GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Cezaî Konularda Uluslararası Adlî İşbirliği Kanunu Tasarısı münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:75
Tarih:19.04.2016

ADALET BAKANI BEKİR BOZDAĞ (Yozgat) - Sayın Başkan, saygıdeğer milletvekilleri; Cezaî Konularda Uluslararası Adlî İşbirliği Kanunu Tasarısı görüşmeleri vesilesiyle huzurlarınızdayım. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Bugün çok önemli bir tasarıyı hep beraber müzakere ediyoruz. Tasarının müzakeresi öncesi siyasi partilerimizin grup başkan vekillerinin Hükûmetimizi dinleme konusunda bu kadar istekli olmalarından büyük bir memnuniyet duyduğumu özellikle ifade etmek isterim.

Değerli milletvekilleri, Cezaî Konularda Uluslararası Adlî İşbirliği Kanunu Tasarısı son derece önemli bir alanı ilk defa müstakil bir kanun vasfıyla düzenlemektedir. Türkiye, bugüne kadar, cezai konularda uluslararası adli yardımlaşmasını ikili anlaşmalara veya çok taraflı sözleşmelere göre yürütüyordu ve Adalet Bakanlığı tarafından çıkarılan bazı genelgeler, yönetmelikler vesaire de uygulamada dikkate alınıyordu ama bu alanı müstakil olarak düzenleyen bugüne kadar bir kanunumuz yoktu, ilk defa Cezaî Konularda Uluslararası Adlî İşbirliği Kanunu Tasarımız kabulünüz hâlinde olacaktır.

"Ne getiriyor?" derseniz; işin özü bu kanun tasarısı yeni hiçbir şey getirmiyor. Bu kanunda yer alan maddelerin hepsi esasında şu anda kanun niteliğindedir ve uygulanmaktadır. Nereden diyoruz kanun niteliğindedir? Şuradan söylüyoruz: Bunların tamamı uluslararası antlaşma hükümleridir. Bildiğiniz gibi, Anayasa'mızın 90'ıncı maddesine göre uluslararası anlaşmaların tamamı -bazı istisnaları hariç- Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülür ve oylanır, kabulü hâlinde yürürlüğe girer ve uygulanır. Adli iş birliği konusundaki sözleşmelerin tamamı da bu Parlamentoda görüşülmüş, yasalaşmış ve uygulamaya girmiştir. Peki, biz ne yapıyoruz şimdi? Bütün bunlarda ortak olan bazı konuları müstakil bir kanun içerisinde bir araya getiriyoruz. Uygulayıcılar büyük problem yaşıyor; hangi konuda, nerede var? Sözleşmeleri açacaklar, başka başka düzenlemeleri açacaklar, onları takip edecekler; sıkıntı oluyor. Ayrıca, adli yardımlaşma konusu sürekli gündemde olan bir konu da değil. Belki bir hâkim, belki adli makamda görev yapan başka bir kişi görev süresi içerisinde ya hiç karşılaşmayacak ya da çok az karşılaşacak. Böyle olduğunda da mevzuata hâkim olmadığı için de bazı uygulamalarda aksamalara yol açıyor, problemler oluyor. Bu kanun sayesinde elinin altında müstakil bir metin olacak ve buradan meseleyi daha kısa sürede çözmek ve adli yardımlaşmayla ilgili uygulamaları daha doğru yapabilme bakımından büyük bir imkâna kavuşacaktır.

Şimdi, burada söylenen bazı şeylere de değinmek istiyorum. Bu kanun tasarısı taslağı 200 madde civarındaydı, doğru. Görüşe gönderdik, o da doğru. Peki, ne oldu, uçtu mu bu maddeler? Uçmadı. Çünkü, tasarının 1'inci maddesinin (3)'üncü fıkrasına baktığınız zaman, uluslararası sözleşme hükümlerinin ve özel kanun hükümlerinin saklı olduğunu düzenliyoruz. Nedir? O sözleşmelerde var, onlar zaten kanun, onlar zaten uygulanıyorlar; birincisi bu.

Niye azalttık? İkincisi: Bunların bazılarını birleştirdik. Dört, beş madde, bir madde içerisinde yer almış oldu.

