GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı 8'inci tur görüşmeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:53
Tarih:05.03.2016

MHP GRUBU ADINA EKMELEDDİN MEHMET İHSANOĞLU (İstanbul) -

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 2016 mali yılı Dışişleri Bakanlığı bütçesi üzerine Milliyetçi Hareket Partisi adına söz almış bulunuyorum. Yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum ve Sayın Bakana ve Bakanlığın güzide temsilcilerine hoş geldiniz diyorum.

Ülkemiz, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana içte ve dışta yaşamakta olduğu en sıkıntılı günlerinde verdiği beka mücadelesini başarılı şekilde yürütmek mecburiyetindedir. Türkiye, bu var oluş mücadelesi için çok sağlam temellere oturtulan dış siyaset takip etmek ve ülkenin itibarını yüceltmek mecburiyetindedir. Bir ülkenin dış politikası esas itibarıyla millî menfaat prensibi üzerine dayalı olmalıdır. Millî menfaatin bütüncül olması için dış politika ile iç politika arasında sağlam bir korelasyon yani sağlam bir bağın olması gerekir. Dış siyaset ile iç siyasetin arasında uyum, tutarlılık ve birbirini tamamlayan özellikler olmalıdır. Burada sorulacak soru: Bugün bir elmanın iki yarısı gibi bölünmüş bir ülkede bu ne derece mümkündür? Buna ilave olarak, iç politikada kullanılan kutuplaştırıcı ve çatışmacı üslubun dış politikada kullanılması ne kadar isabetlidir? Saflarında yer almaya çalıştığımız ileri demokrasiye ait olan ülkelerde hiç görülmeyen bir tarzda, dış politika konularının medya üzerinden iç kamuoyunun desteğini sağlamak maksadıyla yüksek perdeden dillendirilmesi ne ölçüde bir ülkenin menfaatinedir? Bir ülkenin başarılı dış siyasetinin olması için uzun vadeli stratejik hedefleri olmalı ve bunlar arasında önceliklerin tayin ve tespiti gerekmektedir. Dış siyasetin hedefleri, konusu ne olursa olsun bir yapabilirlik kudreti, bir istiap haddi vardır, her ülkenin bu limitleri vardır. Dünyanın her derdiyle uğraşıp meşgul olmak ne ölçüde mümkündür? Dış politika sahasında kırk tarakta bezimizin olması acaba üstün bir meziyet midir?

Hükûmetin dış politikasının temelinde Sayın Dışişleri Bakanımızın ve iktidar adına konuşanların ifadelerine göre -tırnak içerisinde- "ilkeli duruş" ve -yine, tırnak içerisinde- "vicdan ve insan odaklı" olması vasfı bulunmaktadır. Bizim bu kavramlara itirazımız olmaz ama acaba bu kavramlar içeride uygulanıyor mu? Hele son iki gün içerisinde gördüğümüz hadiselerde bunlar... Ama bunları bir tarafa bırakalım, dış siyaset bakımından böyle güzel sözler söylersiniz, muhatapları üzerinde iyi tesir yaratıyorsa varsın olsun. Fakat şurada, ilkeli duruş, vicdan ve insan odaklı olma meselesinde benim iki tane, biraz basit, naif sorum var. Birincisi şudur: "İlkeli" olmak başka ülkelerin iç işlerine müdahale hakkını bahşeder mi bize? İkinci soru: "İlkeli" olmak bir tek Suriye'yle ilgili bir özellik midir? Suriye'nin sağında, solunda, biraz yakınında, biraz uzağında olan ülkeler için geçerli değil mi? Ben size bir örnek vereyim. Yine, Suriye'nin çok yakınında olan bir ülkede bir şair, hükümdarın hoşuna gitmeyen bir şiir yazmıştır ve bu şair müebbet hapse mahkûm olmuştur. Bizim burada, ülkemizde, şiir okuma hususunda acı bir tecrübemiz olmuştur ve buna karşı takdire şayan bir mücadelemiz olmuştur. Biz, bu zavallı şaire niye bu ilkeli siyasetimizi uygulamıyoruz?

