| Konu: | Türkiye'yi ve çevre ülkeleri istikrarsızlığa sürüklediği ve küresel denklemde aktör olmaktan uzaklaştırdığı ileri sürülen politikalarda sorumluluğu bulunduğu iddiasıyla Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu hakkında gensoru açılmasına ilişkin önergenin (11/5) ön görüşmesi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 74 |
| Tarih: | 18.04.2016 |
AK PARTİ GRUBU ADINA TAHA ÖZHAN (Malatya) - Sayın Başkan, kıymetli milletvekilleri; bugün, dış politikamızı değerlendiren, bu vesileyle sorulmuş olan, verilmiş olan gensoruyu gündemimize aldık. Ben de grubum adına, AK PARTİ adına konuşma fırsatı buldum.
Öncelikle, küresel anlamda içinde bulunduğumuz durumu ve bölgesel anlamda içinde bulunduğumuz durumu yerli yerinde tespit etmezsek, tamamen bütün krizlerin odağına Türkiye'yi alan, hatta daha da ileri gidip, izansız bir şekilde, sanki bütün bu krizleri Türkiye planlamış, hayata geçirmiş ya da köpürtmüş şeklinde analizlere -maalesef- savrulabiliriz. Küresel bir siyasetsizlik sarmalının hemen hemen her jeopolitik ve iktisadi bölgeyi tesir altına aldığı bir dönemden geçiyoruz. Sadece siyasi kurumlar değil, aynı zamanda küresel iktisadi organizasyonlar da bu kısır döngünün içerisindeler; karar alma süreçleri tıkanıyor, içe kapanmacı refleksler artıyor ve küresel bir siyasetsizlik büyümeye devam ediyor.
Küresel anlamda, milenyumun başından beri bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Bu tespiti yapmayı mümkün kılan ekonomik, politik ve siyasal kırılmalar artık herkesin malumu. Kuzey açısından "sonbahar" olarak da adlandırılan ve en renkli yılları olarak kayda geçen 1990'lar sonrası yapısal bir kriz döngüsü farklı formlarda kendisini farklı bölgelerde hissettiriyor. Yaşanan kısır döngüyü kıracak iki unsur bulunuyor: Birincisi, ilan edilmemiş kuzey-güney ekonomik geriliminin nasıl yönetileceği sorunu ve bu soruya verilecek cevapların önümüzdeki yıllarda küresel güç maksimizasyonunu nasıl şekillendireceğinin istikameti. İkincisi ise İkinci Dünya Savaşı sonrası küresel anlamda inşa edilmiş kurumların güncellenmesinin yapılıp yapılmayacağı meselesi.
Böylesi bir küresel siyasi ve ekonomik atmosferde Türkiye'ye dair bir dış politika tartışması yapmanın başlangıcında sorulması gereken en temel soru ve verilmesi gereken cevap, Türkiye'nin nerede olduğunu fark etmekten geçmektedir. Ülkemizin bulunduğu coğrafi ve jeopolitik konum, hemen her açıdan negatif merkezkaç dinamiklerin etkili olduğu bir coğrafi lokasyondur.
Türkiye, genel anlamda üç farklı jeopolitik ekosistemin merkezinde veya merkezkaç etkisinde bulunmaktadır: Birincisi Orta Doğu ve Kuzey Afrika, ikincisi Kafkasya, üçüncüsü de Balkanları da içine alacak şekilde Avrupa jeopolitiğidir. Bugün, bu üç jeopolitik alanda da ve ekosistemde de ciddi siyasi ve ekonomik kriz sarmalları bulunmaktadır. Mesela, Türkiye'nin sadece deniz komşularının 7'sinde ya siyasi ya da ekonomik büyük krizler ve siyasal kısır döngü süreçleri yaşanmaktadır. Ukrayna Rus müdahalesinden sonra siyasi istikrarsızlıktan çıkamamaktadır. Hem deniz hem kara komşumuz olan Gürcistan'da 2008 müdahalesinden sonra hâlâ siyasal kriz sarmalı devam etmektedir. Rusya'nın kendisi hem ambargodan dolayı hem de Kafkasya'daki politikalarından ve son dönem Rusya'daki müdahalelerinden dolayı ciddi bir kısır döngünün içindedir. Yunanistan derin bir ekonomik krizle baş etmeye çalışmaktadır. Mısır'da darbe rejimi her geçen gün felaketi biraz daha büyütmektedir. Filistin'de İsrail işgali, küresel vurdumduymazlık ve bölgedeki kaostan dolayı her gün biraz daha derinleşmektedir. Lübnan ise beş yılı aşkın bir süredir içine düşmüş olduğu siyasal krizden çıkamamakta, en temel makamlara bile hâlâ seçimler yapılamamaktadır. Ermenistan'ın Karabağ işgali devam etmekte, Kafkasya'da yaşanan donmuş kriz alanını taçlandırmaktadır. Benzer şekilde, kara komşularımızdan İran, bölgede -Suriye ve Irak gerilimleri- Irak'taki işgal, Suriye'deki isyanın ardından pozitif bir rol oynamayı başaramamaktadır. Irak, Amerikan işgali sonrası etnik ve sekter fay hattının önce bölgesel, ardından da küresel olarak kriz ihraç eden ana üssü konumuna gelmiştir. Suriye ise Baas katliamlarıyla beraber sadece bölgemizi değil Avrupa'yı da içine alan mülteci ve terörizm dalgasının ana üssü durumundadır.
