GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Kişisel Verilerin Korunması Kanunu Tasarısı münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:40
Tarih:17.02.2016

MHP GRUBU ADINA KADİR KOÇDEMİR (Bursa) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 117 sıra sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu Tasarısı'nın geneli üzerinde Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına söz almış bulunuyorum. Sözlerimin başında Divanı ve yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum.

Yine, bugün yaşadığımız elim olayda hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Cenab-ı Allah'tan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum ve yine Cenab-ı Allah'tan bunun son olmasını niyaz ediyorum.

Bugün görüşmekte olduğumuz kanun tasarısı Anayasa'nın 20'nci maddesi üçüncü fıkrasında düzenlenen bir konunun gereğini yerine getirmek üzere hazırlanmıştır. Geç kalınmıştır ama aradan bu kadar yıl geçtikten sonra temel kanun statüsüne tabi tutularak buradan alelacele geçirilecektir. Biz Milliyetçi Hareket Partisi Grubu olarak bu tür kanunların alelacele geçirilmesinin yanlış olduğunu düşünüyoruz ve geçmişte böyle tazyikle geçirilen kanunlar üzerinde hemen çok kısa bir zaman geçtikten sonra yapılan değişiklikler de bu kanaatimizi teyit etmektedir.

Kıymetli arkadaşlar, özel ve kamusal alan ayrımı demokrasinin optimum bir şekilde çözmek zorunda olduğu temel konulardan biridir. Çünkü, özel hayat hürriyetin ön şartıdır. Özel hayatın, mahremiyetin, gizliliğin olmadığı bir yerde ne kişilik ne şahsiyet ne insan ne de hürriyet söz konusu olabilir. Bunun iyi bir şekilde düzenlenmesi gerekir. Ancak, son zamanlarda sadece ülkemizde değil, bütün dünyada kitle iletişim araçlarının, teknolojinin gelişmesiyle birlikte kamusal hayatın alanını genişlettiği ve özel hayatın gizliliğine müdahalelerin kolay ve yaygın hâle geldiğini görüyoruz. Özel hayat o kadar önemlidir ki Kur'an-ı Kerim'de bile "Evlere arka kapılarından girmeyin, ön kapılarından girin." diye buyurulmaktadır.

Yaşamanın önemli sebeplerinden, gayelerinden birini... Biliyorsunuz, Fuzuli "Her ne var aşk imiş bu âlemde İlim kıylü kâl imiş." diyor. Ama, yine bir halk türkümüz sevdanın bile sırla olacağını söylüyor.

Bugün benden önceki konuşmacı arkadaşlarım da belirtti, sırrın, mahremiyetin kalmadığı bir ortamdayız ve buna bakışta da bizim dünyadaki genel trendden olumsuz manada ayrıldığımız bir nokta var. Çünkü, Türkiye'de gücü ele geçirenler, iktidarı ele geçirenler yeri geldiğinde özel hayatın gizliliğinin ihlalini, araçsal bir şekilde bundan faydalanma yolunu tercih edebilmektedirler. Apaçık özel hayata ait olan şeylerde bile "Ne özeli kardeşim, bu genel." diye devletin en başından beyanlar yapılabilmektedir.

Gerçekten de temel hak ve hürriyetler yakın zamana kadar devlete karşı gelişmiş bir alan idi. Yani, insanların temel hak ve hürriyetleri, daha çok, güç kullanma monopolünü elinde bulunduran devletten emin olma, devletin bu alana müdahalesini engelleme temelinde gelişiyordu. Ama, son yıllarda artık devletten değil, devletle birlikte korunma söz konusu. Çünkü, özel firmalar, işletmeler, terör örgütleri, diğer gruplar temel hak ve hürriyetleri daha kolay ihlal edebilir hâle gelmiştir ve burada arz etmeye çalıştığım gibi, bizim bir yaklaşım sorunumuz vardır. Bu yaklaşım sorunu kendisini bugün görüştüğümüz kanunda da göstermektedir. Size bir iki örnek vermek istiyorum.

