| Konu: | Başbakanlığın, Türkiye Büyük Millet Meclisinin 21/7/2016 tarihli ve 1116 sayılı Kararı'yla ülke genelinde ilan edilen ve 17/10/2017 tarihli ve 1165 sayılı Kararı uyarınca devam etmekte olan olağanüstü hâlin, 19/1/2018 Cuma günü saat 01.00'den geçerli olmak üzere üç ay süreyle uzatılmasına ilişkin tezkeresi (3/1392) münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 51 |
| Tarih: | 18.01.2018 |
AK PARTİ GRUBU ADINA VEDAT BİLGİN (Ankara) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; OHAL hakkında ben de Adalet ve Kalkınma Partisi Grubu adına söz almış bulunuyorum. Konuşmama başlamadan önce hepinizi saygılarımla selamlamak istiyorum.
Siyasal ve hukuki sistemler olağan şartlar içerisinde mevcut toplumsal sistemi koruyan, düzenleyen, karşılaştığı sorunları çözmek üzere işleyen sistemlerdir; bir anlamda siyasal, hukuksal yapı, kamu düzeninin sürdürülmesini sağlayan işlevlere sahiptir. Bu bakımdan, siyaset ve hukuk arasında hem pratik bakımdan hem de anlamsal bakımdan yakın ilişkiler bulunmaktadır. Demokratik rejimlerde hukuk, hem demokratik devleti korumak hem devlet ve toplum arasındaki ilişkileri düzenlemek isteyen bir fonksiyona sahiptir. Demokratik devlet, toplumsal değişmeleri, toplumsal sistemlerde meydana çıkan değişmeleri ve bu değişmelerin yarattığı sorunları çözmek zorunda olan, bu değişmelerin yarattığı sorunları, ihtiyaçları karşılamak zorunda olan bir devlettir. Bunun için de demokratik devlet düzeninde yasama faaliyeti bu sorunları çözmek üzere harekete geçer. Yasama işlevi, esasen bu çerçeve içerisinde görevini yapan bir mekanizma durumundadır.
Demokratik düzen içerisinde kurumsal mekanizmalar, halkın taleplerinin siyasal sistem içerisine girmesini sağlayan mekanizmalardır. Normal demokrasinin akışı içerisinde süreç böyle işlerken demokratik sistem normal dışı şartlarda, olağanüstü şartlarda ortaya çıkacak olayları, karşılaşacağı sorunları da hesaba katarak birtakım düzenlemeler yapar. Olağanüstü hâl uygulaması, bir anlamda, demokratik sistem içerisinde ortaya çıkan olağandışı şartların, olağandışı oluşumların karşılanması, onların giderilmesi, şartların normalleştirilmesi, olağanlaştırılması için yapılan düzenlemedir. Dolayısıyla, demokratik sistem, karşılaştığı ve karşılaşacağı her türlü olağanüstü durumu, istisnailikleri dikkate alarak olağandışı durumları, kriz dönemlerinde karşısına çıkabilecek sorunları hesaba katarak, öngörerek bunları düzenlemek, bunları yönetmek kabiliyetine sahip olan bir sistemdir. Bu bakımdan, demokratik sistem içerisinde keyfîlikler yoktur yani kimsenin aklına geldiği için olağanüstü hâl rejimi uygulamasına geçmesi gibi bir meseleden dolayı olağanüstü hâl uygulaması söz konusu edilmez. Demokrasi, olağanüstü şartlarla, olağandışı tehditlerle karşılaştığı zaman, olağandışı müdahalelerle karşılaştığı zaman elbette yasal olarak düzenlenmiş, anayasal olarak düzenlenmiş bu çarelere yani bu keyfîlikten uzak, Anayasa tarafından düzenlenmiş mekanizmalara müracaat eder. Bu, siyasal sistemlerin, demokratik sistemlerin aynı zamanda bir niteliği, bir üstün vasfıdır yani keyfîliklere müsaade etmeyen, her şeyi yasal, hukuki, meşruiyet çerçevesi içerisinde düzenleyen bir yaklaşımın ürünüdür. Burada sorun, sanırım, daha çok olağanüstü şartlarda devletin dayandığı niteliklerde aranmalıdır. Yani olağanüstü hâl uygulamasına karşı çıkmak, bunu keyfî bir yönetimmiş gibi tanımlamak, öyle göstermeye çalışmak çok anlamlı değildir. Anlamlı olan, kurumsal olarak demokratik sistemin olağanüstü hâl uygulamaları sırasında hangi parametrelere dayalı olarak işlediği hangi parametrelerin sistemin içerisinde varlığını sürdürdüğü. Buradan baktığımız zaman, Türkiye'de hukuk devleti, anayasal kurumlar yürürlüktedir ve olağanüstü hâl rejimi içerisinde bunlar fonksiyonlarını... Şu veya bu uygulamalarını elbette ki muhalefet eleştirebilir, bunların da eleştirilmesini anlamlı bulurum. Ama hukuk devletinin işlemesi ve müesseselerinin çalışır olması çok önemlidir.
