GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2019 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ile 2017 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısının Tümü münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:39
Tarih:21.12.2018

İYİ PARTİ GRUBU ADINA AYTUN ÇIRAY (İzmir) - Sayın Başkan, yüce Meclisin değerli üyeleri; altı saat, tam altı saat, 28 Şubat 1968'de bir başbakan bu yüce Meclisin kürsüsüne çıkıyor ve âdeta milletin önünde bir ihtiram duruşu yapıyormuşçasına, altı saat, milletin vekillerine kendi bütçesini sunuyor. Bu başbakanın aldığı oy yüzde 53; kibirlenmesine neden olamamış. Konuştuğu Mecliste, yüzde 1 bile temsil ediliyor. Ve konuşmaya şöyle başlıyor: "Yetmiş beş gündür bu Mecliste bütçe konuşuluyor. Bu süre biraz uzun, makule çekelim çünkü bütçe çok ciddi bir iştir, dikkatlerin dağılmaması lazım. Neden? Çünkü bütçe milletimizin vergi olarak verdiği paraların nereye gittiğini son kuruşuna kadar bilmesi, sorması ve öğrenmesi gereken bir demokrasi temelidir." Bu sözlerin sahibi, defalarca darbelere maruz kalmış, yedi yıl Güniz Sokak'ta diri diri gömülmeye çalışılmış, konuşan Türkiye ve demokrasi mücadelesinden hiç yılmamış 9'uncu Cumhurbaşkanımız Sayın Süleyman Demirel'dir. Kendisini rahmetle ve minnetle bu vesileyle anmak istiyorum.

1968'de yapılan bu altı saatlik bütçe sunuşu, demokrasi mabedine gösterilen bir saygıdır ama bir de bugüne bakalım: Cumhurbaşkanlığı tarafından hazırlanmış 2019 yılı bütçesi, güya görüşülmek üzere Meclise gönderildi. Ne zaman? 10 Aralıkta. Görüşmeler ne zaman bitiyor? Bugün yani 21 Aralıkta. Ne kadar sürmüş görüşmeler? On bir gün. Bir rahmetli Demirel'in âdeta Meclisimize saygı duruşu anlamı taşıyan altı saatlik sunuşuna bakın, bir de ne yazık ki tenezzül edip görüşmeler boyunca bir kez bile milletin Meclisini teşrif etmeyen Sayın Cumhurbaşkanının tutumuna bakın. Bu tutumu Türk milletinin takdirine arz ediyorum.

Yani, arkadaşlar, bugün de geçmişte olduğu gibi, Parlamento sistemin tam merkezinde yer almalıydı. Hükûmetin Parlamentonun içinden çıkması onun hayatiyetinin gerekçesiydi ve bu, esasen cumhuriyetimizin karakteriydi. Kurtuluş Savaşı'nı yöneten, içinden Meclis kabinesi çıkaran, Yunan Polatlı'da iken dahi çalışan bir Meclis. O Meclis ile bugünkü Meclisi kıyaslamaya yürek dayanmaz. Bir hatırlayalım: Birinci Dünya Savaşı sonrası ülke yenilmiş, Türk milletini tarihe gömecek utanç verici anlaşmalar imzalanmış, boyunduruk vurmuşlar. İşte, öyle bir ortamda Gazi Mustafa Kemal yollara düşmüş. Ne için? Kurtuluş ve kuruluş Meclisini milletle birlikte kurmak için. Eşsiz, benzersiz ve dünyaya ilham veren bir hadisedir bu arkadaşlar. Yapanlara, yaratanlara, bu Meclisi kuranlara rahmet diliyorum, onlara minnetlerimizi, şükranlarımızı buradan sunuyorum.

Değerli arkadaşlar, ne yazık ki bazıları, ideolojik prangaları nedeniyle bu muazzam eserin anlamını tam olarak anlayamadılar. Tarihsel kişilikleri ve olayları kendi şartları içinde değerlendirmekten âciz kalındı. "O mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler."

Değerli parlamenterler, o hakikaten büyük Türkiye Meclisi ki dünyada faşist akımların moda olmaya başladığı dönemlerde Türk milletini hiçbir ırk referansına ihtiyaç duymaksınız tanımlayan bir Meclis. Ne diyor 1924 Anayasası: "Türkiye Cumhuriyetini kuran ahaliye Türk milleti denir." nokta.