Değerli arkadaşlar, bugün, 2016 yılının ilk yarısında nerede olduğumuza bakacak olursak, dış siyasette attığımız her adımın sağlam ölçülere uymadığını, ters düştüğünü görürüz. Üstüne üstlük dostlarımızı düşmana çevirdik. Cumhuriyet döneminde ilk defa başka bir ülkenin iç işlerine karışmaya başladık. Komşumuz Suriye'de iç savaşa su dökmek yerine başka şeyler döktük ve ikazlara rağmen, komşudaki ateşi söndürmek yerine biz ateşe maruz kaldık.

Kırmızı çizgiler çizildi. Kırmızı çizgiler, Kerkük'ten Bayır Bucak'a kadar geçti. Bütün bunlar unutuldu. Kala kala bir Halep kaldı, Halep'te de bugün ikinci bir Srebrenitsa olacağına dair uluslararası S.O.S işaretleri verilmektedir. O bakımdan, bu konuda biraz dikkatli olalım.

Şimdi, dış politikanın nasıl yürütüldüğüne dair ben bir örnek üzerinde duracağım, Başika kampı örneği. Başika kampı örneği şöyle başlıyor: Irak Başbakanı Sayın El Abadi, Ankara'ya 15 Aralık 2014'te geliyor. Sayın Başbakanımızla beraber yaptıkları toplantının sonunda Irak Başbakanı diyor ki: "Türkiye'yle her konuda; ekonomi, güvenlik, askerî konular dâhil olmak üzere iş birliği yapacağız." Ve aynı zamanda IŞİD belasını işaret ederek uluslararası ittifaka işaret ediyor. Daha sonra, Musul Valisi Etil Nuceyfi'nin daveti üzerine -bunu, Sayın Savunma Bakanımızın bu kürsüde söylediği sözlere dayalı olarak söylüyorum- Mart 15'te biz asker gönderdik, gönüllülerin eğitimini başlattık ve Sayın Savunma Bakanımızın ifadesine göre, Amerika Birleşik Devletleri makamlarına haber verilmiştir. Zaten, Irak'ta buna benzer, Batılı ülkelerin faaliyetleri bulunmaktaydı. Her şey çok güzel, o noktaya kadar güzel fakat 4 Aralık 2015'te bizim Başika Zelikan kampına gönderdiğimiz takviye güç haberi üzerine, Irak Başbakanı diyor ki: "Bu, Irak'ın egemenliğine tevcih edilmiş bir darbedir, askerlerinizi derhâl çekiniz." Biz diyoruz ki: "Bunu IŞİD için gönderdik, teröre karşı." Buna da "Hayır." diyorlar ve Amerika Birleşik Devletleri'nin savunma yetkilileri bu gönderdiğimiz takviyenin IŞİD'e karşı olmadığını ifade ediyorlar. 16 Aralıkta Başika kampındaki askerlerimiz IŞİD'in ateşlerine maruz kalıyorlar ve 4 askerimiz yaralanıyor ve aynı tarihte Amerika Birleşik Devletleri Başkan Yardımcısı Sayın Biden Türkiye'yi Irak toprakları bütünlüğüne saygılı olmaya davet ediyor. 25 Aralıkta ise Arap ligine gidiliyor ve Arap ligindeki 22 ülke -hatırlatıyorum size, lütfen- oy birliğiyle Türkiye'yi kınıyor ve askerini çekmesini istiyor. 22 ülkeden 1 tanesi, 2 tanesi ya da çok samimi olduğumuz, bugünlerde iş birliği yaptığımız 2 ülkesi bari Türkiye'ye müzahir olsun, o da yok; müstenkif, çekimser olsun; yok. İyiliğimiz dokunan, himmetimiz dokunan, 22 ülkeden birçok ülke var, bari onlar bizim yanımızda dursunlar, o da yok. O zaman, ne demek bu? Bu, Orta Doğu siyasetimizin yanlış esaslar üzerine oturtulduğu ve yanlış icra edildiği manasına gelir. Çünkü burada, bizim de dilimize çok yeni giren "kardeşlik hukuku" meselesi mevzubahistir, kardeşlik hukuku Araplar arasında çok geçerlidir, bizde de geçerli olmaya başladı son günlerde.