Yine, hukuk devleti çerçevesi içerisinde adalet kurumunun işlemesi, işlevsel olması çok önemlidir. Meşruiyet anlayışının dile getirilmesi, bu ilkeye riayet edilmesi, bu riayet ekseninde muhalefet edenlerin de eleştirilerini ortaya koyması çok önemlidir.
Tabii, her şeyden önce millî egemenlik prensibinin işlerliği çok önemlidir. Unutmayalım ki hukuk sistemi, demokratik sistem dediğimiz şeyin temelinde millî egemenlik fikri vardır.
Biraz önce Cumhuriyet Halk Partisi adını konuşan değerli konuşmacı Birinci Meclisin İstiklal Harbi'ni yürüten Meclis olduğunu söyledi. Elbette Birinci Meclis İstiklal Harbi'ni yürütmüştür ve Birinci Meclis olağanüstü şartlar altında çalışmıştır. Burada istiklal mahkemelerinden veya diğer olağanüstü kurumlardan, uygulamalardan örnekler verecek değilim ama bunu dikkate almamız lazım. Birinci Meclis bu ülkenin Millî Mücadele'sini sürdüren Meclistir; milletin istiklalini, egemenliğini savunan Meclistir; milletin bağımsızlığını savunan Meclistir, milletin bağımsızlığına yönelik tehditleri bertaraf eden bir Meclistir. Dolayısıyla bugün millî egemenliğin bu kurum altında temsil edilmesi, savunulması olağanüstü hâl şartları içerisinde de önemlidir, anlamlıdır ve tarihsel geleneğimize de uygundur.
Tabii, demokratik devlet düzeninin olmazsa olmaz temel prensibi seçimlerdir. Seçimler başka herhangi bir prensibe benzemez; seçimler demokrasinin var olup olmadığını, demokratik devlet düzeninin sürekliliğini de ortaya koyan, sürekliliğini de belirleyen kriterlerdir. Bir ülkede iktidarlar demokratik seçimle değişiyorsa, bir hükûmet seçimle iktidara geliyorsa ve seçimle değişmesinin önü açıksa orada bir başka rejim tanımlamaya kalkmak... Elbette birtakım tanımlamalar yapmak mümkündür, muhalefet etme duygumuzu da tatmin edebilir ama bu, gerçekçi değildir. Çünkü seçimler ve millî egemenlik ilkesi bu rejimin, demokratik rejimin kurucu ilkeleridir; onları kaldırdığınız zaman geriye bir şey kalmaz. Bunun için ben demokrasiyi tanımlarken... Demokrasinin "d"si yani ilk şartı seçimlerdir, serbest seçimlerdir, özgür seçimlerdir çünkü o, milletin iradesini yansıtır, ona saygılı olmak demokrasiye saygılı olmaktır, demokrasinin hukukunu savunmanın ön şartıdır.
