| Konu: | Su Ürünleri Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 11 |
| Tarih: | 30.10.2019 |
HDP GRUBU ADINA RIDVAN TURAN (Mersin) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri, ekranları karşısında bizi izleyen değerli halkımız; hepinizi saygıyla sevgiyle selamlıyorum.
Evet, şimdi 1380 sayılı Su Ürünleri Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi üzerine değerlendirmelerimizi ifade edeceğim.
Kırk sekiz yıllık bir kanundan bahsediyoruz. Kırk sekiz yıldan beri üç tarafı denizlerle çevrili olan memlekette yerine getirilen, alternatif olarak sunulan herhangi bir değişiklik yok, kırk sekiz seneden beri deyim yerindeyse Asar-ı Atika Müzesi'ne gitmeyi hak eden bir kanunla su ürünleri süreçlerini değerlendirmeye ve yapılandırmaya çalışıyoruz. O sebeple, kırk sekiz yıllık bir kanunu değiştirecekseniz zannediyorum ki bunu layıkıyla yerine getirmek gerekir çünkü kırk sekiz yılda ekolojik yapı, sosyolojik yapımız, nüfusumuz, baştan sona her şey değişmiş durumda fakat tabii, kanunun bütününe baktığımızda bu hassasiyeti yeterince göremiyoruz. Daha bilimsel temeller üzerine bina olmuş, daha fazla araştırmayı, sorgulamayı, soruşturmayı gerektiren ve daha fazla bilirkişinin duhul etmesini gerektiren bir kanun teknik düzenlemeler düzeyinde ele alınmamalı.
Evet, kanun oldukça teknik düzenlemeleri içermiş ve bu sayede de kırk sekiz yıldan beri memleketin ihtiyacı olan değişiklikleri ne yazık ki içermiyor. Örneğin, gemilerin ruhsatlandırılması meselesi var. Yine, su ürünleri istihsal hakkının kiralanması gibi teknik düzenlemeler var. Tarım ve Orman Bakanlığına kira yetkisinin tanınması gibi, fahri su ürünleri görevlileri gibi birtakım kavramlar var, birtakım teknik düzenlemeler var. Fakat değerli arkadaşlar, üç gün değil, beş gün değil, on gün değil, kırk sekiz yıllık bir zaman dilimiyse söz konusu olan şey, herhâlde, her şeyden çok, denizlerimizdeki, deniz ekosistemindeki ve iç sulardaki mevcut değişikliğin ne olduğunu bilimsel bir perspektifle ele almak, değerlendirmek ve bunun üzerine bir kanunu bina etmek gerekir. Bu böyle olmadığında yapacağımız şeyler ister istemez teknik düzenlemenin ötesine geçmeyecektir, bürokratik birtakım tedbirler almanın ötesine geçmeyecektir.
Peki, bu kırk sekiz yıl içerisinde ne oldu? Örneğin, bu kırk sekiz yıl içinde çok temelli 2 faktör kökten değişti. Bir tanesi, kuşkusuz o yıllarda bağıra bağıra gelen ama gelişmiş ülkeler başta olmak üzere bütün emperyalist, kapitalist blokun kulaklarını tıkadığı ekolojik kriz adım adım kapımıza gelmiş durumda. Dolayısıyla kırk sekiz yıl öncenin esası ile şu anda deniz ekosisteminin ihtiyaçları arasında inanılmaz büyük farklar var. Meseleye bu zaviyeden bakıldığında denizlerdeki durumun ne olduğunu, nasıl ele aldığınızı mutlaka başka bir eksenden değerlendirmek gerekir.
Yine, kırk sekiz yıl önce denizden hayatını sürdüren insanların, balıkçıların maddi durumu -geçimlik- hayatlarını idame ettirme durumu değerlendirildiğinde, herhâlde şu anda endüstriyel balıkçılığın revaçta olduğu, kapitalistlerin bütün dünya denizlerini kendi babalarının malı gibi gördüğü ve buna bağlı olarak son derece ciddi bir tüketim ve yok etme kültürüyle denizlere saldırdığı koşullar aynı koşullar değil. O nedenle bu ikisini birbirinden ayırmak gerekir.