Avrupa devletlerinde anayasa mahkemeleri trafikte hız sınırı ihlallerinin video kameralarla tespit edilmesini iptal ettiler. Çünkü bugünkü teknolojide trafikteki hız sınırı ihlallerini fotoğraf çekerek tespit etme imkânı var. Hız sınırının saatte 70 kilometre olduğu bir yerde ben 70 kilometre hızla gidiyor isem hangi hakla benim aracım, benim ve benim yanımda kimlerin olduğunun görüntüsü, plakası, o saatte oradan geçtiğim tespit edilebiliyor? Bugün biliyoruz ki verdiğimiz bir plakanın son on gün içinde nerelerden geçtiğini, trafik kurallarına uysa dahi tespit etmek mümkündür ve bunu bugün Avrupa anayasa mahkemelerinin iptal ettiğini söylemeden Türkiye'de söyleseniz "O zaman bu kadar suçu biz nasıl ortaya çıkaracağız?" derler. Yine, başka bir örnek vereyim, Almanya'da iş yerlerindeki video kameraların kaldırımdan 5 santim dahi görüntü alması yasaktır ama bizim emniyetimiz, polisimiz bugün suçu aydınlatmayı tamamıyla iş yerlerindeki kameralara bağlamıştır. Bu kameralar suçu engelliyor mu? Asla değil. Bu kameralar, MOBESE kameraları dâhil, yoluyla ben bir suçun engellendiğini görmedim. Paris'teki bu Mizah dergisine yapılan saldırının olduğu bölge hem bölge olarak hem de o bina bugün teknolojinin düşünülebilecek bütün güvenlik tedbirlerinin uygulandığı bir bina ama bütün bunlara rağmen, bütün bu gözetleme araçlarına rağmen orada bu saldırı ve olay gerçekleştirilebilmiştir. Hatta eski bir mülki idare amiri olarak şunu söyleyebilirim: Teknolojiyi devreye soktuğunuzda insanı devreden çıkarıyorsunuz ve hiçbir teknolojik imkân insanı ikame edemiyor arkadaşlar. Bu, emniyette bilhassa böyle. Biz, terörle mücadelede helikopterinden diğer teknik cihazlara kadar donattığımızda, insan unsuru geri plana çekildiyse olaylar azalmak bir yana, artmıştır.

Bu, hayatın diğer alanlarında da böyle, sonuçlarını burada bir araştırma komisyonuyla lütfen tespit edelim. Mesela, okullarımızı teknolojik cihazlarla doldurduk, acaba uluslararası sıralamada Türk millî eğitiminin yerinde bunun nasıl bir etkisi olduğunu görelim. Türkiye için de tren vagonunun sonunda bazıları vagonun en önünde oturacak, bazıları sonunda oturacaktır; biz, kendi çocuklarımızı bir şekilde bir sıralamaya tabi tutacağız ama belirleyici olan uluslararası sıralamalardır ve 14-15 yaşındaki çocuklarımızın yeteneklerini, eğitimini ölçen PISA araştırmalarında Türkiye sürekli geriye gitmekte, son sıraları almaktadır.

Bu yaklaşımdaki negatif yönde ayrılmamız kendini son zamanlardaki olaylarda da göstermektedir. Hatırlayalım, Millî Eğitim Bakanlığında bir görevli 10 bin TL karşılığında bütün öğretmenlerin ve Millî Eğitim Bakanlığı personelinin gizli bilgilerini bir özel şirkete, öğretmenlere ürün pazarlayan bir şirkete satmıştı, yakalandı, yargılandı ama yakalanıp yargılanamayan, Sosyal Güvenlik Kurumunda SSK bilgilerinin verilmesiyle ilgili bir olay var.

