| Konu: | Millî Savunma Bakanı İsmet Yılmaz'ın, Suriye bağlamında yaşanan gelişmelere ilişkin Hükûmet adına gündem dışı açıklaması nedeniyle AK PARTİ Grubu adına konuşması |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 39 |
| Tarih: | 16.02.2016 |
AK PARTİ GRUBU ADINA TALİP KÜÇÜKCAN (Adana) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Sayın Bakanın bilgilendirmesi için kendisine teşekkür ediyorum. Ben de AK PARTİ'nin konuya ilişkin görüşlerini sizinle paylaşmaya çalışacağım.
Türkiye'yi yakından ilgilendiren dış politika gündemini tartışmamız çok önemli ve kritik bir anlaşmanın yıl dönümüne rastladı sayın milletvekilleri. Tartışmalarımızın bugün karşı karşıya kaldığımız bölgesel sorunların tarihsel arka planını inşa eden Sykes-Picot Anlaşması'nın yüzüncü yılına denk düşen günlerde olması gündemdeki gelişmeleri tarihsel bir perspektifle değerlendirmenin daha anlamlı ve önemli olduğuna işaret ediyor.
Osmanlı bakiyesi toplulukların ve toprakların sömürge güçleri tarafından gizlice parçalanması, paylaşılması ve yönetilmesi 100 yıl önce başladı ama etkileri hâlâ sürüyor. Şu günlerde herkesin zihninde "İkinci bir Sykes-Picot planı mı hayata geçiriliyor?" sorusu var. Çünkü Suriye'nin toprak bütünlüğünü tehdit eden ve Suriye'yi etnik ve mezhepsel temellere dayalı küçük devletçiklere bölme ve yanı başımızda uydu devletler kurdurma çalışması yapıldığını hepimiz görüyoruz ve şahit oluyoruz.
Değerli milletvekilleri, bugün karşılaşılan sorunları yeni bir oryantalist söylem olan "Orta Doğu bataklığı" kavramıyla açıklamak ve geçiştirmek mümkün değildir. Irak, Suriye, Lübnan başta olmak üzere, bu bölgede postkolonyal dönemde etnisite, din, mezhep katı sekülerizm, yani laikçilik ve seküler milletçilik siyaset ve devletin temelini oluşturmuştur. Çok kültürlü, çok dinli, çok etnisiteli olmasına rağmen, bölgede azınlıkların çoğunlukları yönettiği, demokratik ve eşit yurttaşlık temelinde temsil ve yönetime katılım yerine, katı, seküler ve milliyetçi ideolojilerin şekillendirdiği, darbe ve otoriter rejimlerin hâkim olduğu siyasal dengeler oluşturulmuştur. İşte Arap devrimleri tam da bu mirasa başkaldırı olarak ortaya çıkmıştır; demokrasi, insan hakları, eşit vatandaşlık arayışı olarak tarihe geçmiştir.
Değerli milletvekilleri, AK PARTİ döneminde Türkiye'nin Suriye'ye bakışını kısaca özetlemek istiyorum.
Arap Baharı Kuzey Afrika'dan başlayıp Orta Doğu'nun derinliklerine ve Suriye'ye ulaştığında Türkiye ilkesel bir tutum benimsedi. Bu tutum, demokrasi, insan hakları, eşit vatandaşlık ve temsil taleplerinin desteklenmesiydi.
Hatırlayalım: Arap devrimlerinin başında pek çok ülke önce şaşkınlık içinde sessiz kaldı bu sürece. Ama ilerleyen dönemlerde baktılar ki toplumsal dinamikler statükoyu değiştirme gücüne sahip o zaman onlar da bu Arap Baharı'nı desteklediler. Ancak Arap uyanışının bölgesel etkilerinin tahmin edileceğinden daha derin ve yaygın olduğu anlaşılınca Mısır'da bir darbeyle bu süreç sonlandırıldı veya en azından durduruldu. Türkiye, Tunus, Mısır ve Libya'daki demokratik toplumsal taleplere destek verdiği gibi Suriye'deki toplumsal taleplere de destek vermiş ve barışçıl bir geçiş için Esed rejimiyle uzun görüşmeler gerçekleştirmiştir. Bunun altını çizmek isterim. Ancak, rejimin meşru toplumsal ve siyasi taleplere kayıtsız kalması ve muhalifleri acımasızca bastırması, Türkiye'nin iyi niyetli girişimlerinin sonuçsuz kalmasına yol açmıştır. Bakın, şimdi, Suriye'de, iç çatışmaların başlaması, yapılması ve ülke dışında unsurların -İran, Hizbullah, DEAŞ ve Rusya gibi- çatışmalara dâhil olmasıyla kriz iyice derinleşmiş ve büyümüştür. Bugün gelinen noktada, Sayın Bakanın da açıkladığı gibi, 300 bini aşkın insan hayatını kaybetmiş, Suriye'de ülke dışına çıkan mülteci sayısı 6 milyonu aşmış, ülke içinde yaşadığı yerleşim biriminden kaçmak zorunda kalan mülteciler 7,5 milyona ulaşmış ve 21 milyon nüfusu olan Suriye'nin nüfusunun yüzde 60-65'i göç etmek zorunda kalmıştır; yani, demokratik olarak ciddi bir değişim yaşanmış, şehirlerin etnik ve mezhepsel yapısı kökten değiştirilmiştir. Şimdi bu yapıdan Türkiye'yi sorumlu tutmanın adil olmadığı kanaatindeyiz.
