| Konu: | HDP Grubu önerisi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 23 |
| Tarih: | 05.01.2016 |
MUSTAFA SEZGİN TANRIKULU (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Ben, öncelikle, bu konuşma vesilesiyle, içinde bulunduğumuz süreçte yaşamını yitiren çocuklara, kadınlara, gençlere, yaşlılara, yine, yaşamını yitiren polis ve askerlere Allah'tan rahmet diliyorum, ailelerine başsağlığı diliyorum. Onların tümünün acısı bizim ortak acımızdır. Umarım, 2016 yılı böyle geçmez.
Defalarca söyledik, bir kez daha ifade ediyorum: Türkiye'nin Kürt meselesi silahla, çatışmayla, topla, tankla, hendekle ve barikatla çözülmez; Türkiye'nin Kürt meselesi siyasetle, konuşarak ve bu Mecliste çözülür ve bunun da yolunu açmak zorundayız.
Değerli arkadaşlar, sokağa çıkma yasaklarıyla ilgili konuşmuştum, bunun Anayasa'ya aykırılığı konusunda görüşlerimi burada ifade etmiştim. Gerçekten de insan hakları savunucuları, avukatlar çok özverili çalışmalarla bu dosyaları iç hukukta tartıştılar; Diyarbakır'da, Şırnak'ta, Mardin'de idare mahkemelerine gittiler, en son Anayasa Mahkemesine gittiler. Anayasa Mahkemesi de bireysel başvuru yoluyla gelen bu dosyaları görüşmedi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gönderdi. Ben, buradan, Türk yargısının, Türkiye yargısının insan hakları bakımından iflas ettiğini ve Türkiye'yi yeniden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önüne taşıdığını, bunun insan hakları ortamı bakımından ve hukuk devleti bakımından doğru olmadığını ifade etmek istiyorum. Biz o soruları defalarca sorduk ama buradan yanıt alamadık. En son, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine sorulan soruları Sayın Başbakana sordum; umarım, ayın 8'i itibarıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine vereceği cevapları bu millete ve bu Meclise de verirler, umarım. Ama, bize vermediler, mahkemeler bunu çözmedi ve sonuçta, yeniden, otuz yıl sonra, yurttaşlarımız için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinden adalet bekler duruma geldik.
Evet, bakın, bu dönem içerisinde 143 sivil yurttaşımız yaşamını yitirdi, 1 Ocaktan itibaren de 8 yurttaşımız; toplam 151 yurttaşımız. 193 polis ve asker yaşamını yitirdi, şehit edildi. 17 ilçede 56 kez üç yüz günden fazla sokağa çıkma yasağı oldu ve 1 milyon 300 bin kişi sokağa çıkma yasaklarından etkilendi ve Sayın Başbakan "Cizre'de ölen hiç kimse yok, çocuk yok." dedi. Ben, keza, grubum adına 24 Aralıkta Sayın Başbakana sordum, 44 çocuğun ismini yazdım, öldürüldükleri yerleri yazdım ve yaşlarını sordum. Buna şimdi cevap bekliyoruz, gerçekten bunlar çocuk mu, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı mı, hangi nedenle öldüler, bir cevabını da bekliyoruz bu çocukların, 44 tane isim var. Bakalım, Sayın Başbakan bunlara ne diyecek, bizim yurttaşlarımız, bizim çocuklarımız mı?
Değerli milletvekilleri, gerçekten zor günlerden geçiyoruz; sokağa çıkma yasakları, ağır ölümler, çok acı olaylar... Dün, daha yeni, bakın, Diyarbakır'da yaşamını yitiren polis memurunun, Musa Yüce'nin cenazesinde gördük 3 yaşındaki çocuğu, "baba, baba" diye ağlıyordu arkasından, 3 yaşında. Biz bu çocuklara nasıl hesap vereceğiz ileride? Önceki gün Diyarbakır'ın Sur ilçesinde, postanenin arkasında, İskenderpaşa Mahallesi'nde, bir sokakta, balkonda değil, alanda değil, evinin içerisinde, kahvaltı yaparken, şu sofrada kahvaltı yaparken değerli arkadaşlar, Melek Alpaydın yaşamını yitirdi. Top mu, roket atarmı? Şimdi, gördük malzemeyi, ağır bir tablo.
Ben bir önceki konuşmamda, burada Silopi'nin çığlığı olmak istemiştim ancak izin vermemiştiniz. O zaman, Taybet İnan'ın çocuğunun sesini aynen dinletecektim sizlere burada. Annesi sokaktaydı, annesi Taybet İnan, değerli arkadaşlar, annesi sokaktaydı, 1'inci veya 2'nci günüydü ve öldürülmüştü, cenazesi şu hâlde bekliyordu sokaklarda, şu hâlde, 7'nci günde ancak alınabildi. Ve önceki gün Taybet İnan'ın oğlu bir mektup yazmıştı, paylaşıldı, bana da geldi. Fazla söze gerek yok, onu okumak istiyorum, o gün burada okuyamamıştım ya da kendisinin sesini dinletememiştim.