Üçüncüsü de bu kanun sadece Türkiye'yle arasında uluslararası adli iş birliği olan ülkelerle ilgili adli yardımlaşmada uygulanmayacak, bizimle arasında adli iş birliği anlaşması olmayan ülkelerle ilgili de uygulanacaktır. Biz onların hepsini oraya yazdığımızda, o ülkelerle uygulama söz konusu olduğu zaman, onlara da onların bize tanımadığı birtakım imkânları tanımış olacağız. O nedenle, biz, bu iş için zaruri olan asgari kuralları bir araya getirdik ve diğerlerini sözleşmelere atıf yaptık, saklı tuttuk ki o sözleşme ikiliyse iki ülke arasında uygulanacak, çok taraflıysa orada uygulanacak ama Türkiye'yle arasında sözleşme olmayan ülkelerle ilgili de bu kanundaki genel kural neyse o uygulanacak, o ülke ile Türkiye arasında herhangi bir anlaşma olursa o uygulanacak veya başka iş birliği olursa o çerçevede hareket edilecek. Esasında bu, Türkiye'nin bu konudaki egemenlik hakkının bir yansımasıdır. Bu bir kaçırma değil, saklama değil, gizleme değil; bunların hepsi gözümüzün önünde olan işlerdir.

İkincisi: Uluslararası adli yardımlaşma konusunda bazı uygulamalar var, suçluların iadesi konusunda özellikle. Şimdi, bazı ülkeler diyorlar ki: "Mahkeme karar verdiği zaman ben iade ederim." Bazıları diyor ki: "Bu konu mahkemenin işi değil, bu siyasi bir konudur, hükûmet karar verdiği zaman ben bunun gereğini yaparım." Bazı ülkeler de diyor ki: "Bunun hem hukuki boyutu var hem de siyasi boyutu var, mahkeme bunun iade edilip edilmeyeceğine dair bir inceleme yapsın, bir karar versin, iade edilebilir olduğuna karar verdiği zaman bunun takdiri siyasi makamda olsun."

Neden derseniz, onun üzerinde durmamız lazım. Burada bir merkezî makam kuruyoruz. "Merkezî makama ne gerek var?" deniliyor. Bir defa, merkezî makam kurulması Türkiye'nin taraf olduğu bazı uluslararası sözleşmelerin maddeleri gereğidir. Orada diyor ki: "Her ülke bir merkezî makam kuracak." Bir defa, Türkiye'nin taahhüdü gereğidir. İki: Bugüne kadar zaten bu merkezî makam var, bu bir şekilde uygulanıyor ama adı bir kanunda tanımlanmadığı için sanki yokmuş gibi oluyor. "Neden merkezî makam var?" diyeceksiniz, sebebi şu: Mahkemeler herhangi bir ülkenin Türkiye'nin adli yardımlaşma taleplerine nasıl baktığını bilmezler. Önüne bir dosya geldi, dosyayı inceledi, suçun siyasi bir suç olmadığına veyahut da askerî suç olmadığına veyahut da diğer maddeleri inceledi, iade edilebilir nitelikte bir suç olduğuna karar verdi, "İade edin." dedi ama Türkiye'nin de o ülkeden iade talepleri var, terör suçlarına ilişkin, başka suçlara ilişkin pek çok iade talebi var ama o ülke Türkiye'nin iade taleplerini yerine getirmiyor. Biz diyoruz "Şunu bize ver.", bir sürü bahane söylüyor, bir sürü kendine göre kurallar ortaya koyuyor, Türkiye'yle arasında uluslararası adli yardımlaşmaya dair ikili veya çok taraflı anlaşma olmasına rağmen bu anlaşma hükümlerine uymuyor. O zaman Türkiye ne yapacak? Mütekabiliyet ilkesini uygulayacak, mahkeme böyle bir karar vermiş olsa dahi bizim, bize karşı sözleşme hükümlerini uygulamayan ülkeyle ilgili merkezî makam olarak burada bir siyasi takdir hakkımız olacak, onu kullanacağız. Bu, ülkemizin çıkarları için de son derece gerekli, vatandaşlarımızın hukukunu korumak için de son derece gerekli, ülkemizin ulusal güvenliği ve kamu düzeni bakımından da son derece gerekli, egemenlik hakkının gereği olarak da son derece zaruri olan bir husustur, bütün ülkelerde de böyle bir merkezî makam vardır. Merkezî makam olmadan bunları yürüten ülke de neredeyse yok gibi. Şu anda Avrupa Konseyine üye ülkelerin tamamında böylesi bir takdir yetkisi kullanan makam olduğunu buradan bir kez daha ifade etmek isterim.

