| Konu: | 2016 Yılı Merkezi Yönetim Geçici Bütçe Kanunu Tasarısı münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 15 |
| Tarih: | 16.12.2015 |
MHP GRUBU ADINA ERHAN USTA (Samsun) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 2016 Yılı Merkezi Yönetim Geçici Bütçe Kanunu Tasarısı'nın tümü üzerinde Milliyetçi Hareket Partisinin görüşlerini ifade etmek üzere huzurlarınızdayım. Hepinizi saygıyla selamlarım.
Bütçe görüşmeleri, hükûmetlerin geçmiş icraatlarının değerlendirilmesi açısından bizlere önemli fırsatlar sunmaktadır. Her ne kadar geçici de olsa, üç aylık da olsa şu anda bir bütçe görüşmesi yapıyoruz. On üç yıllık kesintisiz bir iktidar sonrası bugün Türkiye ekonomisi ne durumdadır? Esas itibarıyla on üç yıllık süre bir siyasi partinin programını uygulamak, ülkenin yapısal sorunlarını çözmek açısından son derece yeterli ve uzun bir dönemdir. Çok partili siyasi hayatımızda da, bildiğim kadarıyla, bu kadar uzun süreli hükûmet olma kimseye nasip olmamıştır. Ama maalesef bugün birçok konuda Türkiye ekonomisi on üç yıl öncesine göre daha iyi durumda değildir, hatta bazı konularda on üç yıl öncesini arar durumdayız.
Nedir Türkiye ekonomisinin temel yapısal sorunları, isterseniz bunlara bir göz atalım.
Bana göre, Türkiye ekonomisinin birinci temel sorunu büyük ölçüde dışa bağımlılık. Bu, hem mal açısından dışa bağımlılık hem de finansman açısından. Mal açısından derken, Türkiye'nin enerjiyle ilgili sorunlarını hepimiz biliyoruz fakat bu on üç yıllık iktidar döneminde enerjiyle ilgili kayda değer, enerji arz açığımızla ilgili kayda değer bir gelişme olmadığını sizlerin de takdir edeceğini düşünüyorum.
Teknoloji üreten bir ekonomi olmadığımız için sermaye malının ithalatında da son derece dışa bağımlıyız.
Ara mallarında da, geçmişte ürettiğimiz birçok ara malını da uyguladığımız para politikaları sonucunda, para ve kur politikaları sonucunda aslında, bugün yurt dışından ithal eder duruma geldik. Bu anlamda, mal açısından Türkiye ekonomisi dışa bağımlıdır. Türkiye ekonomisi büyümek istediği yıllarda çok ciddi ithalatlar yapmak durumundadır. Bu da büyüme ile cari açık arasındaki çelişkili durumu bizim önümüze getirmektedir.
Diğer taraftan, finansman açısından biz dışa bağımlıyız. Büyümenin finansmanı için kaynağa ihtiyaç var. Yurt içi tasarruflarımız son derece düşük. Yurt içi tasarruflarımız yetersiz olunca yurt dışından tasarruf kullanmak durumundasınız. Bunun adı da, biliyorsunuz, cari açık. Cari açığı kullanmanın da bir sınırı olduğu için bizim büyümemizi sınırlandıran bir faktör olarak önümüzde durmaktadır yurt içi tasarrufların düşüklüğü. Bu anlamda da yurt dışına son derece bağımlıyız.
Özel kesimde tasarruflar yüzde 10'a kadar düşmüştür, hatta hane halkında ilk 3 dilimde yani yüzde 20'lik dilimlerin ilk 3'ünde tasarruflar negatiftir. Yani Türkiye'nin kabaca yüzde 60'ı gelirinden daha fazlasını tüketmektedir. Bu da borçla finanse edilmektedir.
Şimdi, tabii, tasarrufun düşük olmasının diğer taraftan anlamı tüketim, aşırı tüketim. Aşırı tüketim özel sektörde olduğu gibi kamu sektöründe de çok fazladır. Kamuda maalesef bir saltanat anlayışı vardır. Kamudaki bu saltanat anlayışına son verilmesi gerekmektedir. Birazdan detaylarını söyleyeceğim ancak şu anda görüşeceğimiz, görüşmekte olduğumuz geçici bütçe tasarısı da kamudaki bu saltanat anlayışını sonlandırmaya yönelik herhangi bir unsur içermemektedir maalesef.