Değerli milletvekilleri, Suriye konusunda Türkiye'nin politikası krizin başladığı 2011 yılından beri açık, nettir. Türkiye, hakkın, haklının, mazlum ve masumların yanında yer almıştır; Suriye'de siyasi ve toplumsal grupların demokratik taleplerine destek vermesi için, yönetime çatışmasız bir geçişin sağlanması için özel çaba sarf etmiştir. Türkiye, Suriye'nin toprak bütünlüğünün korunmasına özel önem vermiştir, bunu ifade edelim. Dolayısıyla, bugün Suriye'nin bölünmesinin en çok Türkiye açısından risk oluşturduğunu hep söyleyegeldik. O nedenle, Sayın CHP'li hatibin söylediğine bu anlamda ciddi itirazımız var. "Krizin sebebi biziz." dedi, "Türkiye" dedi. Az önce de özetlediğimiz gibi, krizin sebebi Türkiye değil Irak işgalinden itibaren bu bölgede oluşan jeopolitik ve jeostratejik boşluktur. Unutmayalım, Türkiye çatışmasız bir geçiş için çok çaba sarf etti ve bu anlamda toplumsal mutabakat sağlanması için başlatılan girişimlere her zaman destek verdi ve hâlâ veriyor. Arap ligi, İslam İşbirliği Teşkilatı, Birleşmiş Milletler girişimleri, Cenevre 1-2 ve daha sonra gelecekler, hepsine destek verdiği gibi bundan sonra da destek verecek. Yani, Türkiye diplomasinin bütün sınırlarını zorluyor, diplomasinin bütün sınırlarının ve imkânlarının kullanılması konusunda elbette ki CHP'li hatibe biz de katılıyoruz. Keşke durum onun söylediği gibi kolayca geçiştirilebilse, Rusya'ya "çık" deyince çıkabilse veya İran'a "çık" deyince çıkabilse ama realite çok daha farklı bir şekilde karşımızda duruyor. O nedenle bu süreci iyi takip etmemiz lazım. Niçin böyle oldu? Türkiye'yi suçlamanın bir yararı olmadığı kanaatindeyiz. Bu süreçte, 2003 Irak işgalinden itibaren bu bölgede çok ciddi bir jeopolitik ve jeostratejik boşluk oluştu. Zaten Musul'daki kriz de bu boşluğun bir parçası olarak sayın hatibin çok yakından gördüğü ve yaşadığı bir hadise, DAEŞ'in oraya kadar gelerek bu boşluktan yararlanması. Söz konusu jeopolitik ve jeostratejik boşluktan yararlanarak bölgesel istikrarı bozmak isteyenler, bunu bir fırsat görüp Suriye'nin bölünmesi ve sınırımızda uydu devletler kurulmasını destekleyenler ortaya çıktı ve Türkiye buna tamamen karşı. İşte, PYD'ye müdahale de bundan kaynaklanıyor. Suriye ve Rusya'yla iş birliği içinde olan, hem Şam hem de Moskova'dan destek aldığı aşikâr olan PYD/YPG işte bu bağlamda değerlendirilmesi gereken bir örgüttür ya da aktördür. Aynı şeklide DAİŞ, Irak'ta başlattığı yayılmacılığı Suriye'de devam ettirmekte, İran ve Hizbullah da benzeri şekilde Suriye'deki jeopolitik ve jeostratejik boşluğu fırsat olarak görüp nüfuz alanlarını genişletme gayretindedir.
Değerli milletvekilleri, AK PARTİ açısından bakıldığında PKK, DAİŞ, PYD Türkiye'nin bölge istikrarını tehdit eden terör örgütleridir ve bu örgütlerle sonuna kadar mücadele edilmelidir. Türkiye'nin yaptığı işte tam da budur. Türkiye, DAİŞ'i bir terör örgütü olarak tanımlayan ilk ülkelerden biridir, Uluslararası Koalisyona katılmıştır ve destek vermeye devam etmektedir. Türkiye için PYD de aynı şekilde bir terör örgütüdür ama öyle görüyoruz ki bazı milletvekillerimiz PYD'nin bir terör örgütü olarak görülmesine karşılar "PYD'yle aramızı bozmayalım, PYD bir terör örgütü değildir." şekilde bir siyasi retorik kullanmaktadırlar.
