| Konu: | Birleşmiş Milletler Geçici Görev Gücü bünyesinde Türk Silahlı Kuvvetlerinin 5 Eylül 2016 tarihinden itibaren bir yıl daha UNIFIL harekâtına iştirak etmesi hususunda Anayasa'nın 92'nci maddesi uyarınca Hükûmete izin verilmesine dair Başbakanlık tezkeresi (3/802) münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 107 |
| Tarih: | 27.06.2016 |
AK PARTİ GRUBU ADINA TAHA ÖZHAN (Malatya) - Sayın Başkan, kıymetli hazırun; öncelikle hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Bugün, malum olduğu üzere, Lübnan'daki UNIFIL içerisindeki askerî gücümüzün görevine devam etmesi konusundaki Başbakanlık tezkeresini görüşmek üzere bir aradayız. Bölgemizdeki gelişmeler, ülkemizin istikrar ve güvenliğinin bölge ve komşu ülkelerinden ayrı düşünülemeyeceğinin bir kez daha ortada olduğunu göstermiştir. Bu tezkerenin yenilenmesi, yenilenirken belki teknik olarak çok fazla bir şeyin eklenmemiş olması biraz önce eleştiri konusu yapıldı, yapılabilir ama son tahlilde tezkerenin şartlarından çok daha ağır şartlar içerisinde olduğumuz, bölgedeki güvenlik risklerinin çok daha ağırlaştığı gerçeği de ortadadır.
Hepimizin bildiği üzere, dış politika önceliklerinden biri yakın ve komşu coğrafyamızda barış, güvenlik ve istikrarın tesisidir. Bu çerçevede, bölgesel barış, güvenlik ve istikrarı ilgilendiren tüm gelişmeler tabiatıyla dış politikamız üzerine de yansımalar göstermektedir ve bu konuda kimse Türkiye'den millî menfaatlerimize matuf bölgesel ve küresel gelişmeler karşısında kayıtsız kalmasını da beklememelidir. Dolayısıyla, etrafımızda bir barış, güvenlik, istikrar ve refah kuşağı oluşturulması için her zaman olduğu gibi özveriyle gayretlerin sürdürülmesi gerekmektedir ve bu gayretlerin içerisinde de bu tezkerenin konusu olan uluslararası kuruluşlar da bulunmaktadır.
Bildiğiniz üzere, Birleşmiş Milletler Lübnan Geçici Görev Gücü ya da UNIFIL, 2006 yılında, İsrail-Lübnan savaşının akabinde Lübnan'da barışın yeniden tesisi amacıyla oluşturulmuştu. Biz de başından bu yana bu güce kuvvet katkısında bulunuyoruz. Burada, Deniz Kuvvetlerimizin icra ettiği görevler sonucunda Lübnan'ın barış ve istikrarına gereken katkının verildiği görülmektedir. Ben bizzat bu birliği ziyaret etme imkânına da kavuşmuştum. Gerçekten hem Lübnan halkıyla, farklı toplumsal kesimleriyle kaynaşmış hem de orada doğrudan hayatı etkileyecek şekilde özellikle mühendislik konularında hizmetler veren bir birliğimiz.
Lübnan'la ilişkilerimiz öncelikle 2004 yılında Başbakan Refik Hariri'nin ülkemizi ziyaretini izleyen dönemde özellikle ivme kazanmış, bu tarihten sonra da başbakan ve bakan düzeyinde karşılıklı ziyaretler defaatle gerçekleştirilmiş ve ilişkilerimizin kurumsal bir yapıya kavuşturulması yönünde önemli adımlar atılmıştır.
Lübnan'daki farklı din, mezhep ve etnik kesimlerle ülkemiz arasında tarihsel ve kültürel bağlardan gelen yakın ilişkiler bulunmaktadır. Özellikle Lübnan'ın ağır maliyetler üreten iç savaş yıllarında bu farklı kesimlerin birbirine karşı bilenmiş olduğu gerçeğini de akıllara getirecek olursak bu gerilimlerin yükseldiği her dönemde, özellikle 2004 sonrasında Türkiye -bilinsin veya bilinmesin- oldukça ciddi anlamda yapıcı roller de üstlenmiştir. Hatta, öyle dönemler olmuştur ki oradaki Türk diplomatik şemsiyesi altında ancak bazı temaslar, görüşmeler sağlanabilmiştir oysa yüzlerce yıldır bir arada yaşıyor olmalarına rağmen bu farklı kesimlerin.