Beyler, burada sadece Cumhurbaşkanını eleştirip haksızlık etmeyelim. Siz, Sayın Cumhur İttifakı'nın değerli üyeleri, bir önceki dönemde sizler Gazi Meclisi işlevsiz hâle getiren Anayasa oylamalarında bir kahraman edasıyla göstere göstere oy kullandınız, oy sandığının başında bir gün çok gurur duymayacağınız fotoğraflar çektirdiniz. İktidarın gücünü sadece muhalefetin değil, bizzat iktidar milletvekillerinin de denetlemesi gerektiğini göz ardı ettiniz. "Bu nasıl olur?" diye filan sormayın. Bu Gazi Meclis, çatısının altında Atatürk'e hesap sormuştur. Bu Gazi Meclisin çatısı altında Menderes ile Celal Bayar İsmet Paşa'ya kafa tutmuştur. Bu Meclisin çatısı altında Menderes'i, Menderes'in milletvekilleri düşürmeye kalkmıştır. Bülent Ecevit'i, rahmetli Demirel'i hizaya çektiler ama sizlerin, değerli iktidar grubunun üyeleri, Meclis sizlerin oylarıyla işlevsiz hâle getirildi. Şimdi de bütçe görüşmelerinin geçiştirilmesine göz yumuyorsunuz ve bu kayıtsız şartsız itaatkâr tutumunuzla sadece parlamenter demokrasiye zarar vermekle kalmıyorsunuz, Sayın Cumhurbaşkanına da "Dost acı söyler." özdeyişinde anlamını bulunan sevginin sadakatini göstermiyorsunuz.

Değerli milletvekilleri, şimdi, gelin, tekrar bu yılın on bir güne sıkıştırılıp geçiştirilen bütçe görüşmelerine dönelim. Bütçeler hükûmetlerin karnesidir, kimliğidir. Bütçesine bakarak bir hükûmetin kimin hükûmeti olduğunu anlarsınız. Bütçesine bakarak bir hükûmetin kimlere ve neye hizmet ettiğini anlarsınız. Bütçe sadece bir gelir, gider hesabı değildir, aynı zamanda bir siyasi hesaplaşmadır. Millet ile iktidar arasında bütçe helalleşmedir. Millet adına görevi de Meclis yapar. Denetim yapamayan, vergi ve bütçe hakkını Cumhurbaşkanına devreden Meclis, halkın ümit ve güven kapısı olmaktan çıkmış demektir.

Bütçe görüşmeleri, demokratik bütün ülkelerde bir demokrasi şölenidir. Ben genç bir asistanken bütçe görüşmeleri olduğu zaman mesaiden kaçardım Sayın Demirel ile Sayın Özal'ın karşılıklı polemiklerini izleyebilmek ve öğrenmek için. Bizim ülkemizde de böyleydi yani. Ne yazık ki son Anayasa değişikliğiyle bütçe görüşmeleri zoraki ve zorunlu bir merasime dönüştürülmüştür. Oysa bütçe yetkisi öyle önemli bir yetkidir ki bizzat parlamentoların varlık sebebini teşkil eder.

Değerli iktidar milletvekilleri, bu bütçe 17'nci bütçeniz, bu bir rekordur, tebrik ediyorum, bravo! Ancak anlayamadığım bir şey var: 17 bütçe sonra çıkıp millete hâlâ "Biraz daha bekleyin." nasıl diyebiliyorsunuz? AK PARTİ'nin ilk bütçesini 2003 yılında Meclise sundunuz. Dönemin Maliye Bakanı merhum Unakıtan geçmiş yılları suçladı, başta 57'nci Hükûmeti olmak üzere. "Mali disiplin, ekonomik istikrar." dedi. 2003 yılının tasarruf yılı olacağını ve halkın yüzünü güldüreceğine söz verdi. Sonra Sayın Şimşek, arkasından Sayın Naci Ağbal bu kürsüye çıktılar. Onlar da geçmiş yılları suçladılar, onlar da "Mali disiplin, ekonomik istikrar ve tasarruf." dedi. Sonra sıra Sayın Berat Albayrak'a geldi, o da aynı şeyleri söyledi, "Mali disiplin, ekonomik istikrar, tasarruf..."

Şimdi, 2003 yılı tasarruf bütçesiydi, sabredersek her şey düzelecekti. 2019 yılı bütçesi yine tasarruf bütçesi, yine sabredersek her şey düzelecek. Millete hep sabır düşüyor nedense. 2003 yılında ilk bütçenizi sunarken yıllardır uygulanan yanlış programlar, yönetim hataları ve gerekli reformların zamanında yapılmaması nedeniyle ülkemizin yüksek enflasyon, büyük bir kamu borç stoku, istikrarsız büyüme, dengesiz gelir dağılımı, yüksek işsizlik gibi ciddi sorunların içine düştüğünü söylüyordunuz. Yıl 2018, 17'nci bütçenizi görüşüyoruz ve ben bu kürsüden soruyorum, samimiyetle: Enflasyon sorunu devam ediyor mu, etmiyor mu? Ediyor. Büyük bir kamu borç stoku var mı? Var. Büyüme istikrarsız mı? Evet. Peki, gelir dağılımı dengesiz mi? Dengesiz. Yüksek işsizlik var mı? Var. Enflasyon sorunu devam ediyor mu? Ediyor. O zaman kardeşim, siz hiçbir şeyi başaramamışsınız, ne gerek var size bir şey yapmayacak olduktan sonra?