Şimdi, tasarruflarınız düşük olunca tabii ki yatırımlarınız da düşük oluyor. Yatırımın düşüklüğü de büyümeyi kısıtlayan bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye'de yatırımlar millî gelire oran olarak son yıllarda, 2000'li yıllardan sonra yüzde 20 civarındadır. Hâlbuki emsal ülkelerde bu yüzde 28 düzeyindedir, yüzde 30 düzeyindedir. Bizim de uzun vadeli hedeflerimiz açısından asgari yüzde 28'lik, millî gelire oran olarak yüzde 28'lik bir yatırım ihtiyacımız vardır. Ancak, Türkiye, maalesef yüzde 20'ler civarında bir yatırım yapmaktadır ve yatırımdaki bu açık nedeniyle de büyümede istediğimiz seviyeye bir türlü gelemiyoruz.
Yatırımlarımız yetersiz fakat var olan yatırımlarımızı da aslında çok fazla üretken alanlarda kullanmıyoruz, böyle de diğer bir sıkıntı var ekonomide. Üretken olmayan alanlara -gayrimenkul, inşaat, ben bunlara betonlaşma diyorum- betonlaşmaya son on yılda ciddi bir şekilde Türkiye ekonomisi kaynak ayırmıştır ve bugün Türkiye ekonomisindeki büyümenin tıkanmasının temel nedeni de bu yanlış iktisat politikasıdır. Dolayısıyla, devlet olarak, kamu olarak kaynak tahsisine bir müdahale gerekiyor. Kaynaklarımızın üretken olmayan alanlardan, imalat sanayisi gibi, yüksek teknolojili ürünler, üretim gibi üretken alanlara kaynaklarımızı yönlendirmemiz gerekiyor.
Tabii, üretimin teknoloji seviyesinin düşük olduğunu da söylemeye gerek yok sanırım. 2002 yılında yüksek teknolojili ürünlerin ihracat içerisindeki payı yüzde 6,2'ydi. On üç yıllık iktidardan sonra, bugün geldiğimiz noktada yüksek teknolojili ürünlerin ihracat içerisindeki payı yüzde 3,5'e düşmüştür. Bu oran Avrupa Birliği ülkelerinde ortalama yüzde 20'dir.
İşletmelerimizdeki ölçek sorunu, ekonomimizin diğer bir temel sorunudur. Hem sanayide hem de aslında tarım sektöründe ciddi bir ölçek sorunu vardır. Bu ölçeğin büyütülmesine ilişkin de kamunun müdahale etmesi gerekir çünkü verimlilik ile ölçek arasında yakın bir ilişki var.
Diğer bir sorun alanımız, enflasyon ve fiyat istikrarı. Enflasyon, evet, 2000 sonrası uygulanan dezenflasyon programlarıyla Türkiye enflasyon konusunda ciddi bir aşama kaydetmiştir ancak 2003-2004 sonrasında sürekli yüzde 5 enflasyon hedeflerken bundan yüzde 50-60-70 sapan bir enflasyonla Türkiye karşılaşmaktadır. Bu da karar alıcılar açısından, piyasa açısından bozucu bir etki göstermektedir.
Kur ile enflasyon arasındaki geçişkenliğin azalmamış olması da Türkiye ekonomisinin diğer bir sorunudur. Kur arttığı zaman enflasyon otomatik olarak artmaktadır. İşte, az önce bahsettiğim üretimi artırma metotlarıyla, yüksek teknolojili üretimle bu geçişkenliği azaltmamız gerekmektedir.