Yine, bugünlerde güncel, dün çok konuşuldu, basın organlarında yer aldı, Emniyet Genel Müdürlüğünde 80 milyon kişinin MERNİS kayıtları, kişisel bilgileri ve ikamet bilgileri İnternet'e düştü, 22 gigabyte civarındaki bu veri, tespit edilen -bilemiyoruz tabii- bazı iddialara göre, 1.500'e yakın insan tarafından indirildi ve çekildi, daha önce de Yüksek Seçim Kurulunun seçmen bilgileriyle ilgili veri tabanı yine kontrolsüz bir şekilde insanların ellerine geçmişti.

Bugün hepimizin cep telefonlarına rahatsız edici SMS'ler geliyor, bununla ilgili sözde tedbir aldık, ama ben orta zekâlı, fakülte mezunu bir insan olarak, bana gelen herhangi bir rahatsız edici SMS'i engelleyemedim. Bunlar imkânsız olan şeyler değil, bütün bunları üst üste koyduğumuzda, sadece bu işe bakışla ilgili bir husus.

Biz, bugün kişisel verilerin korunmasından söz ediyoruz, bırakın kişisel verileri, biz devletin kamusal verilerini bile koruyamayan bir yönetim tarzıyla karşı karşıyayız.

30 Mart 2014 seçimlerinden iki üç gün önce, hatırlayınız, 4 kişi; birisi şu andaki Başbakanımız o zamanki Dışişleri Bakanımız, birisi MİT Müsteşarımız, birisi Dışişleri Bakanlığı Müsteşarımız, birisi Genelkurmaydan bir orgeneral olmak üzere, bir odada konuşulanlar Türkiye'ye servis edildi. Yani bu devlet, en önemli sayılacak konuşmalarını gizli tutamayacak derecede beceriksiz düzenlemeler ve yönetimler altındaydı.

Bu konuşmaların servis edilmesi, 30 Mart seçimlerinde amaca hizmet edecek şekilde kullanıldı ve belli bir fonksiyonu da yerine getirdi. 30 Mart seçimlerinden sonra, gazetelerde insan aklıyla dalga geçen bazı beyanları gördük. Denildi ki "Efendim, yukarıdaki uçaktan dinlediler.", "Helikopterle dinlendi.", "Çantaya konuldu." İktidar partisinden arkadaşlarımız bu konuda bizi bilgilendirirlerse sevineceğiz, bu soruşturma ne durumda?

Eğer devlet kendine duvarı öremediyse o zaman biz nasıl bir ülkede yaşıyoruz? Çünkü birey olarak dedim ki özel hayat özgürlüğün, özel hayat hürriyetin baş şartıdır. İnsanlığın en önemli icatlarından biri tekerlek ve ateşle birlikte duvar ve o gizliliği sağlayacak hususlardır, devlet de bunu en iyi derecede yapma durumundadır. Ama 27 Martta piyasaya düşen şeylerin peşine de kimse düşmedi.

