GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 674 Sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname (1/760) ve İçtüzük'ün 128'inci Maddesine Göre Doğrudan Gündeme Alınmasına İlişkin Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı Tezkeresi münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:19
Tarih:10.11.2016

MHP GRUBU ADINA KADİR KOÇDEMİR (Bursa) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sözlerimin başında, Türkiye'yi dünya üzerinde müstemleke olmamış tek Türk ve İslam toprağı yapan, zamanın gereğini dosdoğru okuyup hayata geçiren kadroların ve seferberlik neslinin büyük liderini ebediyete intikalinin yıl dönümünde saygı, minnet, özlem ve rahmetle anıyorum. O, Türk milletine adanmış bir ömürle ölümü öldürmeyi başarmıştır, bizim ve gelecek nesillerin gönüllerinde yaşayacaktır.

Bugün Atatürk'ü 2016 yılından geriye doğru tekrar anlamak istediğimizde, ona baktığımızda ilk akla gelen kavram, millet ve müşterek biz duygusudur. Hakikaten, cumhuriyet nesli zamanın ruhunu, zamanın gereğini iyi okuyup bu topraklardaki insanların modern manada millet olması sürecini başlatmıştı. O "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına 'Türk milleti' denir." demişti ama maalesef, cumhuriyetin ilk yıllarında büyük bir coşkuyla; yokluklara, sefalete, kıtlıklara, hastalıklara, cehalete rağmen sağlanan bu müşterek biz duygusu ve büyük ve onurlu bir aile olarak millet olma hissi; bu millete aidiyet, mensubiyet duygusu zamanla zayıflamış; özellikle son yıllarda alt/üst kimlik gibi safsatalarla millet kamplaşma ve kutuplaşmaya doğru götürülmüştür.

Diplomasinin, birlikte yaşamanın, devlet olmanın tecrübelerinden ve Türk milletinin bu sahadaki birikiminden bihaber olan kadrolar, hem içeride hem de uluslararası arenada Türkiye'yi ciddi risklerle karşı karşıya kalır hâle getirmiştir.

Bugün hibrit bir iktidarımız var, ihtiyacı olduğu anda yakıtını değiştiren bir iktidar; başlangıçta liberallerle, ayrılıkçılarla, başka şeylerle devrevi koalisyonlar yaparak bugüne geldi ve 15 Temmuz diye bir badireyi yaşadık. Ama, aynı zamanda, teflon bir Hükûmetimiz var. Yaşananlardan hesap sorma kısmında kendisini ehil, yetkili hissediyor ama hesap vermeye gelince ona hiçbir sorumluluk, hiçbir mesuliyet yapışmıyor; sanki bu ülkeyi yönetenler başkalarıydı.

15 Temmuzdan sonra da normalde itidalli davranılıp soğukkanlılıkla, devlet adamlığı tavrıyla hareket edilse, o gün sağlanan birlik beraberlikle uzunca bir zamandır hasret kaldığımız kaynaşma ve millet olarak büyük bir aile olma duygusunu pekiştirme yerine, maalesef, "Önce yap, sonra açıklarsın." diyerek 15 Temmuzda verdiğimiz yetkinin dışında pek çok düzenleme yapmaktadır. Bugün görüştüğümüz kanun hükmünde kararname de aynen böyledir. Birazdan, neleri düzenlediğini yüce heyetinize arz edeceğim, bunların 15 Temmuza gelmeyle ya da 15 Temmuzdan sonraki tedbirlerle ne kadar alakası var, onu sizlerin takdirlerine sunacağım.

Ama bugün şu fotoğrafı görmemiz lazım: 140 bin kişinin -belki daha fazla şu anda- işinden olduğu bir süreçteyiz. 40 bin kişinin içeride olduğu bir dönemdeyiz. Bu 40 bin kişinin içeri girmesi için, herhangi bir rehabilite, herhangi bir hazırlık olmadan 40 bine yakın kişinin de cezasından önce salıverildiği bir dönemdeyiz. 14 bin iş yeri kapanmış vaziyette, 130 civarında gazeteci içeride, 140 medya kuruluşu kapanmış; 1930'ların Almanyası'nda "..."(x) denilen tek sese doğru Türkiye götürülüyor ve ekonomide realiteden, topraktan, sahadan kopuk bu yönetim yeni riskleri Türkiye gündemine sırasıyla getiriyor.