Takdir edersiniz ki ülkemiz geniş bir bölgeye yayılma riski taşıyan ve o dönemde otuz dört gün süren İsrail-Lübnan Savaşı'na son verilmesi amacıyla yoğun diplomatik çabalar yine bu şekilde sarf edilmiştir. Ateşkesin sağlanmasından sonra bölgesel barış ve istikrara atfettiğimiz önemin bilinciyle UNIFIL'e de kuvvet katkısında bulunma kararı alındı. Bu yöndeki katkılar da yine her yıl bu yüce Meclisin çatısı altında yenilenerek sürdürülmektedir.
Şunu söylemekte fayda var: Buradaki çatışmalar bir şekilde ortadan kalksa, bu risk tamamen bitmiş olsa bile Türkiye'nin -asker olarak olmasa bile- bu nevi çalışmalarını Lübnan'da sürdürmesinin artık zemini de orada oluşmuştur çünkü ihtiyaçla Türkiye'nin varlığı birbirine eklemlenmiştir.
Bugün bölgemizdeki gelişmeleri birbirinden ayrı düşünmek elbette ki mümkün değil. Hemen yanı başımızda beşinci yılını geride bırakan Suriye krizinin insani ve güvenlik bakımından sonuçları ortadadır. Neredeyse yarım milyon Suriyeli hayatını kaybetmiş, yüz binlercesi yaralanmış ve sakat kalmış, 10 milyondan fazla insan evlerini ve topraklarını terk etmek zorunda kalmış ve bunların neredeyse yarısı da komşu ülkelere ve bu tezkerenin de konusu olan Lübnan'a da ağırlıklı bir şekilde gitmiştir. Dolayısıyla, güvenlik şartları çok daha riskli bir hâldedir.
Suriye krizi bağlamında Lübnan'ın ayrı bir önemi bulunmaktadır. Coğrafi açıdan küçük olmakla birlikte bölge istikrarı bakımından tarihî, kilit öneme sahip olan Lübnan'daki gelişmeler Suriye ihtilafının bölgesel barış ve güvenliğe yönelttiği tehdidin vahametiyle doğrudan ilintili bir seyir izlemektedir. Orta Doğu'da yaşanan ayrışmaların neredeyse mikro ölçekte vuku bulduğu Lübnan, siyasi ve toplumsal yapısıyla, dinî ve etnik topluluklar arası orantısal bir paylaşıma dayanan dengeleriyle hassasiyet arz etmektedir. Bu yapı komşu ülke Suriye'de yaşanan ihtilafın Lübnan'a yansımasıyla sürekli tırmanmaktadır. Suriye'deki gerginliğin Lübnan'a artan oranda sirayeti, elbette ki dinî ve etnik gruplar arasında yaşanan dönemsel gerginlikleri ve toplumsal huzuru da giderek daha fazla etkilemektedir. Lübnan'ın nüfusunu tam olarak bilmiyoruz çünkü bir asra yakındır doğru düzgün bir sayım yapılamamıştır ama bildiğimiz bir şey var, nüfusunun herhâlde yarıdan fazlası şu an sadece Suriye'den gelen -Filistinliler hariç- mültecilerden oluşmaktadır.
Bu noktada Hizbullah'a ayrı bir parantez açmak gerekmektedir. Lübnan'da etkin bir siyasi ve askerî güç konumundaki Şii Hizbullah'ın artan ölçüde Suriye rejimine destek vermesi ve Suriye'deki ihtilafta rejimin yanında, bütün değerlerini inkâr ederek bilfiil yer alması Lübnan'ı da Suriye'deki gelişmelere esasen, doğrudan müdahil kılabilmektedir. Lübnan âdeta -yıllardır sürmekte olan- Suriye'den kurtulmaya çalışırken Suriye'yi kendi üstünde bir karabulut olarak bulmuştur.