Başaramadığınıza göre, ya yanlış bir program uyguladınız ya yönetimde hata yaptınız ya da gerekli reformları zamanında yapmadınız. "Bütün bunları yaptık ama netice alamadık." diyorsanız, o zaman da beceriksizsiniz kardeşim. O yüzden, ekonomiyi tam bir kısır döngüye soktunuz. İthalat düşerken, cari açık azalırken sevinmemiz lazım gelir, endişe içindeyiz. Neden? Çünkü ihracat üretime değil, ithalata bağlı. İthalat düşerken bu defa üretim de düşüyor. Üretim düşünce işsizlik artıyor ve tam yüzde 5,4 istihdam kaybı var şu anda.

Şimdi, değerli arkadaşlar, samimi olarak söyleyin, samimi olarak, içinizde üç ay içerisinde kurun kaç para olacağını bilen var mı?

ENGİN ALTAY (İstanbul) - Allah bilir, Allah bilir efendim.

AYTUN ÇIRAY (Devamla) - Faizi belirleyen mevduat havuzunun üçte 2'sini yabancılar oluşturuyorlardı. İçi boş atarlanmalarınız, hukuk tanımazlığınız nedeniyle güven vermediğiniz için çoğu gitti, geriye kala kala yerli mevduat kaldı, onu da bankalar borç ödemelerinde kullanıyorlar. Vatandaşın evi geçen sene 100 bin dolar ediyorsa şimdi 60 bin dolar eder hâle geldi. Asgari ücret 425 dolardan 345 dolara düştü. Fakirleşme diz boyu. Bütçe bu. Böyle bir konjonktürde bir parti düşünün ki 17'nci bütçesini yapıyor ve bütçeden düşe düşe millete, sürekli bir sabır payı düşüyor. Acaba daha kaç yıl sabretmesini bekleyeceksiniz, merakla bekliyoruz.

Devlet, içeride ve dışarıda borca batmış, sanayileşme durmuş, para pul olmuş; büyüyen Türkiye yerini küçülen, büzülen Türkiye'ye bırakmış; her 4 gençten 1'isi işsiz, her 3 çocuktan 1'isi yeteri kadar beslenemiyor, ısınamıyor, giyinemiyor. İşte, Türkiye'yi getirdiğiniz nokta budur ama siz hâlâ "bekleyin" diyorsanız merak etmeyin, bu seçimlerde de inşallah, millet size "Biraz da siz bekleyin kardeşim." diyecektir.

2003 yılındaki konuşmasında Sayın Erdoğan, Sayın Cumhurbaşkanı diyor ki: "Asgari ücretin azami sefalet ücreti olmaktan çıkıp insanca bir yaşam ücretine dönüştürülebilmesi için çalışmalarımız sürmektedir. Hükûmet olarak önümüzdeki yılı işsizlikle mücadele yılı olarak ilan ediyoruz." Yıl 2003. Yıl 2018, asgari ücret yine sefalet ücreti, işsizlik daha da artmış, Asgari Ücret Tespit Komisyonuna katılan işçi kardeşim Gülden'se diyor ki: "İnsanca yaşamak istiyoruz, sadece insanca yaşamak istiyoruz." Peki, işsizlikle mücadele var mı bu bütçede? Yok. Çünkü sizin işsizlik gibi bir derdiniz yok. İşsizlikle mücadele diye bula bula Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği üyelerine "1'er insan alın." talimatını buldunuz. Bilgi bu kadar, ufuk bu kadar, vizyon bu kadar. Sizin, işsizliği önlemekten anladığınız yeni iş alanları açmak falan değil, kendi yandaşlarınıza iş temin etmek.

Tarih 28 Aralık 2004, Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünde yine Sayın Erdoğan var, diyor ki: "Biz meydanlarda 'Gelir gelmez cepleriniz şişecek.' demedik ya. Üç yıl dedik, üç yıl, üç yıl bekleyeceksiniz dedik." Yıl 2018 arkadaşlar, yine "bekleyin" diyorsunuz. Kaç tane üç yıl geçti aradan? 5 tane. "On altı yılda 14 seçim kazandık." diye övünüyorsunuz. Doğrudur, bu millet size ne istediyseniz verdi. Peki, siz bu millete ne verdiniz kardeşim? Siz, milletten aldınız, ne istediyse FETÖ'ye verdiniz; siz fakir fukaradan alıp beşli çeteye verdiniz.