Tabii, diğer bir konu, o da şu: "Merkezî makam yargı yetkisi kullanacak." Arkadaşlar, merkezî makam yargı yetkisi kullanmaz. Çok açık kanun maddesinde "Merkezî Makam, yargı yetkisine giren hususlar hariç olmak üzere, devletlerce ileri sürülen şartları kabul edebilir veya istenen teminatı verebilir." Şimdi, yargı yetkisine ilişkin bir konu değil. Diyelim, Almanya'dan biz bir yardım talebinde bulunmuşuz, adli dinleme kayıtlarını istemişiz, Almanlar diyor ki: "Bunu siz alacaksınız, inceleyeceksiniz, ya imha edeceksiniz ya geri vereceksiniz. Bununla ilgili ben sizden teminat istiyorum." Biz onlara o teminatı vermediğimizde bu belgeleri Türkiye'ye vermiyor, merkezî makam bununla muhatap oluyor. O zaman, merkezî makam bunu teminat verebilir, onlar bize verdiği zaman da biz onları kendilerine dedikleri şartta iade edebiliriz. Mahkeme bunu bilmez, mahkemenin bundan haberi de olmaz çünkü yazışmalar merkezî makam vasıtasıyla oluyor. Devletler arası yazışmaların bir usulü var, o usul çerçevesinde yürüyor; bu kesinlikle yargıya müdahale değildir, yargıya emir vermek, talimat vermek değildir. Bunun özü, Türkiye'nin adli yardımlaşma politikasını Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve Türk milletinin çıkarlarına uygun, Türkiye'ye yapılan muameleye uygun bir şekilde yürütmek ve buna ilişkin tedbirleri alıp uygulamaktır. Bunun altını bir kez daha çizmekte fayda görüyorum.

Bir diğer konu, geçici tutuklamaya dair konuşan arkadaşlarımız oldu burada. "Geçici tutuklama var, kırk güne kadar tutuklama durumu var, kırk gün nasıl olur?" diye burada eleştiriler yapıldı. Bir defa bizim hukukumuzda, Türk hukukunda, şu andaki hukukta geçici tutuklama diye bir şey yok. Nereden kaynaklanıyor geçici tutuklama? Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerden kaynaklanıyor. Taraf olduğumuz sözleşmelerde geçici tutuklamaya ilişkin kurallar var. Örneğin bu sözleşmelerden birisi Avrupa Konseyi ülkelerinin tamamının 1957'den beri, Türkiye'nin de 1959'dan beri uyguladığı sözleşme hükmü. Diyor ki orada: "Geçici tutuklama on sekiz günden az olamaz, kırk günden fazla olamaz." Sözleşme hükmü. "Kırk günden fazla olamaz, on sekiz günden az olamaz." Nasıl oluyor bu? Bir ülke Türkiye'den herhangi bir adli yardımlaşma talebine konu şahısla alakalı geçici tutuklama talebinde bulunuyor. Türkiye bu durumda geçici tutuklamayı yaptırıyor ve kırk gün süreyle o ülkeyle arasındaki yazışmalar, vesaire işlemler tamamlandıktan sonra o kişinin iadesi söz konusu oluyor. Peki, otuz gün geçti, bununla ilgili Türkiye kırk gün bunu kendi şeyinde tutabilir mi kararıyla? Tutabilir kırk gün. Yani, otuz günde bir bizim sulh ceza hâkimlerimiz bunların tutukluluk süresini veyahut da yargılandıkları ağır cezalar, her neredeyse, onlar bunların durumunu değerlendirebilir mi? Değerlendirebilir. Kırk günü beklemeyebilir, otuz gün sonra da bırakabilir ama bizim taraf olduğumuz anlaşmalar var. Biz imza atmışız, "Bir ülkenin talebiyle ben geçici tutuklama kararı verdiğim kişiyi kırk gün tutacağım." demişiz. Biz o taahhüdümüze uygun davranacağız, bu ayrı bir konu; yoksa Türkiye'nin iç hukukundaki otuz günde bir tutukluluğun gözden geçirilmesi hususu ayrı bir konudur. Bunu birbirine karıştırmamakta fayda olduğunu buradan bir kez daha ifade etmek isterim.