Dolayısıyla, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Kafkaslarda doğrudan iç savaş, darbe yönetimleri ve işgaller sürerken Avrupa'da hem ekonomik kriz devam etmekte hem de AB tartışması siyasi neticeleri olacak şekilde her geçen gün biraz daha ete kemiğe bürünmektedir. Bütün bunlar, Türkiye'nin etrafında hangi yöne doğru binlerce kilometre yol alsanız bir türlü güçlü iş birliği yapacağınız siyasi ve ekonomik istikrarın olduğu havzalara varamadığınız bir negatif durum ortaya çıkarmaktadır. Bu verili durumu öncelikle tespit etmekte fayda var. Zira Türkiye, tam da bu verili durumun göbeğinde, ortasında bulunmaktadır. Hâl buyken bölgesel anlamda, siyasal ve ekonomik olarak zamanın ruhuna aykırı bir Türkiye manzarası var; siyasi, ekonomik istikrarını kendisini de kaçınılmaz olarak temas ve belli ölçüde sirayet eden bütün felaketlere ve krizlere rağmen koruyan bir Türkiye. Eğer buna birilerinin dili gerçekten "başarı" demeye varmıyorsa yaşanan kerameti açıklamak için ya başka bir kelime bulmaları gerekiyor ya da şu ana kadar izlediğimiz eleştirilerin dışında akıllı, inşacı bir eleştiri getirmeleri gerekiyor.
Artık, dünyanın herhangi bir yerinde ortaya çıkan siyasi kriz, iç savaş veya devletler arası savaşın sadece sıcak krizin veya çatışmanın doğrudan ana aktör olanları ilgilendirmediği, aynı şekilde siyasal bir tsunamiyle çok farklı ve beklenmedik bölgelerde deprem etkisi yaratabileceği herkesin kabul etmesi gereken acı bir gerçek. Bu durum, Arap Baharı'nın domino etkisinde olduğu gibi, aynı ekosistem içerisinde kriz dolaşımı ya da ihracatı değil, bambaşka ekosistemlerin de kriz kapasitesini artırmış durumda. Başka bir ifadeyle, krizin çıktığı yer artık krizin sadece ilk durak yeri olmakla kalmamakta, zaman içerisinde farklı bölgelere de sirayet edebilmektedir. Bu sirayet, gerek çeyrek milyara ulaşan küresel mülteci sorunu gerekse de terörizm ihracı şeklinde kendisini hissettirmektedir. Maalesef, özellikle de Batı bu acı gerçekle yüzleşmek istememektedir.