Türkiye denizlerinde öncelikle ekolojik kriz ciddi bir tahribat yaratmış durumda. Örneğin, bazı türler ısınmayla beraber, küresel ısınmayla beraber daha önce bizim denizlerde yokken son on yıl, on beş yıl içerisinde denizlerde yavaş yavaş boy göstermeye başladılar. Örneğin aslan balıkları gibi Kızıldeniz'e has canlılar, yine balon balığı gibi bizim denizlerde olmayan ve gıda zincirinin en tepesinde olan ve diğer ticari değeri var olan balıkları yiyerek hayatlarını sürdüren bu canlılar, ekolojik krizin ve küresel ısınmanın Türkiye denizlerindeki önemli göstergelerinden bir tanesi olarak gündemde.
Bu kadar mı? Tabii ki değil. Aynı zamanda buna ek olarak endüstriyel balıkçılığın ortaya koyduğu devasa bir balık kaynaklarını tüketme hırsı var. Yani geçimlik balığını yakalayan, ondan hayatını idame ettiren insanların tersine devasa gırgır ve trol tekneleriyle yapılan olağanüstü avlarla, bu avların sonucunda da balık rezervlerinin giderek azalmasıyla karşı karşıyayız.
Ben Mersin Vekiliyim, birkaç hafta önce denizde milyonlarca küçük balık ölüsüyle karşı karşıya kaldık. Sonradan öğrendik ki orada bir trol teknesi... Biliyorsunuz, trol tekneleri denizin tabanını tarayarak giderler, dolayısıyla balık yumurtalarını, yavru balıkları, artık karşılarına ne çıkarsa yok ederler. Milyonlarca balık denizin yüzeyine serilmiş, ölü vaziyette. Yani balıkçılığın bu biçimiyle yapılıyor olması, bir endüstri kolu hâline dönüştürülmüş olması ne yazık ki var olan ekolojik krize bir ek olarak, özellikle gırgır ve trol teknelerinin deniz rezervlerini yok etmesi sonucunu doğurdu. Bu kadar mı? Ne yazık ki değil. Aynı zamanda denizlerimizde endüstriyel kirlilik... Ben Türkiye'nin pek çok yerinde dalış yaptım, hâlâ yapıyorum; her sene, bir sene öncesine göre deniz ekosisteminin, deniz dibi eriştelerin giderek daha fazla azaldığını, balık yumurtlama alanlarının tahrip olduğunu bizzat şu iki gözümle görüyorum. Yani öylesine bir noktaya gelinmiş durumda ki özellikle kimi zaman yerel yönetimlerin gereğini yapmaması sebebiyle, kimi zaman büyük endüstriyel firmaların gerekli arıtma tesislerini kurmamış olması sebebiyle endüstriyel kirlilik yüzünden denizlere zehir akıtıyoruz değerli arkadaşlar.
Karadeniz'deki balık çeşitliliği olağanüstü fazladır, bu son derece önemlidir aslına bakılırsa fakat gelinen noktada Karadeniz'de avlanabilecek balık sayısı 5-6 tür civarına gelmiş durumda. Karadeniz'in özelliği şudur: 100 metrenin altında canlı hayatı yoktur, hidrojen sülfür gazı vardır. Bu sebeple de 100 metrelik su sütununun içerisinde dünyanın en orijinal balıklarının bir arada bulunduğu -lezzet itibarıyla da- ve dünyanın başka pek çok yerinde karşılaşılmayan özellikleri içerisinde barındıran bir denizdir. Bu nedenle Marmara çok önemlidir çünkü bütün organik besinler Marmara'ya Karadeniz'den gelir, oksijen de Ege'den ve Akdeniz'den sağlanır, dolayısıyla bu alanlar bizim büyük bir kıskançlıkla korumamız gereken alanlardır. Ama gelinen noktada, özellikle, biliyorsunuz, bir Kanal İstanbul Projesi konuşuldu. Kanal İstanbul Projesi gibi projeler, derin deşarj sistemleri gibi sistemler denizleri mahvetti. Hele 10 sanayileşmiş ülkenin bütün atıklarının Karadeniz'e döküldüğü düşünülürse -bunun içerisinde, tabii, Kızılırmak'ın taşıdığı atıklar- aynı zamanda günde aşağı yukarı 2,5 milyon metreküp arıtılmamış atığın İstanbul'da denize deşarj edildiği düşünülürse arkadaşlar -söylemek istemem ama- birkaç seneye kadar bu çok sevdiğimiz balıkların büyük bir kısmını bulamayacağız.