Kamu maliyesindeki kalite sorunu, Türkiye ekonomisinin içerisinde bulunduğu diğer önemli bir sorun alanıdır. Türkiye ekonomisi, 1999 yılından itibaren yapılan yapısal reformlarla, alınan kararlarla... 1999 yılında 57'nci Hükûmetin gerçekleştirdiği sosyal güvenlik reformu burada mutlaka zikredilmesi gereken bir husustur. Sosyal güvenlik reformuyla mali disiplini sağlayıcı önemli kararlar alınmaya başlanmıştır. Bu, 2000-2002 döneminde devam etmiştir. Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmetleri de aslında burada takdire şayandır, kamu maliyesindeki performansın 2005-2006'ya kadar son derece iyi olduğunu söylememiz gerekmektedir. Fakat 2006 sonrasında kamu maliyesindeki bir gevşemeyle Türkiye ekonomisi karşı karşıya kalmıştır. Ancak bundan daha önemlisi, yüksek açıklı bir ekonomi olduğumuz için geçmiş yıllarda, 90'lı yıllarda, açığın düşürülmesi ilk hedef olarak çok doğru, anlamlı bir hedeftir. Fakat sonrasında bunun kalitesinin iyileştirilmesi gerekirdi yani kamu gelir ve harcamalarımızın Türkiye'nin uzun vadeli hedeflerini destekleyecek şekle büründürülmesi gerekirdi. Örneğin, ticareti, sanayiyi artırıcı, yüksek teknoloji üretimini artırıcı bir vergi yapısına ulaşmamız gerekmektedir. Fakat Türkiye ekonomisi, Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde bu kalite sorununu aşamamıştır.
Yüksek kayıt dışılık, Türkiye ekonomisinin diğer önemli bir sorunudur. Kayıt dışılık ile rekabet arasında, daha doğrusu kayıt dışılığın yarattığı haksız rekabetin ekonomide yarattığı tahribatı söylemeye sanırım gerek yoktur.
İş gücünün niteliği, niteliksizliği daha doğrusu ve bu konuda hiçbir kayda değer çalışmanın yapılmamış olması, Türkiye ekonomisi açısından Türkiye'nin önünü tıkayan diğer bir alandır. İş gücü piyasalarımızın etkin olmaması da diğer bir sorun alanımızdır. Örneğin istihdam stratejisi çıkartılmıştır birkaç yıl önce, daha o stratejide herhangi bir eylem tamamlanmamıştır.
Kamu ve özel kesimde kurumsal kapasite yetersizliği de Türkiye ekonomisinin önünde durduğu... Bakın, bütün bunları on üç yıllık bir iktidar sonrasında sayıyoruz arkadaşlar. On üç yıllık bir iktidardan sonra hiç kimsenin "Geçmişte şöyleydi, geçmişte böyleydi." diye bir mazerete sığınma hakkı yoktur. On üç yıllık iktidar dönemi kesintisiz bir iktidar dönemi, son derece uzun bir dönemdir ve bu sorunların hepsi bu dönemde aşılabilmeliydi, aşılabilirdi.
Kurumsal kapasite yetersizliği önemli bir sorun alanıdır. Özellikle, 2015 yılında Küresel Rekabet Endeksi'nde Türkiye 6 basamak birden düşmüştür ve bunun temel nedeni kurumların niteliğindeki gerilemedir. Kamu kuruluşlarının niteliğindeki gerilemeyi de burada özellikle zikretmemiz gerekiyor.
Tabii ki bu temel sorunlar sonrasında bunun birtakım makroekonomik sonuçları ortaya çıkmıştır. Nedir? Birinci makroekonomik sonucu, ekonomimiz son derece kırılgandır. Bir yerde herhangi küçük bir olayın olması Türkiye ekonomisinin ateşini hemen yükseltmektedir, doları yukarıya çekmektedir, faizi yukarıya çekmektedir, ekonomiye para girişini önemli ölçüde etkilemektedir. Örneğin, Türk lirası yılbaşından bu yana yüzde 28 değer kaybetmiştir dolar karşısında.
Diğer bir kırılganlık göstergesi olarak rezervleri verebiliriz. Biliyorsunuz, Sayın Cumhurbaşkanı da Sayın Başbakan da sayın bakanlarımızın hepsi de bu rezervlerle sürekli övünürlerdi fakat rezervlerin yalnız başına rakamı bir şey ifade etmiyor. Bir ekonomi, rezervi kısa vadeli yükümlülüklerini karşılamak için tutar. Rezervler ile kısa vadeli yükümlülükler arasındaki ilişkiye baktığımızda, Türkiye ekonomisinin son on üç yılda son derece kötü bir performans gösterdiğini görüyoruz. 2002 yılında kısa vadeli yükümlülüklerin, ekonominin kısa vadeli dış yükümlülüğünün 1,7 katı rezervimiz varken 2015'in ikinci çeyreği itibarıyla bu, 1'in altına düşmüştür yani bugün itibarıyla Türkiye ekonomisinin rezervleri, o çok övündüğümüz rezervlerimiz bizim kısa vadeli yükümlülüklerimizi karşılayamaz hâldedir. Dolayısıyla, Türkiye ekonomisi, bu anlamda baktığımızda, Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidara geldiği 2002 yılından daha kırılgan bir ekonomidir.