Ben, siyasal bilgiler fakültesi mezunuyum, orada bize siyaset bilgisi dersi öğrettiler. O ders kitaplarından birinde totalitarizmin özellikleri sayılıyor. Bunları sadece okuyarak arz etmek istiyorum.

1) Yargı ve basın üzerinde kontrol,

2) Muhalefetin kriminalleştirilmesi,

3) Devlet ve ekonominin birbirine eklemlenmesi,

4) İdeolojik özel bir görev, misyon ve duygusunun iktidarda olması,

5) Fanatik ve güç kullanma eğilimli bir taraftar topluluğunun mevcudiyeti,

6) Güvenlik güçleri ve siviller arasında ittifak ve birlikte çalışmanın teşvik edilmesi,

Ve nihayet, meclismiş gibi çalışan bir meclisin olması.

Türkiye'nin mukadderatı, bekası için hayati derecede önemli konular diye kanun hükmünde kararnameler çıkarılıyor ama bu kanun hükmünde kararnamelerin incelenip Meclis onayından geçmesi safhasında, bakıyoruz, dün, hemen hemen 150 maddeyi birden bu Meclisten geçirdik. Arkadaşlar, bu 150 maddeyi gerekçeleri olmaksızın sadece okumaya bile, dünkü yasamaya ayırdığımız vakit yeterli olmazdı.

Peki, bugünkü kanun hükmünde kararnamede ne var? 1'inci maddesinde, geçenlerde kurduğumuz Maarif Vakfı Mütevelli Heyetinin huzur ücretlerinin kimler tarafından belirleneceği var. O zaman da "Aceleye getiriyorsunuz." demiştik, şey yapılmadı. Daha sonraki maddelerinde, kayyum ve bunun TMSF'ye devri var. Sivil Havacılık Kanunu'ndaki insansız hava araçlarını düzenliyoruz. Valiliklerde, özel idarelerin tüzel kişiliğinin sona erdirilmesinden sonra faaliyete geçen yatırım izleme ve koordinasyon başkanlıklarını düzenliyoruz. Millî Savunma Bakanlığında sivil bürokratlara da askerî rütbe verilmesini düzenliyoruz. Müsteşar orgeneral, genel müdür, işte, tuğgeneral mi, neyse, bunu burada düzenliyoruz. Araştırma görevlilerini, 14 bine yakın araştırma görevlisini süresi bittiğinde sokağa atmayı düzenliyoruz. Sivil Havacılıkta ve Emniyet Genel Müdürlüğündeki pilotlara ödenecek tazminatı burada düzenliyoruz.

Her zaman yaptığımız gibi, bunları yaparken de pek çok yerde cümle kurulumu hataları ve imla hataları yapıyoruz. Mesela, madde 51'de "fıkrasının" yazacağımıza "fıkrasın" yazıp bırakıp pek çok yerden incelenmeden geçtiği için buraya getiriyoruz.

Arkadaşlar, bu darbeyi Meclis mi yaptı? Niye bu Meclis Olağanüstü Hal Kanunu ve Anayasa'da öngörülen konumunu bile kullanmıyor? Biz mi sebep olduk? Darbeciler Meclisi bombaladığında, arzu ettikleri şey, herhâlde, yine, burada, çok fazla bir şey incelenmeden belli düzenlemelerin hayata geçmesi değil miydi?

Şimdi, özel hukukta bir hüküm vardır, kişinin bazı hakları kişinin kendisine karşı da korunmuştur. Mesela kişi "Ben intihar edeceğim." ya da "Evlenmeyeceğim." diye sözleşme yapamaz. Devletler hukukunda da devletin bekası söz konusu olduğunda hiçbir düzenleme devletin bekasını tehlikeye atamaz. Biz bunu kabul ediyoruz, savunuyoruz. Ama herhâlde şurada bir farkımız var: Devlet dediğiniz, hukukun egemenliğini sağlayan ve kendisi de hukuka tabi olan bir aygıttır. Eğer hukuk yoksa, orada devletten ve hâliyle korunması gereken bir bekadan da söz etmek mümkün olmaz.

