| Konu: | İSTANBUL MİLLETVEKİLİ AYKUT ERDOĞDU VE 24 MİLLETVEKİLİNİN; DEVLET ELİYLE YAPILMASI GEREKEN BOR TUZLARININ ARANMASI VE İŞLETİLMESİ İŞLERİNİ İHALE İLE ÖZEL ŞİRKETLERE YAPTIRDIĞI VE BU İHALELERE KAMU İHALELERİNE KATILMASI YASAKLI KİŞİLERİN KATILMASINA İZİN VERDİĞİ İDDİASIYLA ENERJİ VE TABİİ KAYNAKLAR BAKANI TANER YILDIZ HAKKINDA BİR GENSORU AÇILMASINA İLİŞKİN ÖNERGENİN ÖN GÖRÜŞMESİ |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 32 |
| Tarih: | 30.11.2012 |
BDP GRUBU ADINA EROL DORA (Mardin) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Sayın Taner Yıldız hakkında verilen gensoruyla ilgili olarak Barış ve Demokrasi Partisi Grubu adına söz almış bulunuyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Konuşmama başlamadan önce, biraz önce Muş Milletvekilimiz Sayın Sırrı Sakık, Sayın Bakanımıza bir soru yöneltmişti, ben de aynı soruyu kendisine yöneltmek istiyorum: "HES projelerinde, sizin kurumunuzda üst düzey görevlilerden kaç kişinin kardeşi veya yakınları HES projelerini kapattılar ve sonradan satışa sundular?"
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; üzülerek ifade etmek gerekiyor ki Türkiye Cumhuriyeti birçok alanda olduğu gibi enerji alanında da dışa bağımlı bir ülke olmaya devam etmektedir. Uygulanan yanlış enerji politikaları ülkemizin dışa bağımlı ülke olmasının başlıca nedenleri arasındadır. Son olarak elektriğe ve doğal gaza yapılan zam ise uygulanan yanlış enerji ve savaş politikalarını bir kere daha gündeme getirmiştir. Türkiye, şu anda dünyanın en pahalı petrolünü kullanmaktadır; doğal gazda da aynı şekilde dışa bağımlı bir ülke konumunu sürdürmektedir. Kısacası Türkiye, son yapılan istatistiklerde açık bir şekilde ortaya konulduğu gibi, yüzde 74 oranında enerjisini dışarıdan ithal etmektedir. Enerjide ithalat bağımlısı Türkiye'de 2009 sonu itibarıyla yaklaşık bir yıllık petrol rezervi ve yaklaşık iki aylık doğal gaz rezervi bulunmaktadır. Sayın Bakanın da açıklamasında belirttiği gibi, geçen kış aylık 400 lira doğal gaz faturası ödeyen bir ailenin faturası bu kış 520 liraya çıkacak. Asgari ücret alan bir vatandaşın bu faturayı ödedikten sonra nasıl geçineceğini hiç düşünüyor musunuz?
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; esasen bu son zamanlarda Hükûmetin art arda uygulamaya koyduğu zamlar, son yıllarda bütün uyarılarımıza rağmen sert bir şekilde sürdürülen güvenlik siyasetinin bir parçası olarak görülmektedir. Türkiye'de binlerce gencimizin ölümüne ve sakat kalmasına neden olan bu çatışmalı ortam âdeta bir canavar gibi ülkenin millî kaynaklarını yiyip bitirmektedir. Güvenlik konsepti uyarınca çatışmalarda yapılan masraf, üstüne bir de uygulanan yanlış enerji politikaları eklenince vatandaşlarımıza elektrik ve doğal gaz zammı olarak geri dönmektedir.
Değerli milletvekilleri, şu anda 1.600 civarında olan HES'lerin sayısı yapımı süren 200 HES daha eklendiğinde 1.800'lere çıkacaktır. HES yapımlarında yasa gereği yapımcı şirketin ÇED raporu alabilmek için köylülerin onayını alması gerekmektedir. Yaşama alanlarının ve doğanın tahrip edilmesini istemeyen köylüler, HES şirketlerine doğal olarak itiraz etmekte ve yaşadıkları yerlerde HES'leri istememektedirler. Ancak bu itirazlar dikkate alınmadığı gibi, Bakanlar Kurulu usulsüz bir yetki devriyle acele kamulaştırma yetkisini de EPDK'ya devretmiş, Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu ise bu yetkiyi başvuran her firma için hemen kullanabilmiştir. Bir savaş kanunu olarak bilinen acele kamulaştırma, doğayı tahrip ettiği bilirkişi raporlarınca açıkça ifade edilen HES yapımları için pervasızca kullanılabilmektedir.