Şimdi, aziz arkadaşlarım, burada, bugünkü Orta Doğu'daki politikamızın üzerinde durmak istiyorum. Dışişleri meselelerini uzun takip edenler bilirler ki, bizim Orta Doğu'da onlarca yıldan beri devam eden politikamızın temelinde 3 tane faktör var: Birincisi, İsrail'i devlet olarak tanımak. İkincisi Filistin halkının meşru haklarını... Başkenti Kudüs olmak üzere devlet kurma ve işgal edilen toprakların geri alınması dâhil, Türkiye Filistin halkının, devletinin ve hükûmetin yanında durmuştur. Üçüncü prensip, Arap ihtilaflarına girmemektir. Türkiye, İsrail'i 48'de bölgedeki tanıyan ilk devlettir. İlk tanıdığımızda Arap kardeşlerimiz "Niye tanıdınız, ayıp değil mi?" dediler fakat 1967 savaşında Arap kardeşlerimizin mühim bir kısmı dediler ki: "İyi ki tanımışsınız çünkü bizim onlarla konuşmamızı siz sağlayacaksınız. Kudüs'teki Müslüman dünyasının dinî ve tarihî haklarını Türkiye koruyabilir, iyi yaptınız." Bugün İsrail'i tanımayan Orta Doğu ülkesi kalmamıştır. Bu Orta Doğu politikamızın temel kavramlarından bir tanesi Arap ihtilafları arasına girmemektir ve 1950'den bu yana Türkiye buna riayet etmiştir.

Şimdi, müsaadenizle biraz Suriye konusu üzerinde duracağım. Suriye'de hadiseler 2011'de Suriye'nin güneyinde gençlerin demokratik talepleriyle başlamıştır. Rejimin ağır şekilde bu hadiseleri bastırmasından sonra dış müdahalelerle iç çatışma ve vekâlet savaşları başladı ve Suriye hiçbir makul gerekçesi ve saiki olmayan mezhebî bir çatışmanın içine sürüklenmiştir. Şunu söylemek istiyorum: Suriye'de mozaik eskiden beri vardır, tarih boyunca vardır ve savaştan önce bu mozaik arasında bir çatışma potansiyeli yoktu. Çatışmanın ilk olduğu günlerde de bu değişik Müslümanlar, Şiiler, Hristiyanlar, Dürziler vesaire hepsinin kendi aralarında bir "coexistence" vardı, bir arada yaşama kültürü vardı, böyle bir şey yoktu fakat maalesef, şimdi oraya kadar sürüklendik.