Tabiatıyla, içinden geçtiğimiz bölgesel, kırılgan ve hassas bir dönemde Lübnan'da toplumsal uyumun korunması her zamankinden daha fazla önem kazanmıştır. Bu bakımdan, Türkiye olarak Lübnan'ın yanında durmaya devam etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Suriye ihtilafından mümkün olduğunca uzak tutmaya özen gösterilen politikalarını da destekliyoruz. Bunun en üst düzeyde birkaç kez de dile getirildiği kayıtlarda mevcuttur. Elbette ki Suriye kaynaklı güvenlik tehdidi ve bölgesel çatışma riski bağlamında Lübnan ordusuna da önemli görevler düşmektedir.
Türkiye, Lübnan'la arasındaki derin tarihsel bağların ve her alanda gelişen ikili ilişkilerin yanı sıra Lübnan'daki gelişmeleri de yakından izlemek durumundadır. Bu ülkedeki mevcut siyasi tıkanıklığın bir an önce açılması ve seçimlerin gerçekleşmesi gerekmektedir. Artık, uzun yıllara sâri olacak şekilde Lübnan, defakto, seçimsiz bir şekilde sistemi çalıştırmakta gerçekten zorlanmaktadır. Lübnan'ın istikrar ve refahı için bu ülkede barış ve istikrarın sağlanmasına yönelik olarak ortaya konulan somut katkılar ikili ilişkilerimizin her veçhesine olumlu etki yapmaktadır. Özellikle, UNIFIL'de görev yapan birliklerimizin sergilediği olumlu performansın hem bölgesel hem de küresel barışa katkısı tartışılmazdır. Öte yandan, askerî kuvvet katkısında bulunduğumuz yegâne barış gücü harekâtı niteliğindeki UNIFIL'e iştirakimizin sürdürülmesi bir yandan uluslararası barışın korunmasına yönelik çabalar kapsamında ülkemizin görünürlüğünün artırılmasını sağlarken diğer yandan, kapsamlı sivil, askerî iş birliği faaliyetleri vasıtasıyla Lübnan toplumunun her kesiminde görünürlüğümüzün perçinlenmesine hizmet etmektedir ve özellikle de kriz anlarında bu görünürlük çok ciddi bir siyasi sermayeye dönüşmektedir.
Benzer şekilde, Lübnan'da sadece UNIFIL'le bulunmamaktayız, aslında UNIFIL'den çok daha güçlü ve etkin bir şekilde TİKA faaliyetleriyle bulunmaktayız. TİKA faaliyetleri hem iki ülkenin ilişkilerinde hem de bölgesel faaliyetlerde çok önemli bir rol üstlenmektedir. Lübnan, daha önce de zikrettiğim gibi, birçok farklı etnik, dinî, mezhepsel unsuru barındırması nedeniyle TİKA faaliyetlerinin de oldukça zorlu bir şekilde yapıldığı ve ancak başarılı olduğu ülkelerden bir tanesidir çünkü aynı anda bütün bu farklılıkları tatmin edecek ve dengeli, adil kabul edilebilecek bir yardım politikası izlenmesi gerekmektedir. Özellikle, Türkmenlere yönelik projeler ağırlıklı olarak gerçekleşse de Lübnan Beyrut Program Koordinasyon Ofisinin 2014 yılı sonlarında faaliyete geçmesiyle birlikte gerçekten birçok farklı kesime ulaşan TİKA projeleri hayata geçmiştir. Türkmenler başta olmak üzere, dediğim gibi, hastane ve sağlık merkezlerinin yapılması, tam donanımlı ambulans sağlık ekipmanlarının hibe edilmesi, binlerce fakir insana ve 750 bin Suriyeli mülteciye kaliteli sağlık hizmeti verilmesi, Türkmen köylerinde 20 bin kişinin evlerinde istifade ettiği içme suyu projesinin tamamlanması, belediye, kültür, sosyal ve sağlık merkezleri, yine açılan yanık hastanesi -Lübnan'daki tek hastane- gibi birçok başlıkta TİKA faaliyetleri gerçekten oradaki insanların o zorlu hayatını rahatlatan önemli bir unsura dönüşmektedir. Dolayısıyla, bugün bu tezkereye verilecek olan destek sadece oradaki askerî görünürlüğe değil, aslında o görünürlüğün bir entegre unsuru olarak faaliyetlerini yoğun bir şekilde sürdüren Lübnan'daki TİKA faaliyetlerine de yardımcı olacak bir dinamik olacaktır.