Bakanlığın bir diğer yanlış enerji politikası nükleer enerji ile ilgili olarak uygulamaya soktuğu politikalardır. Dünyanın pek çok yerinde nükleer enerji çevreye ve insana verdiği zarardan dolayı terk edilirken, Türkiye'de birçok yerde nükleer enerji santrali açmaya çalışmak anlaşılır bir tutum değildir. Çernobil faciasının etkileri hâlen devam etmekte, Karadeniz'de pek çok insanımız kanserden dolayı hayatını kaybetmektedir.
Sayın Bakanın nükleer enerji ile ilgili basına yansıyan sözleri ise hakikaten de hayret vericidir. Sayın Bakan, basına yansıyan sözlerinde "Sigara, ortalama insan ömrünü 2,3 yıl, yoksulluk 700 gün, alkol 130 gün, kalp 2.100 gün öne çekiyor. Uçak kazaları ise Amerika Birleşik Devletleri'nde ortalama insan ömrünü 1 gün öne çekiyor. Nükleer santrallerin ortalama ömür kaybı ise sadece 0,03 gün olarak tespit edilmiştir." şeklinde bir beyanatta bulunmuştur.
Nükleer santraller yolu ile elektrik elde edilmesi, bütün diğer enerji elde etme teknolojileri ve yatırımları gibi çeşitli riskler barındırmaktadır. Seçilecek teknoloji ve yer seçiminden tutun da normal çalışma koşullarında ve hele hele herhangi bir kaza hâlinde sağlık ve çevre etkisi ile son derece riskli bir enerji elde etme yöntemidir. Nükleer enerji meselesi, beklenen fiyat artışlarına rağmen süreklilik arz eden, tamamen dışa bağımlı yakıt gereksinimi; savaş hâlinde koruma zorluğu, radyasyonlu atıklarının yok edilmesi, ömrü bittiğinde santralin sökümü ve bütün bunların maliyet hesaplarına değin bilimin bütün dallarını ve toplumun bütün çıkar gruplarını ilgilendiren teknik bir konudur. Nükleer enerjinin pek çok riski olduğu unutulmamalıdır. Bu bağlamda insan ve çevre sağlığının birincil derecede önemli olması gerekmektedir.
Değerli milletvekilleri, nükleer santraller barındırdığı risklerin yanı sıra çevreye yayılan zararlı radyasyonun en önemli kaynağı olarak nükleer santral kazaları ve radyoaktif atıkları, karşılaştığımız çevre sağlığı riskleri, bilimsel tabloda en ağır risk grubu olan hem gözlenemez hem de denetlenemez riskler arasındadır.
Nükleer santral ve zararlı radyasyon konusunda Türkiye'nin hukuk metinlerinde nükleer suç ve cezası tanımlanmamıştır. Çevreyi ve sağlığı etkileyen nükleer santral gibi önemli yatırım kararlarında danışma ve karar verme süreçlerine katılıma dair birey hakları ülkemizde eksik ve engellerle doludur.
Enerji ve nükleer enerji yalnızca sanayi sektörünün değil, tarım, orman, turizm, sağlık gibi tüm sektörlerin içinde bir yerdedir.
Küresel ısınmanın çözümü diye nükleer santral yatırımı yağmurdan kaçarken bataklığa saplanmaktır.
Ülkemizde ÇED ticari bir iş olarak özel firmalara yaptırılmaktadır. Bu nedenle, işletme ÇED'e değil, ÇED işletmeye uydurulmakta, bazı madencilik, petrol arama gibi sektörler kapsam dışında tutularak ÇED anlamsızlaştırılmaktadır.
Ülkemizin uygulanmayan mahkeme kararlarıyla dolu, bozuk çevre koruma sicili bizlerin ve tüm yurttaşların nükleer santraller konusunda son derece ihtiyatlı olmasını gerektirmektedir.