Şimdi, aziz arkadaşlarımız, din ve mezhep ayrılıkları kullanılarak Suriye bu bedbaht akıbete sürüklenmiştir. Bunun neticelerinin bölgede zincirleme bir parçalanma ve bölünme; Iraklaşma, Lübnanlaşma veya Balkanlaşma hadiselerine yol açacağı bilinmeliydi. Hep söyledik ve tekrar ediyoruz: Suriye'nin ve bütün komşularımızın toprak bütünlüğü, merkezî hükûmetlerin bütün topraklarına egemenliği bizim temel tercihimiz olmalıdır. Bugün ülkemizde güneydoğuda yaşanan vahim durumun ve orada masum vatandaşlarımızın düçar olduğu büyük sıkıntıların, etrafımızdaki ateş çemberinden vareste olduğunu kim iddia edebilir? Türkiye Cumhuriyeti, tarihinde ilk defa başka bir ülkenin içişlerine karışıyor. Bu konunun meşruiyet zemini olmadığı gibi, dış siyasetin temelini teşkil eden millî menfaat açısından akla ziyandır. Türkiye, Suriye'nin iç savaşının ötesinde Orta Doğu bölgesinde yaşanan paradigma değişikliğinin farkında olmalı, gelecek için siyasi hedeflerini bunun idrakiyle düzenlemeli. Zira, bu bölgede İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda hâkim güçler arasında el değişikliği yapılırken, Türkiye o dönemde Batı ile Doğu arasında dengeleri hassas bir şekilde planlayamadı ve sıkıntıya girdi. Bugün, bu bölgede belirli ölçüde benzer bir değişim vardır. Bunun yanı sıra, ayrıca Orta Doğu'da, Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, İran arasında doğan yeni güç dengelerinin unsurlarını iyi kavramak lazım ve bunlara göre yeni pozisyonlar tespit etmek lazım. Türkiye, siyasi planlamasını reel politik ve millî menfaat kıstaslarına dayandırmak mecburiyetindedir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; geçtiğimiz kasım ayında Rus uçağının düşürülmesiyle, Türkiye ikinci soğuk savaşın ilk sıcak temasını sağlamıştır. Hâlbuki kırk yılı aşkın soğuk savaş döneminde bir fiske dahi, bir kurşun dahi iki taraf arasında atılmamıştır. Türkiye, Rusya'yla neredeyse gelecek sene yüz yıllık savaşsızlık hâlini yaşamıştır ve soğuk savaş zamanında, 1953'ten itibaren Sovyetler Birliği Türkiye üzerindeki toprak talebinden ve egemenlik haklarını ihlal ettiği iddialarından vazgeçince, Türkiye ile Rusya arasında -Türkiye NATO üyesi, Rusya Varşova Paktı'nın başkanı ve Sovyetlerin dinamosu- bu iki ülke arasında, 1960'lı ve 1970'li yıllarda Suat Hayri Ürgüplü, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit zamanında çok önemli gelişmeler olmuştur ve Rusya Türkiye'ye, sanayi kurma konusunda başkalarının esirgediği krediyi, bilgi transferi ve teknik desteği sağlamıştır. Bütün bunları, bu zorlukları görüp de bu hâle gelmek, eski bir dostu yeni bir düşmana çevirmek gerçekten akıl alacak bir şey değildir.

Şimdi, sayın arkadaşlar, biraz önce söylediğim örneklerden hareketle eğer birtakım tahliller yapacak olursam derim ki: Birinci husus, bizim ihtiyacımız stratejik bir planlama yani birçok konuda her zaman heyecan, bazen samimiyet, bazen mecburiyet karşısında atılan adımlar, birinci adım. Birinci adım atılıyor, büyük heyecan yaratıyor, kamuoyunda çok güzel karşılanıyor, daha sonra ikinci adımın, üçüncü adımın ne olduğu, daha kötü şeyler olduğu görülüyor. Maalesef bu ilk adımlar atılırken arkasının düşünülmesi çok iyi gelir.

Şimdi, ikinci mesele, şahıs merkezli politikalar "Biz Esad'ı sevmiyoruz, onu düşüreceğiz." Neyle düşüreceğiz? "Güçle düşüreceğiz." "Biz Nuri Maliki'yi sevmiyoruz." Nasıl düşüreceğiz? "Parlamentodaki öbür gruplarla şey edeceğiz." "Biz Musul Valisi Etil Nuceyfi'yi seviyoruz çünkü ailesi bizim dostumuzdur, onun davetinde gideceğiz." Böyle karar nasıl alınabilir, ben anlamıyorum. Kurumlar nerede? Diplomatik esaslar nerede?

Bu arada biz -Dışişleri Komisyonundaki arkadaşlar bilirler- başladığımız günden, Türkiye'nin değişik ülkelerle imzaladığı anlaşmalar, antlaşmalar, muhtıralar, zabıtlar geçiriyoruz; Türkiye'yle bilmem hangi ülke arasında müşterek film prodüksiyonu, Türkiye'nin falan ülkeyle balıkçılık sahasında mutabakat zaptı... Peki, Türkiye ile Irak arasında Başika Kampı için en azından bir mutabakat zaptı gerekmiyor muydu? Niye yapılmadı? Bu, biraz da Türkiye Büyük Millet Meclisini yok farz etmektir. Bunların yapılması lazım yani stratejik planlamada diplomatik esaslara riayet edilmesi ve şahıslara dayalı politikaların yürütülmemesi.