Suriye'yle birlikte ortaya çıkan yabancı savaşçı fenomeni ezici çoğunlukla Avrupalı olmasına rağmen, meseleyle açıkça yüzleşmedikleri gibi, zımnen sorunu ihraç bile ettiklerini düşündüler. Aksine, Cihatçı John karakteri üzerinden Avrupa içerisindeki meseleyi güvenlikleştirerek yönetebileceklerini düşündüler. Suriye'de İngilizce tehditler savurarak İngilizce aman dileyen kişiyi katletmeyi baştan sona bir Orta Doğu sorunu olarak kodlamayı tercih ettiler. Oysa, İngilizce tehditler savuran bir İngiliz yine İngilizce yardım, aman dileyen bir Amerikalının başını vahşice keserken Türkiye'nin DAİŞ'ten petrol alıp almadığı saçmalığıyla uğraştılar. Maalesef, bu iftiranın bizdeki yerli tüketicileri de hâlâ ısrarla aynı çizgiyi korumaya devam ediyorlar. Oysa, Baas rejiminin, akan kanın, işgallerin ve bölgede yaşanan çatışmanın kendisi, üzerinde durulması gereken noktaydı.
Gelinen noktada, Avrupa'nın, yaşanan krizle yüzleşmesini güncellediğinde, yeni göç dalgasını yönetme çabasının ötesine geçecek bir siyaset üretemediği de görülüyor. Bu durumun en sarih göstergesi de Avrupa Parlamentosunda hazırlanan son raporun bizatihi kendisidir. Avrupa siyasi krizinin billurlaşmış satırları son rapora sonuna kadar yansımıştır. Sadece maddi bilgi düzeyindeki çapsızlıklar bir yana, akıl almaz düzeyde bir siyasetsizlik ve ciddiyetsizlikle milletimizin canını yakan terörizmi bile ıskalamayı başarmışlardır. Bu rapor, Avrupa açısından içine düştüğü siyasi körlüğün zirvesidir.
Benzer bir körlük, bugün, Suriye krizinde de yaşanmaktadır. Türkiye'yi suçlayan, kendi ülkesini hedefe koymaktan garip bir haz alan, hastalıklı bir şekilde, ülkemizin bölgenin vicdanı ve mazlumların sığınağı olmasını idrak edemeyenlerin açıkça itiraf edemedikleri bir tek beklenti var. Asırlık Sykes-Picot düzenine nöbetçi yazılmış olanların açıkça söyleyemedikleri şu: Türkiye, niçin bu köhne sömürge düzeninin kilit taşı konumundaki Baas rejiminin yanında durmadı da karşısına geçti; niçin mazlumların ve bölgesel değişimin yanında saf tuttu? Maazallah, bu izansızlığı bir an ciddiye alsaydık, bu sefer de emin olun şu nakaratları duyacaktık, bundan hiç zerre şüpheniz olmasın, şöyle olacaktı: Türkiye, Baas rejimine destek verseydi ve katliamları ahlaksız bir soğukkanlılıkla görmezden gelerek oportünist bir dile tercüme etseydi, sadece bölge halklarıyla konuşamaz duruma gelmez, kendi ülkesi içinde de kendi pozisyonunu, varlığını, tarihini, coğrafyasını inkâr ederdi. Bugün, mesele Suriye olunca Türkiye'nin emperyal politikalar güttüğünü söyleyenler, bu sefer de Türkiye'nin Baasçılığından dem vurmakta hiçbir sıkıntı görmeyeceklerdi. Türkiye Suriye'de değişimin yanında yer almasaydı, bugün, Türkiye'nin Müslüman kanını akıttığını söyleyenler, emin olun aynı şeyi söylemeye devam edeceklerdi. Bugün "Erdoğan, Davutoğlu bizi bataklığa sürükledi." diyenler, bir anda AK PARTİ'nin Suriye halkını yıllarca kandırıp Baas rejimiyle iş tuttuğunu söyleyeceklerdi. Bugün, Orta Doğu'yu bir bataklık dolayısıyla bölge halkını da sinek gibi gören neo 28 Şubat zihniyeti, Suriyeli mazlum mültecilere ettiği hakaretler yerine, Irak işgalinde olduğu gibi, bir anda Suriye'deki katliamdan dem vurmaya başlayacaktı. Türkiye, Suriye'de adalet arayışının karşısında yer alsaydı, bugün "Türkiye'ye yaptırılıyor, ettiriliyor." ferasetinde cümleler kuranlar, hiçbir şey değişmemiş gibi, aynı cümleleri kurmaya devam edeceklerdi. Türkiye Esed rejiminin yanında dursaydı, bugün "Türkiye BM'de yalnız bırakıldı." diye neredeyse BM'ye, ABD'ye şükran sunmaya kadar işi götürenler, emin