GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 15 Temmuz darbe girişimin ardından gerçekleştirilen uygulamalar sebebiyle yaşandığı ileri sürülen hak ihlallerini önleyemediği iddiasıyla Adalet Bakanı Bekir Bozdağ hakkında gensoru açılmasına ilişkin önergenin (11/13) ön görüşmeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:14
Tarih:01.11.2016

AK PARTİ GRUBU ADINA HAKKI KÖYLÜ (Kastamonu) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkanım.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Halkların Demokratik Partisi grup başkan vekilleri Sayın Çağlar Demirel ile Sayın İdris Baluken tarafından Adalet Bakanımız Sayın Bekir Bozdağ'yla ilgili olarak verilen gensoru önergesi hakkında AK PARTİ grubu adına söz almış bulunuyorum. Bu vesileyle yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum.

Önergeyle, 15 Temmuzda FETÖ tarafından gerçekleştirilen darbe teşebbüsünü müteakip uygulanan OHAL'le insan hakları ihlalleri yapıldığı, binlerce kamu görevlisinin haksız yere görevden alındığı, Anayasa Mahkemesi üyeleri ile Yargıtay üyelerinin, keza Danıştay üyelerinin, HSYK üyelerinin ve nihayet 3.450 hâkim ve savcının meslekle ilişiğinin kesildiği, olaylarla ilgili olmayan kişiler hakkında da adli soruşturmalar ve idari soruşturmalar açıldığı, yakalananlara, gözaltına alınanlara ve cezaevlerinde bulunan tutuklulara çeşitli işkencelerin yapıldığı ve Adalet Bakanının bunlara engel olmadığı, görevini yerine getirmediği düşüncesiyle ve isnatlarıyla gensoru açılması talep edilmiştir.

İşe 15 Temmuz öncesinden başlarsak... Yaklaşık otuz beş kırk yıl önce başlayan, devletin hassas kurumlarını, başta polis teşkilatı, yargı teşkilatı ve askerî birlikleri olmak üzere, ele geçirme hareketinin başladığı günden itibaren yıllar geçtikçe derinleşerek devam ettiği, emellerine ulaşabilmek için insanların din duygularını sömürmek, sınavlarda soru çalıp satmak, sahte belge düzenlemek dâhil her türlü kanunsuzluğu mübah görerek devlet organlarına yerleştiği görülmektedir.

Bu yapı, rejimi, Hükûmeti ve Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmak, Cumhurbaşkanımızı öldürmek için, kendilerine uygun olan zamanı bulduğu düşüncesiyle, 15 Temmuz 2016 gecesi o hain darbeyi gerçekleştirmek için harekete geçmiştir. Bu olay, şimdiye kadar yapılan darbelerden farklı olarak vatan ve devletin bağımsızlığına, bütünlüğüne yönelik bir harekettir, kısacası tam bir vatan hainliğindir. Darbe anını ve sonrasını, darbeden sonra yapılacak işlemleri, bu durumu göz önünde tutarak değerlendirmek gerekir. Yorum ve değerlendirme yapılırken işin vahameti gözden uzak tutulmamalıdır. Sonuçta, halkın büyük direnişiyle karşılaşmış ve başarılı olamamıştır. O gece olanlar herkesin malumudur, detaylarıyla anlatmaya geçmeyeceğim.

Başarılı olsa ne olurdu? Bunu düşünmek bile istemiyoruz. Hareket hezimete uğratıldı, olacakların önüne geçildi. 15 Temmuz gecesi zifirî karanlıktı, ertesi sabah ise herkes rahatladı, aydınlığa kavuştu.

Bu önergeyi 15 Temmuz gecesindeki tehlikeyi yaşayan bir idrakin değil rahata ermiş, güvenli bir zeminde günlerini geçiren bir aklın serbest iradesinin anlatımı olarak görüyoruz. 15 Temmuz sonrası düzen, tehlikeyi kökten kazımaya yönelik, yetki ve kaynağını Anayasa'dan alan, Anayasa'nın öngördüğü sınırlandırılmış bir düzendir; başka bir değişle olağanüstü hâldir. Ancak bunun karakteri konusunda yüksek heyetinizle bazı paylaşımlarda bulunmak istiyorum.