Düşük ve istikrarsız büyüme de diğer bir sonuçtur. Emsallerimize göre, emsal ülkelere yani bizim yarıştığımız gelişmekte olan ülkelere göre aramızdaki büyüme performansı da son derece açılmıştır. Bunların rakamlarını şöyle ifade edebiliriz: Sürekli "90'lı yıllar" diyoruz. 1990-2002 döneminde Türkiye ekonomisi ile gelişmekte olan ülke ekonomileri arasındaki büyüme farkı ne kadar diye baktığımızda, gelişmekte olan ülkelerin ortalaması, 1990-2002, on iki yıllık dönemde bizim ortalama büyümemizin 0,4 puan üzerinde yani biz, 90'lı yıllarda, gelişmekte olan ülkelerin ortalamasına yakın bir büyüme performansı göstermişiz.
2003-2007 döneminde, Adalet ve Kalkınma Partisinin iyi dediğimiz dönemlerinde bu performans, bu fark 0,7'ye çıkmıştır yani yine gelişmekte olan ülkeler bizden 0,7 puan yüksek büyümüşlerdir ancak önemli değil, yine biz onları takip etmişiz fakat 2008-2014 döneminde bu fark yüzde 2,3'e çıkmıştır. İşte -birazdan detaylarını açıklayacağım- Türkiye, 2008 sonrası gösterdiği kötü performans nedeniyle emsal ülkelere göre, rekabet ettiğimiz ülkelere göre son derece kötü bir büyüme performansı sergilemektedir.
İmalat sanayi üretimi yetersizdir, imalat sanayi üretimi sürekli azalmaktadır. Millî gelir içerisindeki payı imalat sanayinin yüzde 14'lere kadar düşmüştür, emsal ülkelerde bu, bizim en az 10 puan üzerimizdedir. Cari açığın temel sorunlarından bir tanesi de yetersiz imalat sanayi üretimidir.
İşsizliğin yüksek olduğunu biliyoruz, bugün de sabahleyin bir tartışma oldu. En son orta vadeli programda 2015 yılı işsizlik tahmini yüzde 10,5'tir, tarım dışı için yüzde 12,7, gençlerde işsizlik oranı yüzde 19'dur; bu son derece yüksek bir orandır.
Düşük gelir ve adaletsiz gelir dağılımında, gelir dağılımı eşitsizliğinde OECD ülkelerinde en kötü 3'üncü ülkeyiz. Bu da üzerinde hassasiyetle durmamız gereken Türkiye'nin bir sorun alanıdır.
Yüksek cari açık ve ekonomi genelindeki düşük verimlilik -az önce bunları zikrettim- bunlar da bizim temel sorun alanlarımızın başlıcaları.
Ve son olarak da belki şunu zikretmemiz gerekir: Hem özel sektördeki firmalarda hem de hane halkında yüksek oranlarda artan borçlanma Türkiye ekonomisinin temel bir sorunudur. Bugün vatandaşlar kredi kartı borçlarını ödeyemez hâle gelmiştir, tüketici kredileri son derece artmıştır, firmaların açık pozisyonları son derece artmıştır. Örnek verecek olursak, 2002 yılında 43,1 milyar dolar özel sektörün dış borcu varken, 2015 ikinci çeyreğinde özel sektörün dış borcu 287,5 milyar dolara çıkmıştır; kısa vadeli borçları da 110 milyar dolara çıkmıştır 13,9 milyar dolardan. Bunlar çok önemli artışlardır ve açık pozisyon olarak baktığımızda, bankacılık dışı özel sektörün açık pozisyonu bugün 175 milyar dolardır yani döviz cinsinden varlıkları ile yükümlülükleri arasındaki fark 175 milyar dolardır. Dolayısıyla, dövizdeki artıştan bizim özel sektör firmalarımız son derece yüksek oranda olumsuz şekilde etkilenmektedir, bu da Türkiye'nin çözmesi gereken bir sorun alanıdır.