Şimdi, bugün Atatürk'ün ölüm yıl dönümü dedik. Bu, tarihin nasıl işlediğiyle ilgili çeşitli kuramlar, teoriler var. Bunlardan bir tanesi "devrevi tarih anlayışı" diye isimlendirilir. Yani tarih bir "horizon" şeklinde, bir yay şeklinde sürekli yükselerek gelişir, büyür ve tarihin herhangi bir anından aşağıya doğru, geçmişe doğru bir şakul uzattığınızda bugünküne benzeyen birkaç dönemi bulmanız mümkündür. Ben 2016 yılından bildiğim tarih geçmişine şakul uzattığımda bazı dönemleri görüyorum. 1859'daki Kuleli Vakasını görüyorum, 1908'deki İkinci Meşrutiyet'i, onun arkasından Derviş Vahdeti'yi ve orduda yapılan edilenleri görüyorum, 1909'dan 1913'e kadar devam eden süreci görüyorum. Arkadaşlar, tarihe bakıp tarihten ibret almazsak buradan iyi bir çıkış gözükmüyor.

Geçenlerde seyrettim, Gertrude Bell diye bir İngiliz ajanı var, arkeolog, Orta Doğu'da casusluk faaliyetleri de yapıyor İngiliz istihbaratı için. Onun hayatını filme almışlar. O filmin sonunda Lawrence dediğimiz adam bir cümle kuruyor, diyor ki: "Tanrı'nın adil olduğunu hatırladıkça ülkem adına çok kaygılanıyorum." Ben de tarihin akışındaki belli illiyet, nedensellik ilişkilerini gördükçe hakikaten bugün ve bundan sonrası için kaygılanıyorum, endişeleniyorum. Tarih ne diyor? "Eğer bir ülkeyi ehil kadrolar yönetmezse, eğer bir ülkeyi emin kadrolar yönetmezse, eğer bir ülkeyi halka ve realiteye, o ülkenin toprağına, tarihine, o ülkedeki cari birlikte yaşama mirasına aşina olan kadrolar yönetmezse o ülke iyi yere gitmez." diyor. Bugün hakikaten ehil kadroların yerine tek özelliği sadakat olan kadrolar geçmiştir. Bugün, şantaj edilebilir -şantaja maruz derecede- emin olmaktan uzak olan kadrolar vardır ve hepsinden daha önemlisi halka yakın olmaktan uzaklaşmış olan kadrolar vardır.

Bu mağdurlarla ilgili bize müracaatlar yapılıyor ama Sayın Başbakanımız hem de cuma namazı çıkışında kendisine sorulduğunda mağdurlarla ilgili bir soru, gülümseyerek, gülerek şunu diyebilmiştir: "Bizim dokunduğumuzdan daha fazla bağıran çağıran, 'Mağdurum.' diye haykıran var. Bu da bu yapılanmanın yeni bir taktiğidir." Keza Sayın Cumhurbaşkanımız da mağdurlarla ilgili "Hainlerin hakkı hukuku mu olur? 241 kişinin karşısında mağdur mu olur?" demiştir. Şimdi, bu iki makamdan bu tür beyanlar yapıldığında siz bürokrasinin, yargının tarafsız kalabileceğini mi düşünüyorsunuz? Arkadaşlar, bir ülkede 150-200 bin kişi hain olamaz. Şu anda devam ediyor daha süreçler. Eğer belli bir miktarı aşmışsa o zaman oturup düşünmek lazım ki Türkiye kamuoyu da esas bu işin içinde olanlara ne yapıldığını beklemektedir. Hakikaten, 15 Temmuzu 16 Temmuza bağlayan gece ne oldu? Dört ay gibi bir zaman geçti ve biz hâlâ bunu bilmiyoruz. Darbenin çekirdek kadrosu kimlerden oluşuyordu? Darbe olduğunda kim nereye gidecekti bunu bilmiyoruz. Ama ne yapıyoruz? İktidarın tarifiyle, ibadet katmanında yer alanları belli bazı basit kriterlerle içeri atıyor, işinden gücünden ediyoruz.