Bunları dile getirdikten sonra, tezkereye grup olarak destek vereceğimizi bir kez daha söyleyip bugün de tartışmanın merkezini oluşturan birkaç konuya ben de değinmek istiyorum. Kaldı ki bugün "Lübnan" dediğimiz mesele bu tartışmaların da çok uzağında değildir. Çünkü küresel siyasi dinamikler ve küresel düzen şeklinde tarif edebileceğimiz sistemik yapı içerisinde oldukça ciddi çalkantıların, eksen kaymalarının yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Bir taraftan hem küresel siyasi organizasyonlarda çok ciddi bir çalkantı var, aynı anda küresel ekonomik organizasyonlarda bir çalkantı var, yetmiyormuş gibi güvenlik organizasyonlarında da bir çalkantı var. Yani bir taraftan NATO'da çok ciddi sorunlar baş gösterirken diğer taraftan Dünya Ticaret Örgütünde çok ciddi anlamda bir kısır döngü yaşanıyor, Birleşmiş Milletlerde de yaşanan tıkanmaya hepimiz şahitlik ediyoruz. Dolayısıyla, aslında ilan edilmemiş bir küresel kısır döngü, küresel siyasetsizlik diyebileceğimiz bir dönemden geçiyoruz. Bunun elbette çok özel sebepleri var; küresel sermaye birikimiyle ilişkisi var, kapitalizmle elbette ilişkisi var, 1945 sonrası kurulan düzenle ilişkisi var ama bugün biz, bizim payımıza düşen kısmını oturup değerlendirmek ve küresel ve bölgesel anlamda yaşanan gelişmelere dair bir perspektif ortaya koymak durumundayız.
Özellikle kendi coğrafyamıza baktığımızda 11 Eylül sonrası yaşanan işgallerin gerçekten fay hatlarını harekete geçirdiğini görüyoruz. Hemen etrafımızdaki 11 Eylül sonrası benzer ve farklı sebeplerden ama iki aktörün başat şekilde müdahil olduğu krizlerde neredeyse dokunulmadık alanın kalmadığını görüyoruz. Yani Afganistan, Irak, Lübnan, Gazze, Gürcistan, Ukrayna, Kırım doğrudan ya askerî müdahale, işgal, ilhak gibi süreçlerle karşı karşıya kaldı, ardından Arap isyanlarıyla beraber de bir bölgesel domino etkisiyle Irak'ta kırılan bu fay hattı bölgenin farklı farklı yerlerinde âdeta bir tsunami etkisiyle depremlere yol açtı ve ortaya çıkan manzara gerçekten maalesef hiç iç açıcı değil. Bugün bölgemizdeki türbülanstan doğrudan veya dolaylı bir şekilde etkilenmeyen hiçbir ülke yok, bir kere bunun altını çizerek devam etmemiz lazım. Sadece doğrudan ve dolaylı etkilenmeyi geçelim, artık yeni bir fenomenle karşı karşıyayız, yeni küresel güvenlik tehdidinin de, bölgesel güvenlik tehdidinin de büyük ölçüde, doğrudan, uluslararası -yani iki ulus devlet arasını kastederek söylüyorum- gerilimler veya savaşlardan ziyade, ağırlıklı olarak "sirayet etkisi" diyebileceğimiz, krizlerin yayılma etkisiyle şekillendiği bir döneme giriyoruz.