Nükleer santraller, hiçbir ülkede sigorta şirketlerince sigortalanmaz çünkü bir nükleer kaza sonucunda oluşacak ve kuşaklar boyu sürecek, Çernobil felaketinde olduğu gibi, birkaç ülkenin ekolojik felaket bölgesi ilan edilmesine neden olabilecek insan ve çevre sağlığı kayıplarının maddi ve manevi boyutu tahmin edilemeyecek ve karşılanamayacak ölçüde büyük olabilir.
Nükleer santraller gerek yatırım ve işletme aşamasında gerekse atıkları ve ekonomik ömür sonu sökümü yüz yıl süren radyasyonla kirlenmiş santral parçaları nedeniyle kirli, yatırımı ve ürettiği enerji maliyeti pahalı olduğu kadar tümüyle dışa bağımlı ve yakıt kaynakları sınırlı teknolojilerdir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; biraz da Suriye'deki olaylara değinmek istiyorum. Suriye'de yaşanan son durum hepimizi derin bir şekilde etkilemekte ve endişelendirmektedir. Son günlerde daha da şiddetlenen çatışmalarla beraber Suriye'de yaşanan olayların bütün Orta Doğu'yu etkileyecek boyuta geldiğini görmekteyiz.
Suriye'de Mart 2011'den bu yana süren ve 50 bine yakın sivilin ölümüne yol açan çatışmalarla ortaya çıkan Suriye krizi, bölgesel ittifakların Orta Doğu'nun bu havzasında ne denli kırılgan olduğunu bir kez daha göstermiştir. Kriz sürecinde Türkiye'nin izlediği aktif politikaların karşılaştığı direnç de, AK PARTİ İktidarında kapasitesini bir hayli genişleten Türkiye dış politikasının sınırlarını görme imkânı sağlamıştır. Orta Doğu'da büyük bir ivme yakalayan Türkiye, Suriye krizinde bölgesel gücünün sınırlarını ve Orta Doğu'daki devrim taleplerini yönlendirme kapasitesini test etme ve sonuçta bölgesel aktörlerle ilişkilerini gözden geçirme ihtiyacı duymuştur. Türkiye'nin "Orta Doğu'da oyun kurucu ülke" söylemiyle yürüttüğü ve kimi çevrelerde "Yeni Osmanlıcı" diye nitelenen politikası Suriye'de güçlü dirençle karşılaşmış, devrim arayışlarına verilen güçlü siyasi ve askerî desteğe rağmen geçen şu zamana kadar hedefine ulaşamamıştır. "Komşularla sıfır sorun politikası" ile yola çıkan Hükûmet, "sıfır komşu politikası"na doğru evrilmektedir.
Suriye krizinin bölgedeki en büyük etkisi Türkiye-İran ilişkilerinde olmuştur. Birleşmiş Milletlerin, Libya'da olduğu gibi güç kullanımını içeren bir yaptırım kararı alamaması üzerine, Suriye'de devam eden devrim konusunda yalnız kalan Türkiye, tüm komşularıyla ama özellikle İran'la ilişkilerinde büyük bir kırılma yaşamıştır. Yakın zamana kadar perde gerisinde büyük bir rekabet yaşansa da, iki tarafın da sık sık tekrar etmeyi sevdiği ifadeyle, Kasrı Şirin Anlaşması'ndan bu yana devam eden ve AK PARTİ İktidarında en üst düzeye çıkan ilişkiler bir hayli gerilemiştir, gerilmiş bir aşamaya gelmiştir. Gerilimin nedeni ise iki ülkenin Suriye'de rejim değişikliğinin sonuçlarını farklı okumalarıdır.
Şurası bir gerçek ki Türkiye, Esad rejiminin altı ay içinde yıkılacağını düşündü ve bütün dış politikasını bu plan üzerinde yaptı ancak Türkiye uluslararası camiada yalnız kaldı. Son olarak Katar'ın başkenti Doha'da yapılan toplantıda Suriye muhalefeti "Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu" adı altında yapısal bir değişikliğe gitmiş, Türkiye'nin ilişkili bulunduğu muhalefet etkisini kaybetmiştir. Açıkça görünüyor ki Obama yönetimi bu yapıyla daha fazla iş birliğine girmeyi tercih etmiştir.
