olur. Dolayısıyla, kurumun hem mali özerkliğine sahip olması hem de çalışma özerkliğine sahip olması gerekir ki bunun da en önemli dayanacağı nokta Türkiye Büyük Millet Meclisidir ve Türkiye Büyük Millet Meclisine karşı sorumlu olmak durumunda kalmasıdır. Aksi takdirde bu kurum daha doğmadan ölecektir.

Yukarıda belirttiğim hususların, özellikle üye seçiminin ve uzmanların tespitinin ve yine, bağlı bulunacağı kurumun değiştirilmesinin söz konusu olması hâlinde Kurum hem kanunda kendine verilmiş amaç ve görevleri hakkıyla yapmasını sağlayacak hem de Mecliste yer alan milletvekilleri olarak, Türk halkının bize verdiği sorumluluğu yerine getirmiş olacağız.

Sözlerime son verirken, özellikle Dağlıca'da şehit olmuş 8 askerimize Allah'tan rahmet diliyorum, yakınlarına başsağlığı diliyorum, yaralılarımıza acil şifalar diliyorum ve bu çerçevede, tekrardan iktidarın oturup bir kere daha düşünmesini diliyorum.

Terörle mücadele oturarak, görüşerek, tavizler vererek gerçekleşmez. Tarihin her döneminde olmuştur, Celali isyanlarında olmuştur, leventlerde olmuştur; devlet her seferinde oturup görüşmüştür ama her seferinde de terör devam etmiştir. 1550'lerde başlayan terör hareketleri Osmanlı Devleti'nde ancak 1770'te tamamen bitirilmiştir.

Değerli milletvekilleri, hepimizin sorumluluğu terörün önlenmesidir. Terörün kimler tarafından çıkarıldığını, destekçilerinin kimler olduğunu ve bunlarla ilgili çekinmeden, korkmadan terör elemanlarının kimler tarafından oluşturulduğunu göz önüne almadan ve itiraf etmeden terörü önleyemezsiniz.

Sözlerime son verirken yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum.

Teşekkür ederim. (MHP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkür ediyorum.