Uluslararası yatırım pozisyonu açısından da baktığımızda -ben burada sözü daha fazla uzatmak istemiyorum- benzer sorunlarla karşılaşıyoruz. Ödemeler dengesi açısından baktığımızda, Türkiye'nin varlıkları ile yükümlülükleri arasında ciddi bir fark açılmaktadır. Bugün 2014 yılı sonu itibarıyla uluslararası yatırım pozisyonunda açığımız 440 milyar dolara yükselmiştir. Bu, ekonomide kırılganlığı artıran önemli bir husustur.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bugün görüşmekte olduğumuz geçici bütçe, işte, maalesef ülkenin bu temel yapısal sorunlarını aşmaya yönelik herhangi bir unsur içermemektedir. Geçici bütçe kanununun oturduğu makroekonomik çerçeve belirsizdir. 2016 yılı ilk çeyreğinde nasıl bir büyüme, nasıl bir dış ticaret hacmi, ne kadar enflasyon öngörülüyor, bu konuya ilişkin Hükûmetin ortaya koyduğu ne bir varsayım ne bir senaryo ne de bir tahmin vardır. Nasıl bir dış ekonomik konjonktür esas alınmıştır, bu belli değildir. Komisyonda bu konuları sorduğumuz hâlde Hükûmet bir cevap verememiştir. Umarım Hükûmet adına konuşacak Sayın Bakan, hiç olmazsa burada olsun cevap verir.
5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu çerçevesinde yürürlüğe giren bir geçici bütçe tasarısı ilk kez gündeme geliyor. Bu tasarının harcamaların yanında gelirleri de içermesi en tabii olan husustur. Bir şeyin adı bütçeyse harcaması olmalı, gelirleri olmalı bir de açığının belli olması lazım. Bu tasarıda gelir tahminlerinin olmaması maalesef bu kanun tasarısının, bu bütçenin en büyük zaafıdır. Buna bu anlamda "bütçe" deme imkânı yoktur. Elbette bunun, normal bir bütçe gibi bütün unsurları o anlamda içermesini beklemiyoruz. Ancak, bir şeye bütçe diyorsanız bunun harcaması olmalı, bunun karşılığında da bir gelir tahmininin olması gerekmektedir. Burada üç aylık dönem için...
Peki, birazdan Parlamentoda biz bunları onaylayacağız. Ne kadarlık bir bütçe büyüklüğüne bu Parlamento olumlu veya olumsuz yönde oy kullanacaktır, buna bir bakalım. Üç aylık dönem için 158,1 milyar TL'lik bir ödenek talep ediliyor, toplam ödenek. Faiz dışı giderler için de 138,6 milyar TL. Geçen yıl üç aylık dönemde ne olmuş diye baktığımızda -burada faiz dışı giderler üzerinde biraz yoğunlaşmak daha anlamlı olur- geçen yılın üç ayında 100,5 milyar TL harcamışız. Yani, geçen yıl ki 100,5 milyar karşılığında bu yıl, 2016 yılının ilk üç ayı için 138,6 milyar TL'lik bir ödenek talep ediliyor. Buradaki artış yüzde 38'dir. Bu, maliye politikası açısından son derece gevşek bir maliye politikasıdır. Sayın Başbakan, Sayın Maliye Bakanı sürekli "Mali disipline riayet edeceğiz." diyor fakat bugün önümüze gelen tasarı yüzde 38'lik gider artışını içeren, yüzde 38'lik gider artışına izin veren bir tasarıdır. Bu tasarının bu anlamda sınırlandırılması lazım çünkü bu durum Türkiye ekonomisine ciddi zarar verecektir. Örneğin, 2015 yılında ilk üç aylık dönemde bizim giderlerimiz ne kadar artmış diye baktığımızda, bunun ocak-mart döneminde yüzde 9,4 arttığını görüyoruz. Yani 2015'te 9,4 artan bir şeyin 2016 yılında yüzde 38 artmasına izin verecek şekilde bir bütçe tasarısı getiriliyor önümüze. Bu anlamda, bütçe tasarısının düzeltilmesi gerekmektedir.