Tabii, bu parametreler yeterli midir? Elbette bu parametrelerin yanında özgür kamuoyunun oluşumunu, bu parametrelerin yanında muhalefet etme hakkını, bu parametrelerin yanında kamuoyu oluşturacak basın ve yayın özgürlüklerini sıralamamız gerekir. Benden önce konuşan konuşmacılar sık sık kapatılan veya haklarındaki birtakım yargı kararlarıyla susturulan televizyonlardan, radyolardan ve yayın organlarından söz ettiler. Elbette yeryüzünün her tarafında demokratik ülkelerde demokrasi düşmanı, demokrasiye karşı terörü, şiddeti kutsayan hiçbir yayın organına müsaade edilmez. Demokrasiyi savunmak özgürlükleri savunmaktır; şiddeti kutsayan, şiddeti öven, şiddet yoluyla siyaset yapılabileceğini düşünen antidemokratik oluşumlara demokrasi müsaade etmez. Demokrasi kendisini savunma kabiliyeti olan bir rejimdir. Dolayısıyla, demokratik sistem içerisinde ortaya çıkan bu hastalıklı yapılara karşı yapılan mücadeleyi küçümsemeyi, onları bir problemmiş gibi takdim etmeyi, her şeyden önce demokratik değerlere karşı bir samimiyetsizlik göstergesi olarak değerlendirmek gerekir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; OHAL meselesi, sadece pratik olarak karşımızda bulunan bir mesele değildir; siyaset teorisinde, demokrasi teorisinde de tartışılmış bir meseledir. Bizim toplum ve devlet anlayışımız nasılsa, hangi değerlerle devlet ve toplum arasındaki ilişkileri düzenlemeyi düşünüyorsak OHAL meselesine bakışımızda da büyük ölçüde bu teorik bakış açımız belirleyici olmaktadır.
Bir örnek vermek istersek antidemokratik düşünce biçimleri arasında ünlü Alman siyaset bilimcisi, kamu hukukçusu Carl Schmitt'in düşüncelerini örnek verebiliriz. Carl Schmitt, olağanüstü hâl rejimini bir şiddet uygulaması olarak tanımlar ama Carl Schmitt'in devletin bütün egemenlik biçimlerini bir müdahale biçimi, bir diktatöryanın, bir otoritenin, antidemokratik bir yapının egemenliği olarak tanımladığını dikkatten kaçırmamamız gerekir. Dolayısıyla, zaten demokrasiye inanmayan adamların, demokratik sistemi de bir baskı aracı olarak görenlerin, olağanüstü hâli antidemokratik rejimin normalleşmesi olarak görmelerini de anlamamız lazım.
Bu konuda bir başka örnek Walter Benjamin'dir. Eleştirel teori içerisinden gelen bu düşünür de elbette demokrasiyi sınıf egemenliği ekseninde değerlendirdiği için yani sınıf diktatörlüğü olarak değerlendirdiği için, demokrasiye değer olarak bir inanç atfetmez.
MAHMUT TANAL (İstanbul) - Voltaire, Benjamin ayrı, aynı kişi değil.
VEDAT BİLGİN (Devamla) - Dolayısıyla, Walter Benjamin'in demokrasiye bakışını da olağanüstü hâl rejimine bakışını da kavramsallaştırırsak daha iyi anlayabilirsiniz. Oradan şunu söylemek istiyorum: O da kurucu şiddetten, koruyucu şiddetten bahseder. Benjamin'in eleştirel teorinin içerisinden baktığını hatırlarsak neden bu meseleyi "kurucu şiddet" ve "koruyucu şiddet" olarak gördüğünü, ara yol olarak da bir saf şiddetten bahsettiğini yani bizim normal demokratik düzene bakış açısının da bir "saf şiddet" olarak nitelendiğini anlayabiliriz.
Fakat biz bu meselelere böyle bakamayız. Bizim bakış açımız özgürlükçü, demokrasi teorisi açısından bakış açısıdır. Bizim bakış açımız, tanımlarsak, siyasal teorideki bu düşünürler açısından değerlendirirsek daha çok Sartori'ye benzer çünkü demokrasi özgürlüklerin olduğu rejimdir. Özgürlüğü yok etmek isteyenleri... Bunun en başında yaşama hakkı ve yaşama hakkının üstüne bina edilen diğer özgürlüklerimiz gelir, temel hak ve özgürlüklerimiz gelir. Bu özgürlüklerin düşmanları olanların yasaklanması, özgürlükçü demokrasinin temel prensibidir. Bunların etkisiz kılınması, bunların demokratik müesseselerin işleyiş mekanizması içerisinde etkisiz kılınması demokratik teorinin, özgürlükçü demokrasi anlayışının temelini oluşturmaktadır.