Bana bir polis memuru geldi, Mersin'den Bingöl'e tayin olmuş, çocuğunu bu yapılanmanın okuluna vermiş. Şu anda tutuklu içeride. Yeğeni geldi bana ve dediği şu: "Tamam, amcam çocuğunu bu okula verdi ama bu devlet de Sayın Vekilim, sizden aldığı vergilerle her çocuk için o okula 3.800 küsur lirayı 2016 Temmuzuna kadar ödedi." Bu düzenlemeyi yapan, bu 3.800 lirayı benim vergimden, o yapılanmanın okuluna veren, aktaranlar şu anda hesap soruyor. Arkadaşlar, biz bir şoföre bir arabayı emanet etmişiz. Bu şoför, arabanın fenni muayenesini yapmamış, şanzımanından, diferansiyelinden, lastiğinden gelen seslere bakmamış, kendi içindeki yapılanmaları görmemiş ve araba bir yere toslamış, uçuruma geçmiş. O şoför inip yolcu olarak bizden, arabanın sahiplerinden hesap soruyorsa burada biraz düşünmemiz gerekiyor

Burada, ikide bir, alınan oy oranlarından söz ediyoruz. Yine, siyaset bilimi der ki: Hukukun egemenliği olmaksızın, halkın onayına dayanan rejimin adı tiranlıktır. Hukuk kuralları içinde, hukukun üstünlüğü içinde halkın tasvibini alan, halkın tercihini alan rejim tabii ki hepimizin başımızın gözümüzün üstündedir ve millî iradedir, hepimiz ona tabiyiz ama bunun ön şartı hukukun egemenliğinin devam etmesidir çünkü bu oyunun kuralı budur. Siz, onu bir tarafa atıp, eğer futbolu hem elle hem başka şeylerle oynayıp, faulleri yapıp ondan sonra da kuralı hatırlatan herkese "Tabelaya bak." derseniz kendinizi belki avutursunuz ama doğru bir şey söylemiş olmazsınız.

Arkadaşlar, küçük bir grip ya da soğuk algınlığı bile geçirdiğimizde doktorlar şunu tavsiye ediyorlar: "Aman, istirahat et, ortamı değiştirme, kendini yorma." Biz, 15 Temmuzda, devlet olarak hakikaten çok büyük bir yara aldık, büyük bir travma geçirdik; muradımız mürüvvetimiz olan pilotlarımızın Meclisimizi, Türkiye Cumhuriyeti kamu kurumlarını bombaladığını gördük, ateş ettiğini gördük; çocuklarımız için bu çok ciddi bir şeydir. Generallerimizin yarıya yakınını attık, 3 hâkimden 1'ini attık, devlet kademelerinde pek çok birimi boşalttık, Emniyet istihbaratını sıfırladık. Bundan sonra yapılması gereken, soğukkanlı bir şekilde, geniş devlet adamı perspektifiyle hareket etmek, tecrübeyi, uzmanlığı, öngörülebilir bir ortamı hayata geçirmektir ama maalesef, biz sanki orada çok güçlenmişiz gibi pek çok cepheyi açtığımızı görüyoruz arkadaşlar.

Eğer bu FETÖ belasıyla mücadele edeceksek bununla edelim, diğer gündem maddelerini bizim bugünkü durumumuza zarar vermeyecek şekilde, onların zararlarından emin olacak şekilde tutmaya gayret etmeliyiz. Ama, biz ne yapıyoruz? Şu anda Avrupa Birliğiyle yeni çatışma başlatıyoruz, Amerika'ya heyheyleniyoruz, Irak Merkezî Yönetimi'yle kavga ediyoruz, Suriye'de durumumuz öyle; içerde pek çok şeye, şu Meclisteki partilere bile bu birlik, beraberliği sağlama yerine arayı açan, soğukluğu artıran bir tavır ve davranış içinde oluyoruz. Ama, bunun sonu -dediğim gibi- çok iyi olmayacaktır. Siz realiteleri yasal düzenlemelerle aşamazsınız. Türkiye'nin problemleri varsa bunları açık yüreklilikle masaya koyup düzenlemek ve çözmek durumundayız; yoksa, yani Türkiye'deki insanlar mutsuz, bunları mutlu edelim diye bir kanun hükmünde kararnameyle herkesin ikametini Mersin'in Mut ilçesine almak kadar komik ve tarih ve toplumda karşılığı olmayan şekilde hareket etmiş olursunuz.

Ben, aklıselim, soğukkanlılık, birbirimize değer verme durumunun geri gelmesi dileklerimle hepinizi saygıyla selamlıyorum. (MHP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkürler Sayın Koçdemir.