Şimdi, Sayın Bakan, zatıaliniz Bütçe Komisyonunda, 2002 yılında Türkiye'nin faal dış temsilciliklerinin sayısının 163 olduğunu ve bunun yakın zamanda 334'e ulaştığını yani 2 katına ulaştığını söylediniz. Bu, tabii, sevindirici bir şeydir, rakamlar büyüdükçe çok seviniyoruz. Fakat, benim itirazım olabilir. Yani yan yana, Afrika'da, Caribbean'daki küçücük ülkeler arasında, her yerde ayrı bir sefaret, bir büyükelçilik açmak isabetli midir -başka ülkeler bunu yapmıyor- onu bir tarafa bırakalım, bunun getirisine bakalım.

Biz 2008 senesinde yani 160 civarında temsilciliğimizin olduğu dönemde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin üyeliğine talip olduk ve ilk oylamada ülke 151 oy aldı. Parlak bir netice; 192'den 151 alıyorsunuz. Bu, Türkiye'nin itibarı. Bu fakirin de o çorbada tuzu oldu yani 50'ye yakın oy İslam İşbirliği Teşkilatının üyeleri arasından olmuştur.

Şimdi, gelelim, 2008'den 2014'e geçelim. Türkiye yine talip oldu. O doğru bir karar değildi. Çünkü, çok kısa zaman içerisinde Güvenlik Konseyi üyeliğine ikinci defa talip olmak akıllıca bir karar değildi. Fakat, varsın olsun; bir bakalım, nasıl oldu. İlk oylamada 109 aldık. Öbür sefer, ilk oylamada 151 aldık, burada 109 aldık. Peki, bari -aldığımız 109 oy- bir de etrafımıza baksaydık; oradaki hava bizim lehimize mi gidiyor, aleyhimize mi gidiyor, ona göre karar alıp çekilelim mi, kalalım mı... Çekilmedik, ikinci oylamada 73'e düştük, üçüncü oylamada 60'a düştük. Hâlbuki bu anda bizim dış temsilciliklerimiz 300'ün üzerinde. O zaman, 160'ın getirdiği neticeyle 300'ün getirdiği neticenin ne olduğuna biraz bakmak lazım.

Sayın Başkan, Türkiye, komşuları, müttefikleri, Avrupa Birliği ve Rusya'yla münasebetlerini yeniden sağlam komşuluk, dostluk ve ittifak esasları üzerine oturtmalıdır. Bu arada, Orta Doğu'da daha ileri bir yalnızlığa mahkûm olmamak için, Mısır'la ilişkilerimizin yeniden tesis edilmesi için gayret etmeliyiz. Ve diplomatik fırsatları kaçırmamak lazım.

Kıbrıs meselesiyle ilgili şunları söylemek istiyorum: Türkiye'nin millî davasıdır. Her zaman dış politikamızın öncelikli meselesidir. Son dönemde hızlandığını gördüğümüz çözüm sürecinde, Kıbrıs Türklerinin tarihî haklarının ve müktesebatının korunması siyasetimizin temeli olmalıdır.

1959 Zürih ve Londra anlaşmaları ve onlara bağlı olan ittifak ve garantörlük anlaşmalarının sağladığı hak ve müktesebatın korunması gerekir. Bunun yanı sıra, 1974 Barış Harekâtı'nın, zulüm ve gadre uğrayan Kıbrıs Türklerine fiilen sağladığı güvenlik ortamının korunması dikkat edilmesi gereken hususların başında. Yönetim şekli, mülkiyet ve toprak konuları, yeni anayasal düzen esasları ve diğer temel meseleler müzakere edilirken, biraz önce işaret ettiğimiz hususlar korunmalı ve Türk tarafının meşru hakları teminat altına alınmalıdır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; kanaatimce, Türkiye'nin hâlen içinde bulunduğu dış politika dar boğazından çıkması için, haleldar olan millî menfaatlerimizin onarılması için, itibarın yeniden tesisi için bazı hususlara dikkat etmek lazım.

Birincisi: Türkiye'ye, menfaatlerini gözetecek, komşularının toprak bütünlüğüne karışmayacak ve onların parçalanması karşısında çok sağlam duracak bir duruş lazım.