Çıkıp buraya, övünüyorsunuz "Çok iyi yönettik." diye. Çok iyi yönettiyseniz neden 6 milyon işsiz, 23 milyon yoksul var, neden? 40 kişilik temizlik işçisi alınacak dendiği zaman niçin 50 bin kişi sıraya giriyor? Sonra, siz çıkıp "şunu yaptık, bunu yaptık, şunu yaptık" diye övünüyorsunuz. "Şunu yaptık, bunu yaptık." nutuklarını bir araya getirirsek çok güzel bir Adalet ve Kalkınma Partisi masal kitabı ortaya çıkar.

Arkadaşlar, üretmeden tükettiniz, olmayanı harcadınız, har vurup harman savurdunuz, sıcak parayla, rantla, inşaatla bugünlere geldiniz ama deniz bitti. Şimdi sorunları halının altına süpürerek yerel seçimlere kadar gitmek istiyorsunuz. Her seçimde ortaklarınızı, her seçimde düşmanlarınızı değiştirerek bugünlere geldiniz. Namık Kemal'in dediği gibi "Kaza her feyzini, her lütfunu bir vakt için saklar." Yani her iyiliğin bir vakti vardır. İşte o vakit, nasipse, 31 Marttır.

Değerli vekiller, esasen Sayın Erdoğan gücünü, tarihimizde hiçbir lidere nasip olmamış bir şekilde, dış destekten almıştır. Bu nedenle, kendisine güçlü lider izlenimini yaratan temel unsurların başında dış politikanın geldiğini bilerek onu iç politikada da kullanmaktadır. Büyük devletlerle karşı karşıya gelmekten hiçbir biçimde çekinmeyecek bir lider görüntüsü her seçim stratejisinin bir parçasıdır. Bu yüzden, dış politikanın yüksek genel çıkarlarımız doğrultusunda yürütülmek yerine iç politikaya alet edilmesinin bedelini bazen onur kırıcı bir şekilde ödüyoruz. Doların 7 lirayı zorlaması ve enflasyonun âdeta patlama yapması izlenen iki endeksli yanlış dış politikaların sonucudur.

Ekonomik bedel milletimize çok ağır ödetilmiştir fakat burada asıl onur kırıcı tehlike, AK PARTİ'nin hukuku ancak güçlü ülkelerin baskısıyla uygulayan veya uygulamayan bir iktidar görüntüsü vermesidir. Sayın Erdoğan önce asıyor kesiyor, sonra ne yazık ki geri adım atıyor. Amerika'ya Osmanlı tokadı atmaktan söz ediyor, hep birlikte ayağa kalkıyoruz, gururlanıyoruz. Brunson'ı kastederek "Bu fakir görevde olduğu sürece bu teröristi alamazsın; ver papazı, al papazı." diyor. Tam bunları söylerken Brunson'ı Amerika'ya götürecek jet Brunson'ın mahkemesinin önünde bekliyor. Bir bakıyorsunuz, akşamına, Brunson Trump'ı Beyaz Saray'da takdis ediyor. Bir de bize nispet yapıyorlar.

Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel ülkemizde terör propagandası yapmaktan yargılanan bir gazeteciyi diplomatik girişimlerle serbest bıraktırdıklarını söylüyor. Rus uçağı düşürülüyor, önce yarışılıyor "Biz talimat verdik, biz talimat verdik." diye, arkasından da Putin'den özür dileniyor. Beyler, bunlar eleştiri sınırlarını aşan önemli hadiselerdir çünkü esas itibarıyla bir egemenlik sorunu ortaya çıkıyor, egemenlik. Böyle devlet yönetimi olmaz. Böyle bir devlet yönetimi, bizi satranç tahtasında piyon durumuna düşürür. Bu arada, altını çizerek vurgulamamız gereken nokta şudur: Bizim AK PARTİ'nin yanlış dış politikalarını eleştirmemiz dış dünyanın yanında yer aldığımız anlamına gelmez. Bunu şiddetle reddederiz. Tam aksine, bizim AK PARTİ'nin dış politikasını eleştirmemizin temel nedeni, iç siyasete endeksli olmayan millî bir dış siyaset anlayışımızdır. Türk milletinin onurunu, Türk devletinin yüksek çıkarlarını ancak millî ve geleneksel dış politikayla koruyabiliriz. Yani biz "Dış politikada AK PARTİ rezil olsun, biz de seçimlerde zafer kazanalım." diye düşünmeyi zül kabul ederiz, ahlaksızlık kabul ederiz. Buna dayalı bir başarı istersek o başarı da bize haram olsun. Ancak başta Sayın Cumhurbaşkanı, seçim başarısı getirecek diye niteledikleriyle uzun zaman yol yürüdüler.