Elbette ki demokrasi, Türkiye'de oldukça sorunlu bir geçmişe sahiptir. Türkiye'nin demokratikleşmesinin neden geciktiğini, neden zorlandığını muhtelif çalışmalarla, muhtelif okuduklarımızla, karşılaştıklarımızla hepimiz biliyoruz; Türkiye'nin antidemokratik geçmişinin bu konuda karşımıza hangi engelleri çıkardığını biliyoruz. Türkiye'nin demokrasiyle tanışması, çok partili demokratik seçimlere ilk adımı atması 1950'yle başlayan bir süreçtir. 1946'yı saymıyorum, orada neler yaşandığını hepimiz iyi kötü biliyoruz. 1950'den sonra Türkiye iki şeyle karşılaşmıştır, bir: Tanzimat'tan bu tarafa Türkiye'de mutlak iktidar hâline dönüşmeye çalışan, bunu çeşitli tarihsel dönemlerde ele geçirmiş olan ceberut bir bürokratik oligarşinin ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu dönem tek parti idaresiyle mutlak iktidar anlayışına sahip olmuştur. Buradan, tabii, bunu bir dönemi yargılamak için söylemediğimin; sadece Türkiye'nin demokratikleşmesinin önünde hangi zihniyetin, hangi kurumsal engellerin, ideolojik engellerin olduğunu vurgulamak için belirttiğimin altını ayrıca çizmem gerekir. Fakat Türkiye, çok partili demokratik sisteme geçtikten sonra da demokratikleşme sürecini de çok kolay işletememiştir. Bu, sebepsiz değildir. Bunu herhangi bir komployla açıklamayı çok anlamlı bulmuyorum, anlamlı olacağını da düşünmüyorum. Şuna hepimiz hak verebiliriz ki bir toplumsal yapı çoğulcu değilse, orada sınıfsal farklılaşmalar yoksa, orada sivil toplum gelişmemişse; orada bireysel varlıklar, bireyleşme süreci tamamlanmamışsa; orada farklı fikirler, farklı inançlar var olamıyorsa orada demokrasi olmaz. Resmî ideoloji veya devletin o bahsettiğim bürokratik ideolojik anlayışı 1961 Anayasası'yla militarizme dönüşüp toplumu susturmaya yönelmemişse orada demokrasiye geçmek çok kolaydır ama bunların hepsi Türkiye'de olmuştur. Türkiye, bir anlamda, bürokratik müdahale geleneğiyle 1961 sonrasında da militarist bir yapılanmayla devletin bütün kurumsal ilişkileri içerisinde bu anlayışın tayin edici bir güce ulaşmasından dolayı demokratikleşmesi oldukça gecikmiş olan bir ülkedir. Fakat son yıllarda, özellikle 2000'li yıllardan sonra Türkiye'nin yaşadığı toplumsal değişim dalgaları, toplumsal dönüşüm süreçleri bu bahsettiğim sorunların aşılması konusunda büyük bir toplumsal ivme yaratmıştır. Türkiye sınıflaşma, farklılaşma, sivil toplumun gelişmesi, farklı fikirlerin ortaya çıkması; etnik, mezhepsel ya da farklı gerekçelerde sınıfsal temellerde totaliter bir arayış içerisinde olan ideolojilerin bu özgürlük atmosferi içerisinde anlamsızlaşması ve militarizmin Türkiye'nin yaptığı demokratikleşme reformlarıyla geriletilmesinden sonra sağlam ve güçlü bir demokratik zemine kavuşmuştur. Dolayısıyla "Türkiye demokrasiden uzaklaşıyor, Türkiye demokrasiden hızlı bir şekilde uzaklaşabilir." gibi yaklaşımlar doğru değildir. Kim isterse istesin, bugün Türkiye'yi demokratikleşme sürecinin gerisine götürecek arzuyu kim taşırsa taşısın bunu başaramaz.