Tabii ki üç aylık dönem için harcamalarda görülen bu artışın yılın tamamında olup olmayacağı konusunda da maalesef Maliye Bakanı doyurucu bir açıklama yapmamıştır. Bunlar sadece bu üç aylık döneme has bir artış mıdır yoksa yılın kalanında da bu artışı biz görecek miyiz? Yani zaten yılın kalanında da bu artışın görülmesi Türkiye açısından tam bir felaket olacaktır çünkü yüzde 8-9'luk bir gelir artışıyla yüzde 38'lik bir harcama artışını hiçbir bütçe dünyada kaldıramaz. Bu durum Türkiye açısından ciddi bir risk oluşturmaktadır.
Plan ve Bütçe Komisyonundaki görüşmeler esnasında bütün ısrarlarımıza rağmen Hükûmet hiçbir gelir tahmini vermemiştir. Mevcut ekonomik konjonktür göz önüne alındığında harcamalardaki bu artışa nispetle gelir artışı olamayacağı aşikârdır. Bu durumda bütçe açığında önemli bir artış beklenmelidir.
Örneğin, harcamaların yüzde 38 artması -üç ay için söylüyorum- gelirin ise geçen yıl olduğu gibi yüzde 8,5 artması durumunda, geçen yıl üç aylık dönemde 5 milyar TL olan bütçe açığı bu yıl 35,5 milyar TL'ye çıkacaktır. Bu, 7 kat anlamına gelir. Bu anlamda da son derece mahzurlu bir durum ortaya çıkacaktır.
İç ve dış ekonomik şartlar çerçevesinde bütçe açığında önemli artışın Türkiye ekonomisine zarar vereceği, piyasaları bozacağı gayet açıktır.
Parlamentonun bütçe hakkı çerçevesinde bakıldığında da esasında Türkiye Büyük Millet Meclisinin ne kadar bir gelir karşılığında tasarıyla öngörülen ödenekleri onaylayacağını bilme hakkı vardır. Geliri bilmeden Parlamentoda sadece harcamaların görüşülmesi, Meclisin bütçe hakkının ihlali anlamına gelmektedir. Bu durumdan iktidar partisinin milletvekilleri de rahatsız olmalıdır diye düşünüyorum.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye ekonomisi 2008 sonrasında çok kötü bir performans göstermektedir. 2008 yılında 10.400 dolar olan kişi başı gelire ulaşıldığı hâlde 2015 yılında Hükûmetin kişi başı gelir hedefi 9.082 dolardır. Bakın, 2008'de 10.400 dolar, 2015 yılında 9.082 doları hedefliyoruz. Daha da vahimi, 2016 yılında kişi başı gelirin 8.834 dolara gerilemesi hedeflenmektedir. İşte, bu nedenle On Birinci Orta Vadeli Program'da cari dolar cinsinden kişi başı gelir rakamına yer verilmemiştir, oysa bu rakamlar bundan önceki 10 tane orta vadeli programda yer almaktaydı. Daha iki buçuk yıl önce yüce Meclisin kabul ettiği Onuncu Kalkınma Planı'nda 2018 yılı için 16 bin dolar olan kişi başı gelir hedefi, az önce zikrettiğim orta vadeli programda 2018 yılı için 9.982 dolara düşürülmüştür. Türkiye on yılını kaybetmiştir arkadaşlar. 2018 yılı için Hükûmetin kendi programında kişi başı gelir hedefi 9.982 dolardır, oysa 10.400 dolara Türkiye 2008 yılında ulaşmıştı. Bu örnekleri artırmak mümkündür. Toplam millî gelirde, ihracatta, işsizlik oranlarında maalesef aynı durum söz konusudur. Türkiye on yılını kaybetmiştir, Türkiye uzun vadeli hedeflerinden hızla ulaşmaktadır. AKP döneminde 2023 hedefleri ulaşılması imkânsız hedefler hâline gelmiştir.
Sonuç olarak, Türkiye'nin temel sorunlarını çözmeye yönelik unsurları içermemesi, bir bütçe mantığı içinde hazırlanmaması, oturduğu makroekonomik çerçevenin belirsizliği ve mali disipline riayet etmemesi nedeniyle 2016 Yılı Merkezi Yönetim Geçici Bütçe Kanunu Tasarısı'na ret oyu kullanacağımızı belirtir, yüce heyetinizi saygıyla selamlarım. (MHP sıralarından alkışlar)