Şunu ifade edelim, kuşkuları olan veya bilgisi olmayan milletvekilleri için ifade edelim ki PYD, mahkeme kararıyla terör örgütü olarak tanımlanmıştır. Bu sorulduğu için söylüyorum daha önce.
ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) - Hangi mahkeme ya?
TALİP KÜÇÜKCAN (Devamla) - Mardin'de YPG üyesi olduğu için tutuklanan İsmail Sadık'ın yargılandığı davanın gerekçeli kararını açıklayan Mardin 2. Ağır Ceza Mahkemesi PYD ve YPG'nin terör örgütü olduğuna hükmetmiştir; bunu da burada belirtmekte yarar var.
Değerli milletvekilleri, PYD'nin terör örgütü olmadığını iddia etmek, PYD'yle aramızı bozmayalım çağrısında bulunmak, PYD'yi meşru bir örgüt gibi yansıtan siyasi bir retorik kullanmak Türkiye Cumhuriyeti'nin mahkemelerini ve yargı kararlarını tanımamak demektir. PKK'yla organik ve siyasi ilişkileri bilinen PYD'nin terör örgütü olarak kabul edilmemesi düşünülemez, böyle bir şey siyaseten kabul edilemez.
Rusya, Şam yönetimi ve bazı Batılı ülkelerin DAİŞ'le mücadele altında PYD'ye destek vermeleri, PYD'yi lejyon olarak kullanmaları, bu yolla kendi gündem amaçlarını dayatmaları kabul edilemez, PYD'nin DAİŞ'le mücadele adı altında Türkiye'nin sınır güvenliğini tehdit eden faaliyetlerine göz yumulamaz, saha kapatmasına asla izin verilemez.
PYD'nin Azez hamleleri yeni bir göç dalgası yaratma riski ve güvenliğimiz açısından müdahaleyi gerekli ve zorunlu kılmıştır. Türkiye, Musul'la nasıl ve ne kadar ilgileniyorsa Halep'le, Azez'le de o kadar ilgilenmek durumundadır çünkü Türkiye'nin güvenliği sadece kendi sınırından başlamaz çok daha ilerisinden ve öteden başlar. Çünkü geçmişte de gördük, bugün de görüyoruz. Nüfus değişimiyle bile demografik değişimle bile komşu ülkelerin güvenliğini tehdit edebilirsiniz, istikrarını bozabilirsiniz. Türkiye'nin buna göz yumması mümkün değildir.
Bu noktada şunu da ifade etmeliyiz ki: Türkiye'nin yaptığı müdahale Suriyeli Kürtlere karşı yapılmış gibi gösterilmek isteniyor. HDP'li sayın hatibin de ifadelerinde kısmen buna yer verildi çünkü o da Türkiye'nin Suriye politikasının Kürtlere karşı olmaktan ibaret olduğunu ifade etti. Hâlbuki Suriye'deki kargaşanın ve karmaşanın nedeni çok daha farklı. Şunu ifade edelim: Eğer statü eşitlikse, adaletse, insan hakları ise, kimlik ise, vatandaşlık ise Suriye'de Türkiye bu konuda üzerine düşeni çoktan yaptı. Rejimle bu konularda uzun uzun -biliyorsunuz- görüşmeler yapıldı Suriye'deki Kürt kardeşlerimize kimliklerinin verilmesi, eşit vatandaş olarak kabul edilmesi için. Biz şunu ifade ettik: Tarihdaş olarak, kültürdaş olarak biz Türklerle, Kürtlerle, Araplarla bu coğrafyada beraber yaşadık ve yaşamak istiyoruz. Dolayısıyla çatışmalara mutlaka ve mutlaka bir çözüm bulunması gerekir. Ama şunu da ifade edelim: Suriye ve Cizre benzetmesi tamamen yanlıştır; hem tarihsel olarak yanlıştır hem de gerçeklere uymamaktadır. Türkiye'nin Cizre'de yaptığı, insanların ve toplumun ticaret, eğitim, ibadet özgürlüğünü elinden alan bir örgüte karşı verdiği bir mücadeledir. Suriye'de yapılan ise halkın bir başkaldırısıydı, öyle başladı, farklı boyutlar aldı.
Evet, biz diplomatik girişimleri mutlaka desteklemeliyiz, bu konuda hiçbir problemimiz yok ancak şunu da ifade etmeliyiz: Türkiye'ye yönelik bütün tehditleri de bertaraf etmek için meşru savunma hakkımızı da sonuna kadar kullanmalıyız, bunu kullanmaktan da çekinmemeliyiz. Bu bir savaş ilanı asla değildir.
Saygılarımla. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)