Tabii, bu kanunda olmayan kısımların yönetmeliklerle, genelgelerle düzenleneceği hususu ifade ediliyor. Bu kanunun uygulanmasının daha iyi yapılması için elbette yönetmelik çıkarılabilir ki bu Anayasa'da yazan bir durum, yasada olan bir durum. Anayasa'da, yasada olan bir uygulamayı yapmak ayıp da değil, günah da değil, yanlış da değil. Doğru bir şekilde kanunun uygulanması için yönetmelik de tüzük de elbette çıkarılabilir. Ayrıca, uluslararası sözleşmelere aykırı bir adli yardımlaşma sistemini işletme imkanımız da yok. Neden? Çünkü Türkiye'nin adli yardımlaşma politikasını nasıl Türkiye'nin merkezî makamı yakından takip ediyor, başka ülkelerin de bu konuya yaklaşımını yakından takip ediyorsa başka ülkeler de Türkiye'nin adli yardımlaşma taleplerine nasıl cevaplar verdiğini yakından takip ediyorlar. Biz o sözleşme hükümlerini uygulamadığımız zaman onlar da bizim taleplerimize aynı muameleyi yapıyorlar. O nedenle, burada esas, kanun ama öte yandan da kanun gibi iç hukukumuzun bir parçası olan uluslararası sözleşmelerdir. Bunlara göre bu uygulama olacaktır, yönetmelikler de bu uygulamaların daha sağlıklı olabilmesi için yol gösterici bir vasıf taşıyacaktır. Yoksa Meclisin yasama yetkisini alıp yönetmeliklerle bunu hayata geçirme gibi bir kötü niyeti hiçbirimiz düşünmeyiz, taşımayız da, böyle bir şeyi de kabul etmek asla mümkün değildir.

Ayrıca, "Bakanlar Kurulu eskiden buna karar veriyordu." Doğru, Bakanlar Kurulu karar veriyor ama Bakanlar Kurulunda bu konudaki iade kararına ilişkin konuda bütün bakanlar aynı derecede bilgi sahibi mi? Değil. Sonuçta, gene Adalet Bakanlığının oraya bir önerisi oluyor. Dışişleri Bakanlığından görüş alınıyor, İçişleri Bakanlığından, ilgili kuruluşların hepsinden de bilgiler toplanıyor, ona göre konu Bakanlar Kuruluna geliyor. Bakanlar Kurulunda görüşülmesi süreçleri de uzatıyor. Şimdi ne yapıyoruz? Şimdi Dışişleri Bakanlığının, İçişleri Bakanlığının, ilgili başka yerler varsa onların görüşleri alındıktan sonra Adalet Bakanının önerisi ve Başbakanın onayıyla bu işlem yapılacak. Bakanlar Kurulundan kaçırılan bir şey olabilir mi böyle bir durumda? Bakanlar Kurulunun Başkanı kim? Başbakan. Başbakandan kaçırırsak ha o zaman dersiniz ki: "Siz Bakanlar Kurulundan kaçırıyorsunuz." Yok, Başbakanın onayıyla oluyor bu ve ilgili bakanlar bu meseleyi takip ediyor ve Başbakanın onayına getiriyor. İşlerin sürüncemede kalmaması, daha kısa sürede tamamlanması bakımından bunun son derece önemli olduğunu burada özellikle ifade etmek isterim.