"Karekin Deveciyan" diye -daha önce Komisyonda da anlatmıştım- Osmanlı Ermenisi bir vatandaş var; son anda katliamdan kurtulmuş, bu İstanbul Balık Hali'nin de müdürü. Önemi şu: Reşad Ekrem Koçu, ondan İstanbul Ansiklopedisi'nde "heykeli dikilmesi gereken adam" diye bahseder. Sebebi, Türkiye denizlerindeki balık çeşitliliğinin belgelemesini yapmış, resimlerini çizmiş, nasıl avlanılacağı konusunda da son derece önemli, tarihe geçecek bir kitap kaleme almış. O zaman İstanbul denizlerinde 100'e yakın tür varken 1960'ta avlanabilir 60 türden bahsediliyordu. Şimdi bir an düşünün: Marmara'ya özgü mavi orkinos yok oldu. 80'ler döneminde Japonlar ANAP'la yaptıkları anlaşma sonucunda geldiler, bütün balıkları topladılar; kırk yıldır uskumru görünmüyor, kılıç balığını gören yok, mersin balığı bitti. Buna benzer çok şeyden bahsedebiliriz yani Karekin Deveciyan'ın su ürünleri hal müdürüyken kalem altına aldığı, kitabını yazdığı ve bastığı yer nazarıitibara alındığında son derece kötü bir noktada olduğumuzu hep beraber galiba görmek durumundayız, hep beraber bilmek zorundayız.
Peki, çözüm ne? Arkadaşlar, eğer iki temel meseleden bahsediyorsak bunlardan bir tanesi ekolojik kriz. Kuşkusuz, Türkiye tek başına bu meseleleri çözemez ama örneğin, Enez Çayı'nın hâli biliniyor, Gediz'in hâli biliniyor, Kızılırmak'ın hâli biliniyor, neredeyse bütün iç sularımız kirlenmiş durumda. Kirliliğe bağlı olarak yirmi yıl içerisinde Van Gölü büyüklüğünde bir su kütlesini yitirmiş durumdayız. Devletin bu konuda "Sermaye ne eylerse iyi eyler." politikasını bırakarak gerçekten ekolojik yapıyı korumak ve savunmak adına kimsenin gözünün yaşına bakmadan önlemler almasını, tedbirler almasını beklemek gerekir. Bunun yapılmadığı koşullarda sonuç almak mümkün değil.