Bugün aceleye getirilmiş maddeler üzerinde hiçbir şey konuşamayacağımız, sadece önerge vererek beşer dakika konuşmayla burada müzakere edeceğimiz bir metin önümüze gelmiş durumdadır. Bu metinde, ben okudum, bazı tercüme düzensizlikleri dahi kendisini gösteriyor. İyi bilirsiniz, kanunlarda "ve" yerine "veya" ya da "ile" yazmanın, virgülü şuraya ya da buraya koymanın çok önemli sonuçları olur. Bunu aceleye getirmemizin Avrupa Birliği süreciyle bir ilgisi olabilir, bilmiyoruz. Orada da başka şeylerde de acele ediyoruz. Çünkü geçen gün okudum, bize 3 milyar avro verileceği söyleniyor. Kiel'de "Dünya Ekonomi Enstitüsü" diye bir enstitü 3 tane projeksiyon yapmış, bunlardan en olumlusu, gelen mültecilerin en az yüzde 60'ı aynı yıl geri dönecekler ve en kötü senaryoda da kalacaklar. Sadece Federal Almanya'ya mültecilerin maliyeti yıllık 25 milyar avro ile 55 milyar avro arasında, sadece Federal Almanya. Biz 28 ülkenin yükünü alıp 3 milyar avro... Onun da daha bir kuruşu geldiği yok. Fransa kendini bu sistemden ayırdı, diğer ülkeler de buna yanaşmıyorlar. Onun uğruna eğer geri kabul anlaşması ve onun arkasından vize muafiyeti gelecek diye bunları aceleyle getiriyor isek o zaman yanlış yapıyoruz arkadaşlar. Onun için, bizim teklifimiz, gelin, bu kanunları dünyadaki uygulamalarını, örneklerini, ortaya çıkan sıkıntılarını da ele alarak... Üç ay sonra, altı ay sonra değiştirecek şekilde yapmayalım. Biliyorsunuz, 17-25 Aralıkta ses kayıtları çıktıktan sonra dinleme kararlarını çok zorlaştırdık ama çok fazla vakit geçmeden, HSYK filan bizim kafamıza göre oluştuktan sonra, tekrar dinleme kararlarını yeni mahkemeler ihdas ederek kolay yapılabilir hâle getirdik. Burada da yarın büyük sıkıntılar, bedeller ödenmemesi için bu meseleye bakışımızı düzeltmemiz lazım. Ama, her hâlükârda, bu kanunda göremediğimiz bir şeyi bilgilerinize arz etmek istiyorum.

Arkadaşlar, bu kanunda bizim kusursuz sorumluluğu getirmemiz lazım. Emniyet Genel Müdürlüğünde verilerin emniyette olması lazım. Emniyet Genel Müdürlüğünde olan veriler eğer emniyette değil ise sadece yapanı, bundan menfaat elde edeni bulmaya yönelmemeli, bu verilerin bizatihi dışarı çıkmış olmasından da birilerinin yakasına yapışabilmeliyiz.

Biliyorsunuz, tapu kütüğüne güven esası var. Oradaki kayda güvenerek yaptığınız iktisap korunuyor. Bir gayrimenkulün, bir dairenin bile seyrüseferini, hareketini bu kadar devletin kusursuz sorumluluğuna bağlıyor isek -ki Borçlar Kanunu'nda istihdam edenin, hayvan sahibinin, araç sahibinin, bina sahibinin kusursuz sorumluluğu var- devlet de bu bireysel verilerle ilgili kusursuz sorumluluğa sahip olmalıdır. MİT, adam gibi MİT olmalı; Emniyet Genel Müdürlüğü, o verinin emniyetini tutamıyor ise bunun hesabını muhakkak surette vermelidir. Onun için, bu kanunun sorumlulukla, cezayla ilgili bölümlerinde kamu kurumlarının -bunu özel sektöre de kullandırma durumu söz konusu- muhakkak surette kusursuz sorumluluğunu sağlamak durumundayız.

İngilizlere atfedilen bir atasözü var, diyor ki "Ucuz alacak kadar zengin değilim." Arkadaşlar, biz de acele edecek kadar çok vakte sahip değiliz. Lütfen şurada neye el kaldırdığımızı, Türkiye'de insanların kaderi ve mahremiyeti ile özel hayatıyla ilgili hangi sonuçlara yol açacağımızı, kimlere hangi yetkileri verdiğimizi anlayalım, ondan sonra tabii ki aklımıza ne yatıyorsa ona göre tercihimizi yapacağız, buradaki çoğunluğa da bütün Türkiye tabi olacaktır. Ama bunu anlamak, zannediyorum önce kendimize, daha sonra bu topluma, çocuklarımıza ve torunlarımıza karşı ciddi bir sorumluluğumuzdur diyorum.

Bu kanunun aceleye getirilmeden, yaratacağı etkiler, sebep olacağı sonuçlar dikkate alınarak burada müzakere edilip, ülkemiz için, insanlarımız için hayırlı neticelere yol açacak bir düzenleme olması dileği ve temennisiyle tekrar hepinize saygılar sunuyorum. (MHP sıralarından alkışlar)