Sayın Başkan, değerli arkadaşlar; öyle ki 15 Temmuzdan sonra Türkiye, kendisine yönelen, tarihinin en büyük saldırısıyla karşı karşıya kalmıştır. Bunlar, hem militarist geleneğin hem bürokratik ceberut devlet müdahaleciliğinin bütün unsurlarını bir araya getirerek Türkiye'ye saldırdılar. Bu saldırıları, sadece, kendisini dinî gösteren bir grubun, bir cemaatin eseri olarak görmek yanıltıcı olacaktır. Bütün bunlar, Türkiye'nin demokrasi içerisinde gelişmesinin, demokrasi içerisinde kalkınmasının, demokrasi içerisinde Batı'yla kurulan vesayet ilişkilerinin koparılıp bağımsızlaşmasının karşısına dikilen saldırılardır. 15 Temmuz, Türkiye'nin hem bağımsızlığına hem demokrasisine yönelen bir saldırıdır. Bu bakımdan, Türkiye'nin bu olağan şartlar içerisinde bu yapıyla mücadele etmesi, bu uluslararası organizasyonun bir uzantısı olan yapıyla mücadele etmesi imkân dâhilinde görülmediği için Büyük Millet Meclisi olağanüstü hâl yönetimini uygulamayı tercih etmiştir.
Şunu düşünelim: Bu yapılar, bu illegal yapılar, bu antidemokratik faşizan cemaat yapısı zaten Türkiye'nin mevcut olağan rejiminin içerisinde çeşitli mekanizmaları ele geçirdikleri için olağan rejim içerisinde bunlarla mücadele etmeye kalksaydık asla bir adım mesafe alamazdık; suçlularımız, darbe yapan o katiller, halkı kurşunlayan, uçaklarla bomba yağdıran o katiller mahkemelerden ertesi gün salıverilirdi. Onun için, Türkiye'nin olağanüstü hâl rejimi uygulamasıyla başka bir arayışa girdiği... Bu, bir edebiyat olarak güzel olabilir, daha da güzel ifade edilebilir belki bunlar ama bunlar gerçekçi değildir, bunlar Türkiye'nin bugün karşı karşıya bulunduğu sorunları anlamaktan uzak yaklaşımlardır.
Meselenin bir başka boyutu, sadece FETÖ terör örgütü değil, DAEŞ, PKK/PYD üzerinden Türkiye'ye yönelen tehditlerde yatmaktadır. Biraz önce konuşan arkadaşımız, Fransa'nın somut terör tehdidiyle karşı karşıya olduğu için OHAL uygulaması yaptığını söyledi. Doğrusu çok düşündürücü, üzerinde çok düşünülmesi gereken bir konu. Şunun için söylüyorum: Türkiye'de yaşanan hangi katliamlar, hangi saldırılar ve PKK/PYD terör örgütü Fransa'da yaşanan olaylarla mukayese edilebilir? Türkiye'de yaşanan olayların binde 1'i Fransa'da yaşandı mı?
Dolayısıyla, burada şunu görelim değerli arkadaşlar: Türkiye saldırı altındadır. Normal şartlar altında yaşamıyoruz. Türkiye'ye saldıranların arkasında kimin olduğunu... Binlerce tır dolusu silah göndererek PKK/PYD'yi Türkiye'nin sınırlarında saldırıya hazırlayanlarla yan yana olmak Türkiye'ye karşı olmak demektir. (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Bizler Türkiye'nin bağımsızlığını savunurken Türkiye'nin demokrasisini savunmak mecburiyetindeyiz. Bu Meclis, Polatlı'dan top sesleri gelirken Türkiye'nin millî mücadelesini yapan Meclistir. Bu Meclis, ne PKK'nın ne PYD'nin ne FETÖ'nün...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
VEDAT BİLGİN (Devamla) - ...ne DAEŞ'in tehditlerine ne de onları binlerce tır dolusu silah vererek silahlandıranların, onların arkasındaki adamların tehditlerine boyun eğecek bir meclis değildir. "Türkiye" büyük bir ülkenin adıdır. Bu OHAL Yasası'nı da bu bağlamda değerlendirmek lazım.
Sayın Başkan, kıymetli milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum Sayın Bilgin.