İçinde bulunduğumuz olağanüstü hâl rejiminin anayasal bir rejim olduğundan elbette ki şüphe yoktur. Olağanüstü hâl rejimi gerek işleyiş itibarıyla gerekse hukuki yapısı gereği saydamdır ve şeffaftır. Hatalar vaki olduğu takdirde hataları düzeltme fırsatı tanıyan bir rejimdir. Nitekim itirazlar üzerine yerinde incelemeler yapılmakta ve bir haksızlık olabileceği düşünüldüğünde de yapılan tasarruf geri alınmaktadır.

FETÖ'nün gizemli karakteri elbette ki boş durmayacak ve her türlü dezenformasyona başvuracaktır; bu, beklenen bir şeydir. İşte bu karakteri ortaya çıkmış ve süreci sabote etmek için şikâyet furyasına başlamıştır. Öyle ki şikâyetlerin çoğu üslup karakter itibarıyla aynı elden çıkmaktadır. Bu şikâyetlerin haksız bir algıya yol açmaması için millî irade hassasiyetine en fazla muhtaç olduğumuz bir zamandan geçiyoruz. Esasen toplumda bu hassasiyet fazlasıyla vardır. Önergede dile getirilen şikâyetler FETÖ çevrelerinde geliştirilen ve düşünülen şikâyet furyasıyla benzerlik arz etmektedir. Gerek idari işlemler gerekse yargısal tasarruflar hukuk içinde kurulmaktadır.

Temel haklara yüksek özen gösterilmektedir. Şikâyetlerin gerçekle bağı olup olmadığı, gerçekten bu kişilerin mağdur olup olmadığı elbette ki araştırılmaktadır ve bu araştırma da yapılmaktadır. Yargı ve güvenlik birimlerindeki FETÖ yoğunlaşması anlamına gelen önerge pasajlarına itibar etmek sonunda bizi bir trajediye götürebilir. Ergenekon ve benzeri davalarda yargıyı bir kurmacaya dönüştüren hâkimlere karşı dün ortaya koyduğumuz haksız eleştirinin bugün aynı hâkimleri korumaya dönük bir eleştiri olarak karşımıza çıkması "Acaba paralel yapıya bir sempati mi var?" düşüncesine bizi sevk etmektedir. Böyle bir şey olduğunu da düşünmek istemiyoruz. Anayasa Mahkemesi üyeleri, Yargıtay üyeleri ve Danıştay üyeleri ile HSYK üyelerinin bazılarının meslekten çıkarılması, kirli amaçları sonunda darbeye kadar götüren bu yapının yargıdan yine yargının kendi organlarınca temizlenmesinden ibarettir. Esasen bu durum, Anayasa'mızın 139'uncu maddesinin ikinci fıkrasında belirtilen "...meslekte kalmalarının uygun olmadığına karar verilenler hakkında kanundaki istisnalar saklıdır." hükmüne tam da uygundur. Demek ki ilgili kurumların yetkilileri, karar vericileri, bu kişilerin artık meslekte kalmasının uygun olmadığına karar vermişlerdir ve Anayasa'nın bu hükmü gereği de onları görevden çıkarmışlardır.

2010 yılında yapılan HSYK seçimlerini müteakip kurulan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun icraatları, bu icraatlar sonunda oluşan yargıdaki yapının tam bir adalet yıkıcılığına soyunması yargıya güveni ortadan kaldırmıştır. Bu yapıya mensup olan yargı mensuplarına, elbette ki, bundan sonra, devlet, adaleti teslim edemez, teslim etmesi de beklenemez. Haksız yere meslekten çıkarıldığını ileri süren varsa bunlara da itiraz yolu açıktır.

Ayrıca şunu da belirteyim: HSYK'nın meslekten ihraç ettiği hâkim ve savcılarla ilgili kararlar Adalet Bakanının imzasıyla çıkmamıştır. HSYK'nın ilgili dairesi bu kararı almıştır. Şayet Adalet Bakanının bu kararlarda imzası olması gerekiyorsa, Sayın Adalet Bakanı da, ben eminim ki "Evet" oyu kullanacaktır. Her Adalet Bakanı da bu konuda zaten "Evet" oyu kullanır.