Oğlu Mehmet İnan'ın mektubu: "Annem ilk vurulduğunda haber verdiler, koştuk. Biz daha varmadan amcam gitmek istemiş, onu da vurmuşlar. Gittiğimde amcamı taşıyordu komşular. Annem dedim, 'Sokakta kaldı.' dediler. Ben gitmek istedim, tuttular; ağladım, ağladım, ağladım. Annem sokağın ortasında kaldı öylece. Önce belli belirsiz kıpırdıyordu, sonra saatler geçtikçe hareketleri azaldı. Kimi aramadık ki? Vekilleri -yani birisi ben- kaymakamı, valiyi. Dedik çeksinler şu kargaları, öldü ölmesine de cenazemizi alalım. Annem ne hissetti acaba? Canı çok yandı, yanmıştır.
Biz sevgi nedir hiç dile getirmezdik ama bir sarılması vardı, dünyaya değerdi. Binlerce söz gelse anlatamazdı o sevgiyi. Annem tam tamına yedi gün sokakta kaldı. Hiçbirimiz uyuyamadık köpekler gelir, kuşlar konar diye. O orada yattı, biz 150 metre ilerisinde öldük.
Bir insan bir insana ne kadar acı çektirebilirse devlet de bize -yani AKP Hükümeti- yedi günde bunu yaptı. Yedi gün, tam yedi gün annemizin cenazesi sokak ortasında kalsın. İnsan çok iyi olamıyor, insan kalamıyor. Annemin elleri kaskatı olmuş ve öyle sıkmış ki eşarbını, belli ki canı hayli acımış. Öptüm ellerinden helal et hakkını diye. Ama kanı kurumuş annemin, elleri, yüzü ki yüzü düşerken toprak olmuş, elbiseleri kandan ıslanmış, sonra kurumuş, sonra taş olmuş annemin.
Kokusu gitmiş, toprak ve kan kokuyor annem, saçları sertleşmiş, kirlenmiş. Annemin canından can almışlar Allah'a inananlar. Gözleri açık kalmış annemin, yüzü eve dönük, ayakları toplanmış; bir takat gelsin diye belli ki çabalamış.
Benim annem, siz benim annemi öldürdünüz. Çocuklarınız var mı, bilmiyorum. Sizin yoksa bile sahiplerinizin var. Nasıl bir acı demeyeceğim zira ağır. Yedi gün, benim annem yedi gün kara kış soğuğunda kaldı. En acısı, kaç saat yaralı kaldı bilememek. Keşke diyorum, hemen ölmüş olsa. Siz benim annemi öldürdünüz."
Evet, Taybet İnan'ın oğlu Mehmet İnan bizlere sesleniyor. Yani bizlere, siyaset kurumuna "Benim annemi öldürdünüz." diyor.
Değerli arkadaşlar, henüz yol yakınken, 2016'nın başındayken bütün bunlar için yeni bir metot, yeni bir yöntem, daha yaralar derinleşmeden -daha da ne kadar derinleşecek bilmiyorum ama- burada bir yol açabiliriz.
Bakın, 15 Kasım 1978 tarihli Birleşmiş Milletler Bildirisi ne söylüyor: "Her insan ırk, cinsiyet, din, dil ayrımı gözetilmeksizin barış içinde yaşayabilir."
2010 tarihli Santiago Bildirgesi: "Barışı ve barış içinde yaşama hakkını koruma yükümlülüğü devlete aittir." Aynı bildirgenin 5'inci maddesine göre, devletlerce bireyin düşman görülmeme hakkı var.
Değerli arkadaşlar, şimdi uygulanan politika -dün basın toplantısında da söyledim- evet, Sri Lanka modeli. Daha önce telaffuz edilmişti, Hükûmetin bir Sri Lanka fantezisi vardı maalesef; topyekûn imha etmek. Şimdi, lokal olarak Şırnak'ta, Silopi'de, Sur'da, Nusaybin'de ilk önce göç ettirme, sonra kalanların tümünü düşman görme ve düşman görüp düşman ceza hukuku uygulama stratejisi var. Bununla bugüne kadar sonuç alamadık, sonuç alınamadı, binlerce insanın canına mal oldu. Nedeni, bu Parlamentonun bir çözüm üretmemesidir, Parlamentonun devreye girmemesidir.
O nedenle, bu ölümlerin gerçekten olmasını istemiyorsak, 2016 yılının bütün yurttaşlarımıza, Türkiye'ye, halklarımıza barış getirmesini istiyorsak bu Parlamento görevini yapmak zorundadır ve yeni bir mekanizmayı burada başlatmak zorundadır. Yoksa, anaların ağlaması değil, anaların kanı toprakta kuruyor. Buna son vermeliyiz.
Teşekkür ederim. (CHP ve HDP sıralarından alkışlar)