olun, meydanlarda Amerikan bayraklarını yakarak BM'nin katliamlara seyirci kalmasını lanetleyeceklerdi. Türkiye Suriye'deki mazlumlara gözünü kapasaydı, bugün Türkiye'yi teröristlere destek vermekle suçlayanlar, bu küresel iftiraya aracılık edenler, Suriye'ye giderek Esed'e karşı direnen özgürlük savaşçılarını ziyaret ediyor olacaklardı. Türkiye sınırını kapatıp Ruanda manzaraları ortaya çıkarsaydı, bugün Suriyeli mültecilere düşmanlık yapanlar, yabancı başkentlerden organizasyonlarla Suriye'de mülteci kampı kurup Türkiye'ye hakaret etmeye devam edeceklerdi, medyatik pozlar vereceklerdi. Türkiye Suriye rejimine destek verseydi, bugün "Terörü dış politikamız azdırdı." diyenler, Türkiye Baas rejimine dolayısıyla direniş hattına destek verince "İsrail PKK'yı kullanıyor." diyeceklerdi; bugün de komplo düzeyini aşamadılar, bunlar olsaydı o zaman da aşamayacaklardı. Türkiye katil Esed'in yanında yer alsaydı, bugün "Esed'le ilişkiniz iyiydi, ne oldu?" ilginç sorusunu sorup hesap sorduğunu zannedenler "Türkiye zaten diktatörün dostuydu." diyeceklerdi. Türkiye yanı başımızdaki katil rejimi destekleseydi, bugün "Suriye'den bize ne, Suriye'de ne oldu ki?" siyasal zekâ düzeyinde konuşanlar "Türkiye Baas rejiminin yanında durarak Batı'ya arkasını döndü." diye feryat edeceklerdi. Türkiye Esed rejiminin katliamlarına duyarsız olsaydı, bugün Türkiye'yi Sünni siyaset gütmekle suçlayan kamuflajlı mezhepçiler, Türk dış politikasının Şii jeopolitiğine esir olduğunu, teslim alındığını iddia edeceklerdi.
Diyeceklerdi, diyeceklerdi, diyeceklerdi... Bu cümleler sayfalar dolusu devam edebilir çünkü bu cümlelerin hiçbir analiz değeri olmadığı gibi Suriye kriziyle de zerre alakası bulunmamaktadır. Mesele, Türkiye'nin yıllar sonra dış ilişkiler düzeyinden kurtulup dış politika düzeyine ulaşması sorunudur. Artık, etrafında ve dünyada yaşanan gelişmeler karşısında pasif bir nesne konumunda değil, aktif bir özne konumunda olan Türkiye var ve bu Türkiye birilerinde ciddi rahatsızlık uyandırmaktadır. Aşını, ekmeğini, mahallesini, şehrini Suriyeli mazlumlarla paylaşan milletimize verdikleri destekle birilerinde uyandırdığımız rahatsızlıktan dolayı müteşekkiriz, teşekkür ediyoruz. Bugün, burada, rahatsız olanların verdiği gensoruyu görüşüyoruz aslında. Baştan sona bir ergen örgüt bildirisi tadındaki bu gensorunun sorguladığı şey de bizatihi milletimizin vicdanı ve basiretidir. Yarım yüzyıla yakın zamandır Suriye'nin en eski DAİŞ'i olan Baas rejiminin kolları altında ömrünü geçirip bir gün bile Suriye'deki Kürtlerin mazlumiyetini, katliamlara maruz kalmalarını hatırlamayanların aniden Kürtleri keşfettiğini gördük. Elbette hayra alamet bir durum değildi. Yıllarca Şam rejiminin gölgesi altında Türkiye'ye savaş için Suriye'yi bir garnizon olarak kullananlar, bir gün bile Baas rejiminin oradaki Kürtlere yaptığı zulümlerden, katliamlardan rahatsızlık duymadılar; bu sefer de kendi terör örgütleri gibi, bütün Kürtleri Esed rejimine nöbetçi yazmak için harekete geçtiler. Yıllardır Kürtlerin zalim rejim tarafından ezilmesi yetmiyormuş gibi, Baas rejimine karşı ayağa kalkan milyonlarca Suriyeli kardeşlerini arkadan hançerlemelerini teklif ettiler, kendileri de öncülük etmek için hazır olduklarını her türlü eylemleriyle gösterdiler. Kürtler önce bu ahlaksız teklife "hayır" dediler, şimdi de devre mülk bir terör örgütü olan PKK'ya gereken cevabı veriyorlar. Evet, bu devre mülk terör örgütünü artık kimin, ne zaman, kendilerinin bile bilmediği bir şekilde kiraladığını görüyoruz. Bundan zerre kadar da maalesef, rahatsız olmuyorlar.