Değerli vekiller, neyi kastettiğimi anlıyorsunuz. Elbette, yaptığı kötülüklerle cehennemde rezervasyonu çoktan yapılmış olan FETÖ hıyanet şebekesinden bahsediyorum. Bu sinsi örgüt, çok uzun dönemli bir sinsi projeyle fakir ve masum Anadolu çocuklarını zehirledi. Sonra "altın nesil" adıyla yargı, Emniyet bürokrasisi ve Türk Silahlı Kuvvetlerine yerleştirdi; önce kozalar hâlinde, sonra salkım salkım şeytani bir sinsilikle. Amaçlarına ulaşmak için "dinler arası diyalog" "hoşgörü" gibi kavramları kullandılar. Üniversitelerde tanınmış akademisyenler, etkin gazetecilerle temas kurdular. Lincoln'ün sözündeki "Bir kısım insanları sürekli aldatabilirsiniz." bölümü tam bu örgüt içindir. Hatta çok kısa süreliğine dahi olsa herkesi aldatmayı da başardılar. Sonra uyanışlar, uyarılar başladı. Ancak dikkate alınmadılar. Uyarıda bulunanlardan da FETÖ'cüler kumpas davalarıyla intikamlarını aldılar.

Değerli milletvekilleri, bu şebeke, hedeflerine siyasi iktidarların desteği olmazsa ulaşamayacaklarını biliyordu. Bunun için her güçle temas ettiler, her siyasi partiyle ilişki kurmaya çalıştılar. Onların güvenini kazanmak için yapılacak ne varsa yapmaya çalıştılar. Bunun semerelerini de aldılar. Ancak bu kadarı onlar için çok azdı. Aradıkları fırsat Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarıyla geldi. 28 Şubatın tesis ettiği mağduriyet zemininde Adalet ve Kalkınma Partisine yaklaştılar. Sonuçta, 2002'de Adalet ve Kalkınma Partisi iktidar oldu. O zamanki adıyla "hizmet hareketi" Adalet ve Kalkınma Partisinin devlet yönetimi için ihtiyaç duyduğu eğitilmiş bürokratik kadrolarını ona tahsis etti. Yüksek Seçim Kurulu, yargı, Emniyet bürokrasisi, Türk Silahlı Kuvvetleri, Dışişleri; devletin en kritik birimleri FETÖ'ye tahsis edildi. Bu konuda Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve MİT'in en canhıraş çığlığı olan 2004 Millî Güvenlik Kurulu Raporu ne yazık ki sümen altı edildi ve bu sümen altı edilme olayı zamanın Başbakanlık Müsteşarının kitabında bir suç ikrarı olarak durmaktadır.

Değerli milletvekilleri, bunları, FETÖ Darbesini Araştırma Komisyonunda, görevini Türk milletine karşı sorumlu olduğu duygusuyla, diğer üye arkadaşlarıyla beraber yapan bir üyesi olarak söylüyorum. Sayın Erdoğan FETÖ'nün 17-25 Aralık yolsuzluk temelli yargı ön darbesinin biraz öncesine kadar bu şebekenin faaliyetlerini ne yazık ki görmezden geldi. "Ne istediniz de vermedik?" sözü bunun itirafıdır. Sonra, bu kanlı açgözlülerin artık siyasi iktidarın tamamını isteyecek güce eriştiklerini ve bunu kendisine karşı kullanacaklarını da anlayınca harekete geçmek için uygun zamanı bekledi ve 17-25 Aralık bunun için en uygun zamandı. Sonra, bildiğiniz süreci yaşamaya başladık. FETÖ tamamen deşifre olmadan önce, 15 Temmuzda buna bir karşılık verdi. Ancak bunun hâlâ ne kadar doğru bir varsayım olduğunu bilmiyoruz çünkü araştırma komisyonu tam belli bir mesafe kaydetmişken ve projektörler araştırma komisyonuna çevrilmişken 16 Nisan 2017 referandumuna giden süreç başladı, Türkiye'nin gündemi değişti. Komisyon da Sayın Erdoğan'ın direktifleriyle battal hâle geldi. Bu, Meclisimizin bugünkü işlevsiz olma akıbetini haber veren en sembolik olaylardan biriydi.

Değerli milletvekilleri, 17-25 Aralığa kadar FETÖ-AK PARTİ ilişkisi ne yazık ki gönüllü, tarafların karşılıklı çıkarlarını ve arzularını gözeten simbiyotik bir ilişkiydi. Eğer bu şebeke amacına ulaşsaydı 16 Temmuz sabahı başka bir Türkiye'ye uyanacaktık. Allah her görüşten demokrasi yanlısı evlatlarından razı olsun, onlar sayesinde ve aynı zamanda Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve Türk polisinin sadık evlatları sayesinde bu hain kalkışma önlenmiş oldu. Onlara milletçe şükran borçluyuz; o şehitleri rahmetle anıyoruz, gazilere saygılarımızı gönderiyoruz. Ama Adalet ve Kalkınma Partisi seçimlere endeksli politikaları ve seçim süreçlerini buna göre yönetmeyi işte bu şebekeden öğrendi.