Dolayısıyla, bulunduğunuz coğrafyanın, bulunduğunuz konumun, tarihsel pozisyonunuzun, geleneksel politikalarınızın çok da fazla bir anlamının kalmadığı ve küçük krizin olmadığı bir dünya sistemi içerisindeyiz artık. Sizden çok uzakta, sizinle çok alakasız ve çok küçük olduğunu düşünebileceğiniz bir kriz oldukça dolambaçlı yollarla hızla sizi de etkisi altına alan bir kriz dalgasına dönüşebilmektedir. Yani, yerkürenin herhangi bir yerinde, âdeta işte o tsunami meselesinde olduğu gibi, yaşanacak bir siyasal tektonik hareket bambaşka bir yerde bir deprem etkisine yol açmaktadır. 45 sonrası oluşan düzenin mal, sermaye ve emeğin sınırsız dolaşımını sonuna kadar destekleyip hayata geçirmeye çalışırken krizlerin de sınırları aşıp gerçekten çok farklı yerlere ulaşabileceğine dair siyasal gümrük duvarları inşa edebileceğini düşünmesi oldukça naif bir yaklaşımdır. Bu yönüyle mülteci sorununun Avrupa kriziyle, Arap isyanlarının Amerikan seçimleriyle, Güney Afrika, Güney Asya güvenlik sorunlarının küresel ekonomik krizle ya da küresel siyasetsizlik döngüsüyle küresel kurumlarda yaşanan tıkanmanın doğrudan birbiriyle alakası vardır. İşte, tam da bundan dolayı bizim yıllardır anlatmaya çalıştığımız şey meselelerin ve sorunların kökenine inmeden ve gerçekten orada yüzleşme yaşamadığımız sürece krizlerin nerede ne zaman patlayacağını tahmin etmemiz mümkün değildir. Suriye'de yıllardır bunu anlatmaya çalışıyoruz. Daha Dera'da gencecik çocuklar vahşice katledilirken dile getirdiğimiz de buydu. Ardından geçen yıllar içerisinde binlercesi Akdeniz, Ege'de canını kaybederken dile getirdiğimiz de buydu. Irak işgal edilmesin diye komşu ülkeler konferansında dile getirdiğimiz buydu. Benzer şekilde, İsrail'e, yaptığı işgallerden vazgeçmesi ve Gazze'de katliamı durdurması gerektiğini söylerken de dile getirmeye çalıştığımız buydu. Ardından bu kriz, kendisini terörizm, mülteci sorunu, küresel siyasetsizlik ve tıkanma olarak gösterdiğinde de herhâlde gerçekten şaşırmamamız gereken bir durumla karşı karşıyayız.
Bugün Avrupa'da yaşanan meseleye de birkaç cümle söylemekte fayda var. Özellikle İngiltere'nin çıkışıyla beraber sadece Avrupa Birliği değil, Avrupa fikrinin kendisi de kimlik anlamında, siyasal anlamda, ekonomik anlamda ve jeopolitik dinamikler anlamında ciddi bir tartışmanın içerisine girmiştir ve bir domino etkisi olacaktır. Benzer şekilde, bugüne kadar oldukça sorunlu yerlerden yaşanan sirayet etkisinin bugün Kuzey'in en refah ekonomik birliği ve siyasal birliği gibi görünen yerden dünyaya sirayet etkisi, yayılma ihtimali bulunmaktadır. Türkiye, bu ilişkiyi rasyonelleştirmek için elinden geleni yapmaktadır. Doğrudur, 2004'te yeni bir safhaya geçilmiştir ama ondan sonra da Türkiye bu ilişkiyi rasyonelleştirmek için elinden geleni yapmış, maalesef bu rasyonelleştirme tekliflerinin tamamı çaresiz kalmıştır çünkü Avrupa Birliğinde karar alma süreçleri içine düştükleri kısır döngüden çıkarak Türkiye'ye net bir pozisyon ifade edecek duruma hiçbir şekilde gelememiştir, bu da krizin kaynağıdır. Ümit ederiz, AB krizi öncelikle bir Avrupa krizine dönüşmez, ardından da sirayet etkisi, domino etkisi yaparak küresel anlamda yeni bir kısır döngünün ortaya çıkmasına yol açmaz.