Burada bir şeyi daha gözden uzak tutmayalım: Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyeleri belirlenirken Anayasa'yla ve kanunla, Adalet Bakanının bu kurulun üyesi olmaması gerektiği yönünde çok itirazlar gelmiştir. Şimdi, burada, Adalet Bakanının yargıyla ilgili yapılan yanlışların ve yargı üzerindeki eleştirilerin sebebi olduğu ve buna engel olmadığı ileri sürülüyor. Peki, Adalet Bakanı bu kurulun başında olmasaydı bu takdirde bu eleştiriler kime yönelecekti? Büyük ihtimalle bu eleştiriler yargının ilgili temsilcilerine, Yargıtay Başkanına, Anayasa Mahkemesi Başkanına veya Danıştay Başkanına yöneltilecekti, bu da yargıyı oldukça örseleyecekti ya da "Yargı örselenmesin." diye, bu kurumların başlarına eleştiri yapılamayacaktı. İşte, Adalet Bakanının burada olması Adalet Bakanının bir sigorta vazifesi görmesinden dolayıdır. Burada herkes rahatlıkla Adalet Bakanına yüklenebilir, eleştirileri, itirazları Adalet Bakanına söyleyebilir. İşte, bunları karşılaması için Adalet Bakanı bu kurulun başındadır. Bunu da burada antrparantez belirtmek istiyorum.

"Mehdi geldi, Peygamberimiz'in yerine geçti, Allah'la görüştü vesaire..." ipe sapa gelmez düşüncelerle karar veren bir kişinin bu memlekette hâkim sıfatını taşıması hazin bir tablodur. "Şimdi bunlar nereden çıktı?" demeyin. Bir karardan aldığım birkaç cümleyi size burada anlatmak istiyorum. 4 klasör gerekçesi var bu kararın. Klasör içerisinde, davayla ilgili, üç, beş satırdan başka hiçbir şey yok. Ne var içinde? Kur'an'dan ayetler var, ulemadan, evliyadan deyişler var, çok sayıda şiir var. Hrant Dink davası, Mustafa Koç'un ölümü, çeşitli suikastlar, daha sonra da "Mehdi geldi, Peygamber'le görüştü, herkes ona biat etsin. Talimat veriyorum: Genelkurmay Başkanı derhâl Cumhurbaşkanını tutuklasın." Hâkimin kararı bu. Bunları yazan bir kişinin hâkim olduğunu nasıl düşünebilirsiniz? Ve böyle bir hâkimin bu meslekte hâlâ nasıl kalabildiğini düşünmek mümkün değil.

İşte, bu türlü hâkimler bu memlekette kararlar verdi. Balyoz ve Ergenekon davalarının arkasında da buna benzer hâkimler vardı; o hâlde o hâkimler hakkında yapılanlar işlemlere kimsenin bir şey söylememesi lazım.

Efendim, cezaevleriyle ilgili birkaç şey söylemek gerekirse; cezaevlerinde işkence olduğundan bahsediliyor. Bugün itibarıyla ülkemizde 372 ceza infaz kurumu var. Bunların standarda göre kapasitesi 190 bin kişidir ama şu anda 197 bin kişi var. Geçtiğimiz günlerde çıkarmış olduğumuz yeni Denetimli Serbestlik Kanunu'na göre cezaevlerinde önemli bir boşalma oldu ondan dolayı bu 197 bin kişidir, daha da fazla olabilirdi. Dünyadaki, Avrupa'daki örneklere bakacak olursak onlarda da yüzde 90 ila yüzde 120 arasında doluluk var cezaevlerinde.

Şu anda 129 bin hükümlü, 67 bin tutuklu vardır. 2001 yılında tutuklu hükümlü oranı yüzde 50-50 civarında idi, 2015'e geldiğimizde bu oran, kaldı ki biz bütün mevzuatımızda tutukluluğun bir tedbir olduğunu, buna en son başvurulması gerektiğini belirttik; işte bunlar işe yaradı ve 2015 yılında tutuklu sayısı hükümlülerin yüzde 13'üne tekabül etti ama 15 Temmuz darbesinden sonra FETÖ soruşturmaları devreye girdi ve bu arada tutuklananlarla birlikte cezaevindeki tutuklu sayısı yüzde 34'e yükseldi.

Bir başka sebebi de cezaevlerindeki sayının yükselmesinin, bilindiği üzere 2005 yılında yürürlüğe giren Ceza Kanunu'muzda cezalar bir miktar arttı, onun etkisi oldu. İnfaz Kanunu'nda yapılan değişiklikle yaklaşık 1/3 olan infaz 2/3 olarak değiştirildi ve burada da cezaevlerindeki sayının artmasına sebep oldu. Eğer böyle giderse her yıl bizim en az 20 cezaevi yapmamız gerekir. Şu anda Adalet Bakanlığının verilerine göre bu yıl ve önümüzdeki yıl 21 tane cezaevinin hizmete gireceği düşünülüyor.