Dost ve müttefik ülkelerle karşılıklı saygı ve güvenilirlik duygularının yeniden tesis edilmesi, onlarla olan münasebetleri zedeleyen tavır ve davranışlardan kaçınılması lazım.

Dostları düşman hâline dönüştürücü söz ve eylemlere mahal vermeden, son dönemde atılan adımlar ciddi şekilde gözden geçirmeli.

Dinî hassasiyet ve mezhebî farklılıkların çatışma yapma eğilimlerine kesin bir şekilde karşı çıkmalıyız. Tarihimize ve medeniyetimize ters düşen dinde aşırılık tehlikesine karşı uluslararası iş birliğine destek vermeliyiz.

Dış siyasette, başta Dışişleri Bakanlığımızın değerli mensupları ve devlet kurumlarının politikaların oluşturulmasında daha aktif rol almalarını sağlamalıyız. Bunu da testiler bir bir kırıldıktan sonra değil, baştan yapmak lazım gelir.

Son olarak, parlamenter diplomasinin devreye girmesine imkân sağlanmalıdır. Sayın Bakanım, zatıaliniz Avrupa parlamenter diplomasisinin yıldızı oldunuz. Bizim buna ihtiyacımız var burada. Burada liste geldi bize hangi ülkelerle dostluk cemiyetleri, grupları kurulacak diye. Baktık ki en muhtaç olduğumuz ülkeler yok. Sorduk "Niye şu ülkeler yok, aramız kötü, bir düzeltelim." dedik, "Efendim, Bakanlığın -Hariciyenin- bize telkini; bu ülkelerde, o karşı tarafta dostluk grubu yok, mütekabiliyet esası..." dediler. Burada mütekabiliyet esası misilleme manasına gelmez. Bizim millî menfaatimizin icabı bu ülkelerle dostluk grupları kurup onlarla beraber çalışmak, arayı bulmaksa lütfen bu hususta himmetinize ihtiyacımız var.

Son olarak diyorum ki: Ülkemizde son yıllarda oluşan dış politika ve stratejik araştırma kurumlarının birikimlerinden yararlanılmalıdır. Tabii, bunu ifade ederken, bu kurumlarda emrivaki politikaları haklı gösterenlerin dışında, en azından onlar kadar vatanperver olan, farklı görüş ve birikime sahip olanlara da kulak vermeliyiz.

Sayın Başkan, değerli arkadaşlar; sözlerime son verirken... Tam yüz yıl önce dünyanın mukadderatına hâkim olan güçler "hasta adam" ilan ettikleri Osmanlı Devleti'nin mirasını kendi aralarında gizlice paylaştılar. O gün devletimizi idare edenlerin bazıları gaflet içinde, diğerleri başka hâllerdeydi. İstiklal Savaşı'mız olmasaydı bu vatana sahip olamazdık. Bugün ise, tam yüz yıl sonra, bölgenin parçalanmasına yol açacak bölünme şartları hazırlanmıştır ve B planıyla federalizmden yüksek seslerle bahsedilmeye başlanmıştır.

Dış politika konusu millî bir sorumluluktur. Burada iktidar-muhalefet çekişmesinin çok ötesinde, ülkenin yüce menfaatleri bahis konusudur. Ülkenin birlik ve beraberliği tehlikeye maruz kalınca her şeyi bir tarafa bırakmalı, millet ve Meclis yekvücut olmalı ve sağlam bir irade göstermeliyiz.

Bu yüce Mecliste bu anlayışın dışında kalacak kimsenin var olduğunu sanmıyorum, yeter ki Hükûmetimiz bu yolda sağlam adımları atmaya başlasın. Bu adımlar atıldığı takdirde ve o andan itibaren bütün Türkiye sizin arkanızda olmanın ötesinde, sizlerle beraber ülkemizi düçar olduğu Cumhuriyet Dönemi'nin en zor durumundan kurtarmak için iş birliği ve el birliği içinde olacaktır. Ülkemiz ve bölgemiz dönüşü olmayan meşum bir maceraya sürüklenmek istenmektedir. Türkiye'nin yeni pozisyonlar alması gereğini bir daha hatırlatarak sözlerime son veriyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Teşekkür ederim. (MHP sıralarından alkışlar)