Baas rejiminin Suriye içerisinde 3 tane iş birlikçisi var; 3'ü de Suriyeli mazlumlara, meşru muhalefete saldırarak alan kazanıyorlar. Hizbullah'ı zaten, herhâlde saymamın bir anlamı yok. Bunlardan birisi PKK, diğeri de DAİŞ. Hem Esed rejimi hem de PKK, DAİŞ'le mücadele kisvesiyle meşruiyet devşirdiklerini düşünüyorlar, bunu yaparken de DAİŞ'le bedeller ödeyerek sahici bir mücadele veren Türkiye'ye düşmanlık yapmalarında gerçekten şaşılacak bir durum bulunmuyor. DAİŞ İslam'a ve Suriyelilere karşı nasıl vahşice bir cürüm işliyorsa PKK da aynı şekilde, başta Kürtlere olmak üzere, bütün bölge halklarına karşı cürüm işliyor. Suriyeli yüz binlerce mazlumun kanından, milyonlarca masumun gözyaşlarından Baas rejiminin kolları altında kanton çıkarmaya çalışanların başta Kürtlere ve Suriyeli mazlumlara vadettikleri tek şey daha fazla bağış, daha fazla DAİŞ ve daha fazla kandan başka hiçbir şey değildir. Sykes-Picot düzeninin son nöbetçisi olmaktan başka hiçbir vizyonu ve ahlakı olmayanların önce Kürtler tarafından, sonra da tarih tarafından en sert şekilde mahkûm edildiğini göreceğiz hep beraber.
Küresel ve bölgesel anlamda sert ve siyasal bir türbülansın yaşandığı dönemde Türkiye, jeopolitik gerçeklerle vicdanını mezcetmeye devam edecektir. Bugün durumu idrak edemeyenlerin her türlü tahrik edici teklifi ve provokasyonlarına rağmen, Türkiye bölgenin vicdanı ve aklı olmaya devam edecektir.
Afrika'da, Somali'de merhamet devrimi yapmış, 3 milyon mülteciyle ekmeğini paylaşmış, Gazze'nin acılarına herkes sussa da susmamış, Kahire'de gündüz gözüyle binlerce insanın katledilmesine herkes gözünü kapatırken vicdanını kapatmamış erdem adasının ismi Türkiye'dir. Elbette bunu idrak edemeyenler çıkacaktır. Suriye'de zulüm 25 Mayıs 2011'de Vera'da duvarlara (x) yazdığı için Baas rejimi tarafından tutuklanan 13 yaşındaki Hamza Ali el-Hatib'in 3 kurşuna hedef olmuş, cinsel organı kesilmiş, kemiklerinin çoğu kırılmış ve her tarafında sigaralar söndürülmüş cesedinin ailesine teslim edilmesiyle başladı. Hamza'yı görmezden gelmek için beş yıldır her türlü tefessüh hâline ram olanların, bugün Aylan bebekte tecessüm eden Türkiye'yi idrak etmeleri kesinlikle mümkün değildir.
Sözlerimi burada tamamlayacağım ama biraz önceki hatipler birkaç konuya girdiler. Bir kere, artık şu standart bir küresel iftira var, herhâlde bunu tüketmeden rahat edemiyorlar; işte, DAİŞ'le Türkiye'nin ilişkisi. Biz burada söylemekten, cevap vermekten bıktık usandık ama bu arkadaşlarımız bıkıp usanmadılar, ısrarla bu iftirayı dile getiriyorlar. Geçen konuştuğumda da ben söylemiştim, bu artık bir siyasal mitomaniye vardı, yalan söyleme hastalığına vardı. Önce gidip bunu başka başkentlerde söylüyorlar, ondan sonra oranın medyasında İngilizce yer alıyor, sonra burada onu çevirtiyorlar, sonra tekrar kullanıyorlar; tam bir kısır döngü. Bölgede DAİŞ'in tek ve gerçek sahici düşmanı Türkiye'den başkası değildir, DAİŞ'in tek ve gerçek sahici dostu da Esed ve onun iş birlikçileridir, Esed ve iş birlikçilerinin tek besin malzemesi DAİŞ'in bizatihi kendisidir. (AK PARTİ sıralarından alkışlar) DAİŞ ortadan kalktığında ne PKK'nın ne Esed'in kurabileceği bir tek anlamlı cümle bulunmamaktadır. Batı başkentlerinde bir şeyleri pazarlamanın malzemesidir DAİŞ, karşılığında aldıkları ödemeyi de getirip Esed rejimiyle burada bozdurup harcamaktadırlar.