Dolayısıyla bir şeyi daha burada belirtmem lazım. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinin her yıl düzenlediği Uluslararası Ceza Kongresi'nde ileri sürülen görüşler şöyle: Genellikle Avrupa ülkeleri dâhil dünyadaki bütün ülkelerde onarıcı adalet sistemine doğru bir gelişme var. Mağdurun haklarının bir an önce sağlanması ve bunun karşılığı olarak da cezalarda bir miktar indirim yapılması düşüncesi var, bunu da gözden geçirmemiz lazım.

Cezaevlerinin standartları gerçekten diğer ülkelerinkine göre yüksektir. Avrupa'ya gittiğimiz zaman oradaki vatandaşlarımız bize şunları söylemektedir: "Bizi Türkiye'deki cezaevlerine alın, gerekirse şartlı tahliyeden bile istifade etmeyebiliriz." Yani, bu çok basit bir şey değil. Demek ki oradakiler bizim Türkiye'deki cezaevlerinden çok daha kötü, bunu hepimiz biliyoruz.

Ceza infaz kurumlarında rehabilitasyon son derece iyi uygulanmaktadır. Bunun yanında, eğitim öğretime önem verilmektedir; ceza infaz kurumlarının personeli sık sık eğitimden geçirilmektedir.

Cezaevinde bugün ortaokula giden 7 bin, açık öğretim fakültesine giden 16 bin, örgün öğretime giden, uzaktan eğitime giden 3 bin küsur, vesaire, 27 bin kişi mevcuttur. Sanki bir eğitim kurumu gibi de işlevine devam etmektedir.

Cezaevleri Türkiye'de gerçekten en çok denetlenen yerlerden birisidir. Daha önce bizim de bir zamanlar görev yaptığımız cezaevleri izleme kurulları vardı, 15 Temmuz darbesinden sonra, olağanüstü hâlle birlikte bu kurullar feshedildi, yani kurullarda görev yapanlar daha önceki paralel yargının hâkimleri tarafından atanmış olduklarından dolayı görevlerinden alındı ve yerlerine de, 144 ceza infaz kurumuna bu izleme kurullarının atamaları büyük ölçüde yapıldı, Bakanlıktan aldığımız bilgi bunu gösteriyor.

İşkenceye gelince, değerli arkadaşlar, AK PARTİ hükûmetleri daha önceki hiçbir hükûmetin önemsemediği kadar işkenceye çok büyük bir yer ayırmıştır. 5237 sayılı -yani bugün yürürlükte olan- Türk Ceza Kanunu yürürlüğe girmeden önce, yanılmıyorsam 2003 yılında ilk yaptığımız işlerden birisi işkenceyle ilgili hükümlerin değiştirilmesi ve ağırlaştırılması olmuştur.

Yeni Ceza Kanunu'muzda da işkenceyle ilgili 94'üncü maddede, insan onuruyla bağdaşmayan, bedensel ve ruhsal yönden acı çekmesine, algılama ve idrak yeteneğinin etkilenmesine yol açacak davranışlarda bulunan kamu görevlisine üç ila on iki yıl arasında hapis cezası öngörülmüştür, nitelikli hâllerinde ise on-on beş yıla kadar çıkar. Neticesi sebebiyle ağırlaşmış olan işkence sonucunda ölüm vukua gelmişse ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası öngörülmektedir ve daha önemlisi önceki yıllarda işkence yapanların kim olduğunun tespit edilemediği düşüncesiyle zaman aşımına uğrayan davalar artık ortadan kalkmıştır, bundan sonra işkencede zaman aşımı söz konusu değildir, hiçbir soruşturma ve dava zaman aşımına uğramamaktadır.

MUSTAFA SEZGİN TANRIKULU (İstanbul) - 497 işkence vakası var sadece bu yıl Türkiye İnsan Hakları Vakfının kayıtlarına göre, İnsan Hakları Derneğinin kayıtlarına göre.

HAKKI KÖYLÜ (Devamla) - Ee, o zaman hangisi varsa...