Suriye'de çatışmalar hâlâ devam ediyor ve ölü sayısı her geçen gün daha da artıyor. Türkiye ise silah ve para yardımı başta olmak üzere Suriyeli muhaliflere destek vermekle suçlanmaya devam ediliyor. Bu durum, Türkiye'nin dış politikasının ne kadar yanlış olduğunu bir kere daha gözler önüne sermiştir. Üstelik Suriye krizinin başlarında yapılan anketlerde Türkiye kamuoyu, Suriye politikası konusunda Hükûmete büyük oranda destek veriyorken, içine girilen girdabın farkına varan kamuoyu son yapılan anketlerde bu desteğini büyük oranda geri çekmiştir.
Halk Suriye'ye yönelik bir müdahale istememektedir. Halkın yalnızca yüzde 18'i Suriye muhalefetine destek konusunda Hükûmetle aynı görüştedir. Amerikan, Alman Marshall Fonu tarafından yürütülen ve Türkiye kamuoyunun da görüşlerinin alındığı "Transatlantik Eğilimler" adlı raporda çıkan bu oran, Hükûmetin Suriye politikasına yönelik kamuoyu desteğinin düştüğünü göstermektedir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; biz, Suriye'de savaşın bir an önce bitmesini istiyoruz. Suriye'de yaşayan etnik ve farklı inançtaki bütün halkların, Arapların, Kürtlerin, Alevi Nusayrilerin, Ermenilerin, Asuri Süryanilerin ve Türkmenlerin özgürlüğünü ve eşitliğini garanti altına alacak laik ve demokratik bir Suriye istiyoruz. Bizim için önemli olan halkların iradesidir. Kendi halkını öldürmeye devam eden Esad rejimine hiçbir zaman destek vermedik, veremeyiz de.
Suriye'de rejim elbette değişmelidir. Ancak bu değişim dışarıdan gelen direktif ve politikalarla değil, bir bütün olarak Suriye halklarının iradesiyle olmalıdır. Suriye'de yaşayan halkların iradesi esas alınarak özgür, demokratik ve laik bir Suriye yaratılmalı ve bu haklar anayasal olarak güvence altına alınmalıdır. Türkiye'nin Suriye'ye yönelik dış politikası tam da bu temelde olmalıdır.
Türkiye dış politikasını Kürt fobisi üzerinden yürütmektedir. Oysa böylesi bir dış politikanın Türkiye'ye hiçbir şey kazandırmayacağı son derece açıktır. Türkiye'nin yapması gereken, Suriyeli Kürtler ve diğer halklarla iş birliğine girerek onlara dostluk elini uzatmak olmalıdır. Bu bağlamda, Türkiye Suriye'deki Kürtlerle olumlu ilişkiler geliştirdiğinde biz de Barış ve Demokrasi Partisi olarak destek vermeye hazır olduğumuzu ifade etmek istiyoruz.
Suriye'deki çatışmalardan kaçarak Türkiye'ye sığınan mültecilere Türkiye'nin kucak açması önemli ve insanidir. Ancak, üzülerek takip ediyoruz ki Türkiye farklı politikaların peşinde koşmaktadır. Savaş temelli politikaların ötesinde, dostluk temelli politikaların oluşturulması gerekirken, Suriye'de yaşayan etnik ve dinî temelli halklarla diyalog içine girilmesi gerekirken tam tersi bir tutum izlenmektedir.
Değerli milletvekilleri, bir ülkenin dış politikasını oluştururken kendi çıkarlarını gözetmesi kadar doğal bir şey olamaz. Ancak politikalar oluşturulurken demokrasi, insan hakları gibi evrensel birtakım değerlerin göz ardı edilmemesi gerekir. Evrensel olarak bütün insanlığın kabul ettiği değerler üzerinden dış politika oluşturmak varken, birtakım dinî referanslarla harekete geçmek ya da siyasetini bunun üzerinden kurmak o ülkeye kaybettirecektir. Ülkemizin içinde bulunduğu durumun bu olduğunu düşünüyoruz. Bu bağlamda, halkları tahakküm altına alan, onların iradelerini yok sayan, onlara yönelik düşmanca ilişkilerin geliştirilmesine yönelik yaklaşımlara katılmadığımızı ifade etmek istiyoruz.
Orta Doğu'nun iç içe geçmiş birçok sorunu barındırdığı bir gerçektir. Ancak, ne Orta Doğu ne de halkları, olumsuzluklarla özdeşleştirilmiş bir imaja mahkûm edilmemelidir. Orta Doğu ülkeleri, halklarından aldıkları güçle ve iç dinamiklerini seferber ederek barışçıl bir kalkınma seferberliği başlatacak potansiyele sahiptirler. Bölge halklarının bir arada yaşama iradesine, devletlerin egemenlik haklarına, bireylerin temel hak ve hürriyetlerine saygı, gerek ülkeler arasında gerek ulusal ölçekte kalıcı barışın ve huzurun temin edilmesinin ön şartıdır.