İkinci temel meseleyse, ikinci çok önemli meseleyse şu değerli arkadaşlar: Tarım mevzusuna nasıl bakıyorsak balıkçılığa da öyle bakmak gerekir. Bunlar birbirinden radikal biçimde ayrılabilecek, kopartılabilecek meseleler değildir. Türkiye'de tarımın kurtuluşu küçük aile tarımcılığındadır. Bakın, çok farklı bir şey söylüyorum, endüstriyel tarımcılık Türkiye tarımını uluslararası tekellere yem etmiş durumdadır, küçük aile tarımcılığı bitmek üzeredir. Girdi maliyetlerini bunun üzerine koyduğunuzda gerçekten küçük aile tarımının ayakta kalma şansı ve ihtimali kalmamıştır. Oysaki küçük aile tarımı monokültürel değildir, polikültüreldir; farklı türleri, farklı bitkileri yetiştirmeye dayalıdır, istihdam yaratandır, tarımsal zehirleri az kullanandır, az girdi kullanandır. Oysa endüstriyel tarım bunların hepsini yapar. Türkiye'nin tarımının kurtuluşu nasıl ki küçük aile tarımının gönencindeyse, güçlendirilmesindeyse -ki dünyada her şeye rağmen dünya tarımsal üretiminin yüzde 80'i küçük aile tarımcıları tarafından yapılıyor değerli arkadaşlar- Türkiye'de mutlaka yapılması gereken şey budur. Fakat suda karşılığı ne bunun? Suda karşılığı da şu: Balık kooperatiflerinin, su ürünleri kooperatiflerinin, bunların desteklenmesi lazım. Oysa teklifte bunları desteklemek değil, ne yazık ki bunların voli alanlarında, meralarda öncelikli olma hâlini, öncelikli balık yakalama hâlini talileştiren tedbirler var. Buradan hareketle, bu meselenin ne yazık ki bizim su ürünleri konusundaki sorunlarımızı çözmeyeceğini açık yüreklilikle ifade etmek gerekir.
Söylenecek çok şey var. Şimdi gelelim ikinci faslımıza.
Diyarbakır, Kulp, Mardin, Van, Hakkâri, Yüksekova, Kayapınar, Bismil, Kocaköy, Karayazı, Nusaybin, Erciş ve son olarak da Cizre. Halkların Demokratik Partisinin 13 belediyesine kayyum atanmış durumda. İstanbul'a da bir kayyum operasyonunun başladığını bu sabah haberlerde izledik. Boğaz mevzuatını değiştirmek suretiyle, onu Büyükşehir Belediyesinin uhdesinden çıkarmak suretiyle aslında -belki adına "kayyum" denilmese de- orada bir irade gasbının adım adım şekillendiği ortaya çıkıyor.
Değerli arkadaşlar, demokrasi adına çok laf söyleniyor ama yaşadığımız şey bizatihi bir olağanüstü hâlin kalıcılaşması durumudur. Bu belediye başkanlarımızın görevleriyle ilgili bir kabahati var mı, bir suç işlemişler mi? Yok. Yasalara, Anayasa'ya aykırı, kökten aykırı, bunu kimse savunamayacak. AKP'liler için söylüyorum özellikle, gelecek yıllarda bunu kimse savunamayacak. Hadi görevden aldın, yerine meclisten birinin seçilmesine niye engel oluyorsun? Onu da engelliyorsun. Niye, biliyor musunuz değerli arkadaşlar? Çünkü bu bir irade gasbı operasyonu. Yani burada atılan adımların her biri demokrasinin hiçe sayıldığı bir siyasi ortamı koşulluyor.
Kardeşim, şimdi, bu Meclisin vazifesi bu iradeye sahip çıkmak değil mi? Türkiye Büyük Millet Meclisi bu iradeye sahip çıkmazsa kendi meşruiyetini tehlike altına, risk altına atmış olmaz mı, tartışma gündemine sokmuş olmaz mı? Yani bu konularda haksız yere kayyum atanmış olan bu 13 belediyeye ilişkin duvardan ses çıkıyor, taştan, kayadan ses çıkıyor ama Meclisimiz bu konuda ne yazık ki üç maymunu oynuyor değerli arkadaşlar.