Değerli milletvekilleri, tabii, konuşmamın başında söyleyecektim ama tartışmalar konuşmalarımı ortadan kaldırır diye söylemedim, şimdi izniniz olursa benden önce sayın grup başkan vekillerinin dile getirdiği hususlarla ilgili bir iki hususu ben de ifade etmek isterim: Hükûmetin burada oturması, otururken de bilgi vermesi bir zorunluluk değil; İç Tüzük açık, biz de grup başkan vekilliği yaptık, hükûmet istediği zaman bilgi verir. Nitekim, geçmişte de defalarca bilgi verilmedi, bir sürü kanun ben hatırlarım, bilgi verilmedi; Hükûmet bilgi vermemek için değil, bilgi vermekten korktuğu için de değil, bilgi vermekten âciz olduğu için de değil, belki o günün tartışmaları içerisinde zaman kaybolmasın diye. Yani, şurada dakikalarca karşılıklı atışmalar oldu, kim ne kazandı bundan? Biz bir şey kazandık mı? Yok. Parlamento bir şey kazandı mı? Yok. Seçmenler bir şey kazandı mı? Yok. Millet bir şey kazandı mı? Yok. Yahu, laf yarıştırmaktan kimse bir şey kazanamaz. Laf yarıştırıyoruz. Yani, hepimizin birbirini itham edecek yeteri kadar hafızasında kayıt vardır. Bu laf yarıştırmayla bu Parlamentoyu daha ileri noktaya taşıyamayız. Ben onun için de bu noktalarda Hükûmetin zaman zaman takdiri olabilir, ona da saygı duyulması gerektiğini buradan ifade etmek isterim. Kaldı ki, ben konuşma talebinde de -Başkan da ifade etti- bulundum ama yazılı göndermedim, şifahi talepte bulundum, beni dinlemiş olsalardı bu talebim de gelecekti.

Tabii, ben yasama-yürütme ilişkisini hep söylüyorum, onun için diyorum ki, gelin başkanlık sistemine geçelim. (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Yasamanın, yürütmenin birbirinden tam ayrı ve birbirine karşı tam bağımsız olduğu sistemin adı "başkanlık sistemi"dir. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

BURHAN KUZU (İstanbul) - Helal olsun! İşte bu alkışlanır.

MAHMUT TOĞRUL (Gaziantep) - Zaten tüm çabanızın bu olduğu belli. Zaten tüm çabanız bu.

ADALET BAKANI BEKİR BOZDAĞ (Devamla) - Şu anda Türkiye'de, bakın, sistemde kuvvetler ayrılığı yok. Niye yok?

MUSA ÇAM (İzmir) - Ortadan kaldırdınız, ortadan kaldırdınız kuvvetler ayrılığını!

ADALET BAKANI BEKİR BOZDAĞ (Devamla) - İşte, yasamanın içinden Hükûmet çıkıyor, salt çoğunluktan hükûmet çıkıyor.

ÖZKAN YALIM (Uşak) - Doksan üç yıldır bu şekilde yönetiliyor bu Parlamento Sayın Bakan.

ADALET BAKANI BEKİR BOZDAĞ (Devamla) - Hükûmetin istemediği bir şeyin burada görüşülmesi, kanunlaşması -elinizi vicdanınıza koyun- mümkün mu? İktidar grubu "Evet." demediği zaman gündeme bir şey girebiliyor m? Giremiyor. Denetim de öyle, iktidar izin verdiği oranda burada bir denetim oluyor. O zaman diyorum ki, gelin...

MAHMUT TOĞRUL (Gaziantep) - Yargı da elinizde, zaten hepsi elinizde.

ADALET BAKANI BEKİR BOZDAĞ (Devamla) - Yargı öyle değil, yargı bağımsız, tarafsız, milletin yargısı. Yasama-yürütme ilişkisi...

MAHMUT TOĞRUL (Gaziantep) - Yasama, yürütme, yargı, hepsi elinize geçti.

ADALET BAKANI BEKİR BOZDAĞ (Devamla) - Cumhuriyet Dönemi'nin bütün evrelerinde böyledir bu. Bizim dönemimizde de böyle, öbür dönemde de. Komisyonda çoğunluk kime ait? Hükûmete ait. Genel Kurulda çoğunluk kime ait? Hükûmete ait. Bir araştırma komisyonu kurulacak, karar neyle oluyor? Çoğunlukla. Peki, hükûmet bunlara "Evet." demediğinde iktidar grubu "Evet." diyor mu? Demiyor. O zaman gelin hükûmet ile şu Meclisi ayıralım. (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Gelin, ayrı ayrı seçilsinler. Hükûmet Meclisin içinden çıkmasın. Milletvekilleri daha güçlü, daha etkin olsun, denetim de daha etkin olsun.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

ADALET BAKANI BEKİR BOZDAĞ (Devamla) - Başkanlık sistemine geçirelim, bu tartışmaları bitirelim. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)