Ancak geldiğimiz nokta çok açık, yanlıştan doğru çıkmaz. Tarihimizin, altından kalkılması belki en zor ekonomik krizinin başındayız, samimiyetle millî birlik ve bütünlüğe de ihtiyacımız var. İşsizlik rakamları daha birkaç gün önce açıklandı; makyajlanmış hâliyle yüzde 11'i geçiyor, muazzam bir rakam. Kısaca, çok çetin, çok uzun bir kış kapımızda. Gören gözler, işiten kulaklar, düşünen zihinler için bu kriz hiç şüphesiz sürpriz değil, onlar bunu çoktan görmüşlerdi.

Tekrar hatırlatayım, ne demişti Lincoln? "Bazı insanlar her zaman aldatılabilirler." Bu çetenin öğrettiği en önemli iş budur. Her zaman aldatılan bu bazı insanları sayısal olarak sabitlemek. Bu, büyük bir strateji. Şimdi, burada saymak istemediğim FETÖ metotlarıyla, ne yapılırsa yapılsın oy verme biçimlerini değiştirmeyen bir popülasyon yaratıldı. Ben bunlara "demokrasinin tıkacı" diyorum. Yanlış yönetim anlayışını eleştiriden azade idame etme pahasına bu yaratılan popülasyon bir anomalidir, anomali. Hiçbir siyasi bünye, hormonlanmış inorganik büyümeyle sağlıklı yaşayamaz. Bakın döviz kurları nerelere çıktı. 31 Marttan sonra inşallah, beklediklerimiz, tahmin ettiklerimiz ortaya çıkmaz. Vazgeçtik yabancı sermaye girişinden, Türk zenginleri dövizlerini kaçırıyor. Ya enflasyon? Sizden önce iyi olan, kalıcı iyileşme sürecine girmiş olan ne varsa beter ettiniz, kangrene çevirdiniz.

57'nci Hükûmet çok önemli işler yaptı arkadaşlar, burada zaman zaman gelip eleştiriyorsunuz. Benim o Hükûmette Sayın Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz'ın Danışmanı olarak bürokratik görevim vardı. Tarihe karşı çok önemli kararlar alınmıştır. On sene onların kararlarıyla idare ettiniz, bir teşekkür edin. Sürekli geçmişi suçlayarak... Hadi, bir geçmişi suçladınız 2002'de; sonraki geçmiş sizsiniz, neyi suçluyorsunuz? 2002'de siz iktidara geldiğinizde PKK terörü sıfırlanmıştı. Güneydoğuda eğer uygulamaya konacak sosyokültürel bir projeniz olsaydı güneydoğu o imkânlarla bir çiçek bahçesine dönebilirdi. Siz ne yaptınız? Hınçları bilediniz.

Elhamdülillah, şükür, hepimiz Müslümanız, "Dinimiz yegâne tutkaldır." demek için bu milleti kaç etnik topluluğa bölüp ayırdığınızı takip edemez hâle geldik; 26'yla başladınız, 36 etnik topluluğa çıktınız.

FETÖ iltisaklı, sözde akil adamların aklıyla bölücü terör örgütünün uzantılarıyla müzakerelere başladınız. Terör örgütünün bölgede birçok hendek kazmasına ses çıkarmadınız. Sonra anket yaptırdınız, hendekleri kapatmak için, 532 şehit verdik. Ayrıca, oradaki garip gurebanın, fakir fukaranın evini barkını başına yıktınız.

Çözüm süreçlerinizin hepsi Türk milletine büyük bedeller ödetti fakat bu bedelleri kontrolünüz altındaki medyayla ters yüz ettiniz, "başarı" diye pazarladınız. Şehit aileleri ne olduğunu anlayamadan, ellerinizi yıkayıp "Pardon, Apo da bizi aldattı." deyip, yürüyüp gittiniz.

Suriye'deki müdahaleleriniz yüzünden çok Müslüman kanı aktı, çok. 4 milyona yakın Suriyeli Türkiye'ye sığındı. Ne yapacağız şimdi? "35 milyar harcayıp etnik dokumuzu biraz daha zenginleştirdik, çeşitlendirdik; ülkemiz çiçek bahçesine döndü." mü diyeceğiz? Hiç hesapladınız mı Suriye politikalarının sade insanımıza nasıl yansıdığını, nelere mal olduğunu?