Bu meseleyi içeren esas mesele Kürt meselesi. Bunu açık konuşmakta fayda var. Sabahtan beri pek çok konuşmacı "Kürt meselesi yok." diye bir laf serdetti. Vallahi, yani karısını döven koca için kadın meselesi diye bir şey yok, feminizm gereksiz bir şey; işçisini sömüren, ciğerini söken patron açısından sınıf meselesi yok. Zaten ezen böyle bakar "Öyle bir mesele yok." der. Oysa, değerli arkadaşlar, meseleler, ezenin gözünden değil, ezilenlerin gözünden, hak gasbına uğramışların, mağdurların gözünden bakıldığında anlam kazanır. E, şimdi, Kürt meselesi var desen ne, yok desen ne, orada han duvarı gibi bir mesele var. Bugün kuzey Suriye'de bir problem yaşıyor muyuz? Söylemiyorum ne problemi olduğunu. Dünyada diplomatik olarak tek başına kalmayı başarmış bir iktidar var mı? Hangi meseleden olduğunu söylemiyorum, söylemeyince mesele ortadan kalkmıyor. Bu mesele Kürt meselesidir. Kürt halkının bu ülkede kurucu bir özne olarak eşit haklara sahip bir biçimde yaşayıp yaşamama meselesidir. Hiç kimse kalkıp şunu söylemesin "Ya böyle bir mesele var mı kardeşim, nerede, hangi konuda eşitsizlik var?" Al işte! Al işte, halk, 13 tane belediyesine oyunu vermiş, yüzde 70'lerle, yüzde 60'larla, yüzde 65'lerle insanları belediyeye taşımış "Belediye başkanımdır." demiş; bunun karşısına iktidar çıkmış, İçişleri Bakanı çıkmış, demiş ki: "Vallahi ben bunu görevden alıyorum." Aha, işte, Kürt meselesinin bundan daha somut bir ifadesi olabilir mi? Mesele kriminal bir mesele değil. Bakın, yıllardan beri böyle konuşuyoruz. Ben otuz küsur yıldır sol siyaset içerisinde ilk var olduğum zamandan beri "Kürt meselesi eşittir terör meselesi." Hayır, Kürt meselesi, bir halkın demokratik hak ve özgürlükleri meselesidir, eşit vatandaşlık talebi meselesidir. E, her şeye terör gözünden bakarsan yapacağın şey nedir? Bütün bu meseleleri, çok derin tarihsel ve siyasal backgroundu olan bu meselelerin hepsini güvenlikçilere, polise, askere havale etmektir.
Değerli arkadaşlar, buradan çıkış yok. Bakın, memnun muyuz hâlimizden ya, şu dünyadaki hâlimizden memnun muyuz? Bu siyasetin bizi getirip tıkadığı yer burasıdır.
Buradan çıkışın tek bir yöntemi var değerli arkadaşlar. Bakın, kavgaya, dövüşe gerek yok, ses yükseltmeye gerek. Buradan çıkışın tek yöntemi, barış politikasına sarılmaktır.
Kürt vatandaş benim kardeşimse, onun, hattın altındaki benim neyim oluyor? O şimdi kendi demografisine ilişkin bu saldırgan tutumu görmüyor mu zannediyorsunuz? Bunun halklar arasında uzun erimli husumeti provoke etmeyeceğini mi zannediyorsunuz? Siyaset üç günlük mesele değildir. Siyaset yüz yıllık meseledir, yüz yıl ileriyi görme meselesidir.
Meseleye bu zaviyeden bakınca değerli arkadaşlar, mutlaka ve mutlaka, bizim rasyonel bir akılla bütün farklı bakışları bir araya toplayacak, yan yana, bütün çoğulculuğumuzla beraber var olabileceğimiz yeni bir siyaset kültürünü üretmek gibi bir sorumluluğumuz var, bir zorunluluğumuz var. Bunu yaptığımız koşullarda... Yine, o ülke, bu ülke, falanca ülke bizim iç işlerimizle oynamak, birtakım şeyleri provoke etmek isteyecektir, her ülke her ülke için bunu ister ama evinizin içerisinde huzur olursa emin olun ki dışarıdan kimin ne dediğinin önemi yoktur. Ve bizim evimizin içerisinde huzurun olmamasının en büyük sebebi de Kürt sorununun barışçıl ve demokratik bir biçimde çözülmüyor olması, çözümsüzlükteki ısrardır.
Teşekkür ediyorum. (HDP sıralarından alkışlar)