Adalet ve Kalkınma Partisi Hükûmeti ve devlet yetkilileri Suriye Kürtleriyle ilgili konuşurken kendi ülkelerinde milyonlarca Kürt'ün yaşadığını akıllarından çıkarmamalıdırlar. Bu tutum, Irak, Suriye ve İran'da akrabaları olan insanlar için son derece incitici ve dışlayıcı bir yaklaşımdır. Bu söylemler Türkiye'de yaşayan milyonlarca Kürt insanının vicdanına indirilmiş bir darbe şeklinde algılanacaktır. Suriye'ye yönelik herhangi bir müdahaleye karşıyız çünkü bu tutum savaşın derinleşmesi, insanların hayatlarını kaybetmesi anlamına gelecektir. Suriye Kürtlerinin kendi haklarına sahip çıkması ve kendilerini yönetmek istemeleri Türkiye için bir müdahale nedeni olmamalıdır. Böyle bir tutum uluslararası hukuk açısından da kabul edilemez. Suriye'nin geleceğine dış güçler değil, Suriye halkının kendisi karar vermelidir. Suriye'de yaşayan Kürtler ve diğer halklar kendileri için demokratik, özerk bir yapı arzu ediyorlarsa bu karara ancak ve ancak saygı duymak gerekmektedir. Esad kalsa da, gitse de Suriye'de yeni bir yapının oluşacağı muhakkaktır. Burada önemli olan, yeni oluşacak Suriye'nin halkların iradesine saygılı, demokratik ve laik bir hukuk devleti olması için çaba harcamaktır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Suriye'de iç savaş başladığı günlerde politika üretemeyen Adalet ve Kalkınma Partisi Hükûmeti geç kalmışlığın aceleciliğini ortaya koyarak Suriye politikası ve Orta Doğu politikasında daha fazla itibarsızlaşmıştır. Bu politika Türkiye'nin Suriye'ye yönelik makro hedeflerini değiştirmiş, Türkiye tüm Suriye politikasını Suriye'deki Kürtlerin kazanımlarını engelleme ve aşındırma üzerine yoğunlaştırmıştır. Suriye'de devam eden çatışmaları tüm kamuoyu yakından takip etmektedir. Son birkaç gündür Ceylânpınar ilçemizin karşısında bulunan Serekaniye'de -Resulayn'da- yoğun çatışmalar yaşanmaktadır. Önceki çatışmaların aksine bu çatışmalar, Özgür Suriye Ordusu, El Nusra gibi silahlandırılmış çeteleriyle o bölgede yaşayan Kürtler arasında gerçekleştirilmektedir. Türkiye'nin bu çatışmaların yaşanmasını engelleyen bir rolü benimsemesi gerekirken, Türkiye bu çatışmaların bitirilmesi konusunda herhangi bir çaba içine girmemekte, aksine bu gruplara destek vermektedir. Özgür Suriye Ordusu bileşeni olup olmadığı bile belli olmayan ve hiçbir meşruiyeti olmayan birtakım gruplarla Türkiye'nin iş birliği yapıyor olması en başta bu ülkeye kaybettirecektir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Suriyeli Kürtler düşmanımız değildir, düşman hâline de getirilmemelidir. Kürt fobisi üzerinden geliştirilen politikaların terk edilmesi gerekmektedir. Türkiye'nin yapması gereken, başta PYD olmak üzere oradaki Kürt Ulusal Konseyinden Kürt liderlerle diyalog içine girmek olmalıdır. Üstelik sadece Kürtler değil, hangi etnik, inançsal, mezhepsel ve kültürel aidiyete sahip olursa olsun Suriye'de yaşayan tüm halkların, farklı inançların kendi iradeleriyle yönetilmeye hakları vardır ve demokratik bir Suriye ancak böyle şekillenebilir.
Suriye'nin geleceğini bir başka ülke değil ancak orada yaşayan halklar belirleme hakkına sahiptir diyor, Genel Kurulu tekrar saygıyla selamlıyorum.
Teşekkür ediyorum. (BDP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederiz Sayın Dora.