BAŞKAN - Sayın Köylü, siz devam edin lütfen, Genel Kurula hitap edin.

MUSTAFA SEZGİN TANRIKULU (İstanbul) - 497; isim isim yazıyor.

HAKKI KÖYLÜ (Devamla) - Bakın, olanları lütfen Adalet Bakanlığına tek tek bildirin hangi vakalar varsa, üzerine gidilecektir.

MAHMUT TOĞRUL (Gaziantep) - Bilmiyor mu, Adalet Bakanına tek tek bildirelim o ya!

HAKKI KÖYLÜ (Devamla) - Şimdi, bakın, arkadaşlar, bu bir tek şey değil. Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu, Kamu Denetçiliği Kurumu, İnsan Hakları Eşitlik Kurumu, izleme kurulları, cumhuriyet savcıları, infaz hâkimlikleri, Adalet Bakanlığı müfettişleri, Uluslararası Düzeyde İşkenceyi Önleme Komitesi gibi birçok kurul ve komite...

MUSTAFA SEZGİN TANRIKULU (İstanbul) - Önleme mekanizması niye kurulmadı? Önleme mekanizması niye kurulmadı?

BAŞKAN - Sayın Tanrıkulu, lütfen...

HAKKI KÖYLÜ (Devamla) - ...cezaevlerinde işkence var mı yok mu, bunları önlemeye ve izlemeye gidiyorlar ve kontrol ediyorlar.

MUSTAFA SEZGİN TANRIKULU (İstanbul) - Türkiye İnsan Hakları Kurumu altında önleme mekanizması niye kurulmadı? Hâlen kurulmadı.

BAŞKAN - Sayın Tanrıkulu, lütfen...

MUSTAFA ELİTAŞ (Kayseri) - Sayın Köylü, siz Genel Kurula hitap edin.

MUSTAFA SEZGİN TANRIKULU (İstanbul) - Cezaevleri izleme kurulları lağvedildi. Neden yenisi kurulmuyor?

HAKKI KÖYLÜ (Devamla) - Ayrıca, cezaevlerinde işkence ve kötü muamele olduğuna dair basında herhangi bir yazı çıktığı takdirde, Adalet Bakanlığında bunları takip etmek, incelemek için bir birim kurulmuştur ve bunları incelemekte, takip etmektedir. Şayet bir işkence varsa rapor edilmektedir.

MUSTAFA SEZGİN TANRIKULU (İstanbul) - Birleşmiş Milletler denetmenine neden izin vermediniz?

HAKKI KÖYLÜ (Devamla) - Ayrıca, suç soruşturmalarında ise bir kişi yakalandığı takdirde karakola getirildiği anda doktora muayene ettirilir. Gözaltı süresi bitti, karakoldan adliyeye sevk edilirken tekrar doktora muayene ettirilir. Bu muayeneler gizlidir ve buradan çıkan raporların bir sureti cumhuriyet savcısına verilir, bir sureti de ilgilinin kendisine veya yakınına verilir.

MUSTAFA SEZGİN TANRIKULU (İstanbul) - Önleme mekanizması neden kurulmuyor? İşkenceyi önleme mekanizması neden kurulmuyor Sayın Köylü?

BAŞKAN - Sayın Tanrıkulu, lütfen... Konuşmacının insicamını bozmayın lütfen...

MUSTAFA ELİTAŞ (Kayseri) - Genel Kurul sizi dinliyor Sayın Köylü.

HAKKI KÖYLÜ (Devamla) - Bundan dolayı Türkiye'de işkence var demek bence hiçbir şekilde doğru değildir.

MUSTAFA SEZGİN TANRIKULU (İstanbul) - Sistematik işkence var. Sistematik işkence var.

HAKKI KÖYLÜ (Devamla) - Evet, işkencenin olduğunu söyleyenler varsa gider tek tek isimlerini Adalet Bakanlığına söyler, onlarla ilgili gerekli işlemler yapılır.

MUSTAFA SEZGİN TANRIKULU (İstanbul) - Bütün gözaltı merkezlerinde sistematik işkence var.

HAKKI KÖYLÜ (Devamla) - Bu sebepten dolayı Adalet Bakanı hakkında verilmiş olan gensoru önergesinin kesinlikle doğru olmadığını, bence bir şey ifade etmediğini belirtmek istiyor ve önergenin aleyhinde oy kullanacağımı belirtiyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)