Sayın milletvekilleri, bakın, Amerika Birleşik Devletleri Suriye'den çekileceğini ilan etti, göreceğiz. Bu açıklama ile Amerika Dışişleri Bakanlığının Türkiye'ye 3,5 milyar dolarlık Patriot füzesinin satışına izin verileceğine dair açıklaması aynı ana denk geldi. Ki biz bunu olumlu buluyoruz. Sayın Hulusi Akar doğru bir siyaset uyguluyor -diğer polemiklerin dışında söylüyorum, bir devlet adamı anlayışıyla söylüyorum- bunu doğru buluyoruz şu anda ve Türkiye eğer oraya girecekse, Türkiye eğer kendi millî güvenliği için oraya girecekse bunun da arkasında oluruz. Ancak Rusya'dan aynı amaçla S-400 füzesi aldınız, ne yapacağız şimdi onu? Bu S-400 füzesini gömeceğiz. Günah değil mi? Hem Patriot hem S-400 bir arada olmaz. Yani bu hâlimiz Suudi Arabistan'a benziyor. Hani Suudi Arabistan kralları kendilerini korusun diye ikide bir Amerika'dan silah alıyorlar ya, o hâle dönüşüyoruz. Hatır için silah mı alınır? (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)

Arkadaşlar, bu israf, bu yanlış işler, market raflarındaki fiyatların 5'e katlanmasına neden olmasaydı millet olarak bu kadar etkilenmezdik. Fazladan alınan her silah pazar tezgâhlarındaki sebze meyve fiyatlarını yükseltiyor. İflaslar bir salgın gibi iş dünyasını kavuruyor. Biz kullanmayacağımız S-400 alalım, sonra enflasyonu düşürmek için soğancılara baskın yapalım. Yani böyle bir siyaset olabilir mi? İşte hâlimiz bu, Meclisimiz bu.

Yüceliğini ve kutsallığını eşsiz kurtuluş ve kuruluş sürecinden alan Meclisimiz bu tür bir muameleyi hak etmiyor. Kurucularımız, bu çatının, Türk milletinin onurunun tükenmeyen kaynağı, büyük medeniyet yolculuğunun kılavuzu olmasını arzuluyorlardı. Biz, bu ideale sadığız ve gereğini yapacağımıza millet önünde söz veriyoruz. Bu yolda, çağa uygun, güçlendirilmiş bir parlamenter sistemi ve mutlak güçler ayrılığına dayalı anayasal bir devleti inşa etmek idealinden vazgeçmeyeceğiz. Bizim için bundan daha kutsal bir misyon, daha açık bir vizyon olamaz.

Meclisimizin ve onun içinden çıkan Meclis hükûmetinin asli anlamı ve önemi budur ama bu benzersiz değeri maalesef bozuk para gibi harcadınız. "Yapmadık, hayır yerinde duruyor." demeyin; kimse inanmaz, inandıramazsınız. Üstelik bu yıl, milletvekili olarak bizlerin nispeten iyi günleri, 31 Mart yerel seçimleri var diye millet biraz kulak astı buralara. 31 Mart yerel seçimlerinden sonra dört sene yok bir daha seçim, bu Meclis dikkatlerden daha çok kaçacak; gelecek yılı düşünün, ertesi yılı, ondan sonraki yılı; içinden hükûmet çıkmayan, denetim ve bütçe yapma yetkisi olmayan bir Meclise kulak kabartılması için sebep yoktur. Laf olsun diye söylemiyorum, işlevsiz Meclise kulak kabartmazlar. Diyeceksiniz ki: "Salı grup toplantıları var.", Cumhurbaşkanı ve sayın parti liderleri Meclisten halkımıza sesleniyor; doğru ama bu kadarıyla yetinmeye gönlümüz razı mı? Kaldı ki bu toplantıların naklen yayınlanmasının bile bir garantisi yok. Bir salı sabahı uyandığınızda bakacaksınız ki Meclis TV yayınları kapatılmış. Gerekçe mi? Gerekçeden kolay ne var, al sana gerekçe: "Milletin huzurunu korumak." Al sana gerekçe: "Milleti gerginliğe düşürmemek, bilmem hangi terör örgütünün propagandasına maruz bırakmamak." Olmaz mı diyorsunuz? Acele etmeyin, hemen karar vermeyin; bu memlekette son on altı yıldır "Asla olmaz, olmaz." denen her şey oldu. Bir düşünün, bu memleketin Genelkurmay Başkanı, terör örgütü başkanı olmaktan tutuklandı. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar) Bir düşünün, bu ülkenin bir başka Genelkurmay Başkanının başına silah dayandı. Hadi bunlar kanlı, dinbaz hıyanet çetesinin yargıyı tamamen 12 Eylülle ele geçirmiş olmasının bir sonucuydu; peki, şimdi, Sözcü'nün hedefe konduğu dava nereden çıktı? Emin Çölaşan ile Necati Doğru gibi bu memleketin sadık evlatlarına FETÖ'cü davası nereden çıktı? Son olarak, bütün bunları gördükten sonra Meclis Televizyonunun kapatılıp kapatılmayacağı konusunda emin misiniz?