MUSA ÇAM (İzmir) - Tırlardaki silahlar kime gitti? Tırlardaki silahlar kime gitti, kim gönderdi?
ALİ ŞEKER (İstanbul) - Tuğrul Türkeş'e bir sorsanıza, Tuğrul Türkeş'e!
GÖKCEN ÖZDOĞAN ENÇ (Antalya) - Devam et, devam.
OSMAN AŞKIN BAK (Rize) - Haydi bakalım!
MUSA ÇAM (İzmir) - Tuğrul Türkeş'in söylediğini unuttunuz mu?
ALİ ŞEKER (İstanbul) - O da mı mitomani!
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri, lütfen, müdahale etmeyelim.
Sayın Özhan, buyurun siz tamamlayın.
ALİ ŞEKER (İstanbul) - Kendi Bakanınıza sorun!
TAHA ÖZHAN (Devamla) - Tamam kardeşim, sakin. Bağırarak bu lafları söyleyince tutanaklara büyük harfle geçmiyor, sakin tecelli et, ben ne diyeceğimi iyi biliyorum.
ALİ ŞEKER (İstanbul) - Yok... Duyun, duyun!
GÖKCEN ÖZDOĞAN ENÇ (Antalya) - O hep öyle; heyecanlı, heyecanlı o!
ALİ ŞEKER (İstanbul) - Siz duymamakta ısrar ediyorsunuz da onun için bağırıyorum.
TAHA ÖZHAN (Devamla) - İkincisi de mezhepçilik iftirası. Maalesef, bu tam anlamıyla bir iftiradır.
ALİ ŞEKER (İstanbul) - Bakanınız iftira attı size!
TAHA ÖZHAN (Devamla) - Bu iftira yapılan ülkenin ismi Türkiye'dir, bu ülkenin Cumhurbaşkanının ismi Tayyip Erdoğan'dır; Tayyip Erdoğan'ın "Ne Sünni'yim ne Şii'yim, ben Müslüman'ım." demesinin üzerinden de daha yetmiş iki saat geçmemiştir. (AK PARTİ sıralarından "Bravo" sesleri, alkışlar) Türkiye'nin ne kadar...
ALİ ŞEKER (İstanbul) - Bir tane vali yok, bir tane!
TAHA ÖZHAN (Devamla) - Sakin tecelli et kardeşim, bağırıp çağırma oradan, bağırıp çağırma!
ALİ ŞEKER (İstanbul) - Yalan söylerken doğru yalan söyleyin!
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri, lütfen, müdahale etmeyelim.
Sayın Özhan, buyurun.
TAHA ÖZHAN (Devamla) - Bir dakika alabilir miyim Başkanım?
BAŞKAN - Siz buyurun, tamamlayın. Süre uzatmıyoruz, öyle bir ilke kararı aldık.
Lütfen, buyurun.
TAHA ÖZHAN (Devamla) - O zaman, Genel Kurula teşekkür ediyorum.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
TAHA ÖZHAN (Devamla) - Bu mezhepçilik iddiasını da olabilecek en sert şekilde reddettiğimizi söylemek istiyorum.
ŞİRİN ÜNAL (İstanbul) - Ağzına sağlık.
TAHA ÖZHAN (Devamla) - Ama, Türkiye'nin mezhepçi dış politika dönemleri olmuştur. Biz iktidara geldiğimizde Türkiye, Irak'ta tek bir mezhep, tek bir etnik yapıda politika yapmaya çalışan âciz bir ülke konumundaydı, bugün kudretli bir ülke konumunda. (AK PARTİ sıralarından "Bravo" sesleri, alkışlar)