Türkiye-İsrail ilişkilerine gelince, İsrail devleti bir şekilde işgalle kurulduğu günden itibaren Türkiye-İsrail ilişkileri zannedildiğinin aksine hiçbir zaman normal ilişkiler şeklinde devam etmemiştir. Her dönemde bir şekilde sorun yaşanmış ya büyükelçiler geri çağrılmış ya ciddi anlamda İsrail telin edilmiş, İsrail protesto edilmiş; toplumsal olarak da Türkiye'de halkımızın, milletimizin İsrail'e nasıl baktığına dair herhâlde bir cümle kurmama bile gerek yoktur. Dolayısıyla, "Bu iş politika malzemesi yapılıyor." falan gibi cümleler çok da anlamlı cümleler değildir. Bu, ortadadır, buna nasıl tepki vereceği siyasi partilerin eğer milletle biraz rasyonel ilişki geliştirebilirlerse gayet açıktır yani milletin bu kadar tepki verdiği bir aktöre sizin de nasıl ilişki kurabileceğiniz konusunda çok kafa karışıklığı içerisinde olmaya gerek bulunmamaktadır. Türkiye-İsrail ilişkilerinin anormal olduğu dönemler olmuştur, çok değildir ama bir tanesi özellikle dikkat çekicidir, sadece 28 Şubat dönemi. 28 Şubat döneminde Türkiye-İsrail ilişkileri anormal bir çizgiye girmiştir, tarihinde Türkiye'nin görmediği bir ilişki biçimi ortaya çıkmıştır. Millet de bunu 2002'de, bu anormalliği rasyonelleştirerek düzeltmiştir.
Benzer şekilde orada konu açılırken BOP'tan falan bahsedildi. Yani bunun üzerine söylenebilecek çok fazla bir şey yok ama BOP'un antitezinin 2002'de iktidara gelen AK PARTİ olduğunu sadece Türkiye'de değil bölgede ve dünyada herkes görmüştür, kayda geçmiştir.
Birkaç konuya daha değinip bitireceğim. "Özürle ilgili yazılı belge var mı?" denildi. Bu soru sorulabilir; olabilir de, olmayabilir de, ben "var" diye biliyorum ama bir anlamı yok bunun yani dünyadaki birçok liderin kabul ettiği, 3 liderin aynı anda görüşme yaptığı bir yerde bu talep gelebilir, isteyebilirsiniz ama bu kayda geçmiştir, bu anlaşmada kayda geçmiştir, çok da bizi bir yere götürecek bir şey değildir.
Hamas üzerinden ilişkiden bahsedildi. Arkadaşlar, yani Hamas ile Türkiye'nin ilişkiye geçmesi Hamas'ın resmî olarak 2006'da seçimleri kazanmasıyla birlikte başlamıştır. Gazze meselesinde ise Gazze'deki hâlen defakto ve seçilmiş fiilî hükümetin Hamas hükûmeti olmasından dolayıdır. Aslında Batı Şeria'da da seçilmiş son hükûmet Hamas hükûmetidir. Dolayısıyla, bundan daha rasyonel bir durum yoktur. Kaldı ki Mahmud Abbas da asla ihmal edilmemiştir, bütün bu süreçler de kendisine haber verilmiştir.
Usame Hamdan'dan bahsedildi. Ben o cümleyi bilmiyorum, gerçekten öyle bir cümle var mı? Ama Usame Hamdan, Hamas dış ilişkiler sorumlusu değil, onu biliyorum. Tazminat karşılığında davalarından vazgeçildiği söylendi davacıların; bu ifadeyi şiddetle kınıyorum, gerçekten çok ayıp bir ifadedir.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
TAHA ÖZHAN (Devamla) - Gazze'de ambargo gerçekten ağırdır ve bu ambargonun en ağır kısmı da konut, elektrik, su gibi orada paha biçilmez şeylerdir. Bu anlaşmayla beraber Türkiye-İsrail ilişkileri belli bir safhada normalleşmeye başlamıştır ama altını çizerek söylüyorum, başlamıştır.
Teşekkür ediyorum. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)