O hâlde sayın milletvekilleri, şimdi biraz geçmişe bakalım, 16 Nisan 2017 referandumuna. O gün parlamenter demokrasiye nokta kondu, demokrasinin kaynağı olan Meclisin iyice işlevsiz kalacağı bir rejimin önü açıldı. Ama dikkat ederseniz bir nokta kondu dedim, son nokta demedim çünkü Türk milleti kendi bekası için kendisini var eden kaynağa dönecektir, dönmek zorunda kalacaktır. Bir kehanette bulunmuyorum, Türk milletini tanıyorum, bunun olacağını biliyorum. Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran ahalinin günümüzdeki kuşaklarından oluşan her kökenden Türk milletinin unsurları, eminim bu kutsal çatıyı başlangıçtaki anlamına yakışır bir şekilde yeniden canlandırıp ayağa kaldıracaklardır. Hani Türkiye Cumhuriyeti'ne "Doksan yıllık parantez arası" demeye cüret edenler var ya, neyin parantez arası neyin ana cümle olduğunu o zaman görecekler.

Saygıdeğer milletvekilleri, bildiğiniz gibi, 16 Nisan 2017'de Yüksek Seçim Kurulunun tam kanunsuz hokus pokusundan sonra süper baskın seçime karar verildi. Süper baskın seçimin 3 nedeni vardı: İlki, ekonominin ufkunda beliren kara bulutlar. İkincisi, Sayın Meral Akşener'in liderliğindeki İYİ PARTİ'nin önlenemez yükselişi. Üçüncüsü ve en önemlisi, 16 Nisan 2017 referandumunun gerçek amacını bir an önce hayata geçirmek. Amaç, mutlak iktidarı güya anayasal zemine taşımak. Kuvvetler ayrılığı varmış gibi bir görüntü altında yeni bir rejim ihdas ettiler. Peki, Cumhur İttifakı'nın üzerine titrediği bu yeni rejimin zeminini kim hazırlamıştı? Arkadaşlar, üzülerek söylüyorum, 12 Eylül 2010 referandumuyla bu yeni rejimin zemini hazırlandı, "12 Eylülde mezardakilere bile oy kullandırın." diyenler hazırladı. Bu referandumla sağlanan hukuki dayanaklarla Türk ordusunun asıl evlatları hapislere atıldı ve nihayet 15 Temmuz 2016 hain kalkışmasına bizi yine 12 Eylül 2010 referandumu getirdi.

Konuşmamı bitirirken değerli milletvekilleri, özellikle sizlere seslenmek istiyorum. Biliyorsunuz ki bize Adalet ve Kalkınma Partisinin bazı yöneticileri aynı gemide olduğumuzu söylediler. Bundan elbette mutluluk duyuyorum ama hemen bundaki sunilik kendini ele veriyor çünkü aksıyor, inanmadığınız bir şeyi dile getirmenin bütün emarelerini gayriihtiyari sergiliyorsunuz. Aynı gemide olduğumuzu hatırlatmaya gerek var mı? Tabii ki aynı gemideyiz, tabii ki aynı gemideyiz; bunu biz biliyoruz. Bütün uyarılarımızın, eleştirilerimizin, ekonomi politikalarınızı acilen değiştirmenizi istememizin tek sebebi bu, hepimiz aynı gemideyiz. Bu gerçeği ne aklımızdan ne kalbimizden çıkarmamız mümkün değil. Keşke sizler de bunu böyle kalpten bir içtenlikle yapsanız. Eğer bunu yaparsanız ve yapsaydınız çocuk ile şeytanı yan yana getiren Diyanet İşleri Başkanı bugün bu göreve hiç gelmemiş olurdu.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Buyurun Sayın Çıray.

AYTUN ÇIRAY (Devamla) - Dışlayıcı, hukuksuz, anayasasız, keyfîlik rejimlerine aklı başında sermaye gelmez. Maceracılar bile sizin dümeninde olduğunuz geminin içine sokulduğu kayalıklardan çıkmasının ancak mucizeye kaldığını bilirler. Mucizeler, adı üstünde mucizedir ve biz, mucizelerin milletiyiz çünkü mucize, bazen insan olup Atatürk olarak vücut bulur.

Saygılarımı sunuyorum arkadaşlar. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Çıray.