| Konu: | 2013 YILI MERKEZÎ YÖNETİM BÜTÇESİ VE 2011 YILI MERKEZÎ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 37 |
| Tarih: | 11.12.2012 |
BDP GRUBU ADINA MURAT BOZLAK (Adana) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 2013 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı'nda yer alan Sayıştaş, Yargıtay ve Danıştay bütçeleri üzerinde Barış ve Demokrasi Grubu adına söz almış bulunmaktayım. Bu vesileyle sayın Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.
Değerli milletvekilleri, Türkiye'de yargı bağımsızlığı sorunu gündemdeki yerini korumaya devam etmektedir. Anayasal düzlemde ilke olarak yargı bağımsızlığı kabul edilmiş olmasına rağmen, uygulamada bu ilkenin tam anlamıyla karşılık bulduğu söylenemez. Yürütmenin yasama ve yargı üzerinde ciddi bir etkisi ve müdahalesi olduğu bir gerçekliktir. AKP hükûmeti de, iktidar gücünü kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak yargıyı siyasallaştırma konusunda önceki hükûmetlerden farklı bir tutum içine ne yazık ki girmemiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarında yargı bağımsızlığı, mahkemenin başka bir kişiden emir almaması, özellikle yürütme erki ve davadaki tarafların etki alanı dışında olması şeklinde tanımlanmaktadır. Tarafsızlık ise davanın çözümünü etkileyecek bir ön yargıya sahip olmamayı, özellikle mahkemenin veya mahkeme üyelerinden bazısının taraflar düzeyinde, onların leh ve aleyhine bir duyguya, bir çıkara sahip olmaması olarak açıklanmaktadır. Türkiye'de bu kriterlere uygun bir yargıdan, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığından söz etmek ne yazık ki mümkün değildir, yargı âdeta hükûmetin emrindedir. Sayın Başbakan kameralar karşısında, gözlerimizin içine baka baka, yargıya talimat verdiğini itiraf etmekte, dokunulmazlıklara ilişkin olarak "Yargıya söyledik, yargı da gerekeni yapacak." diyebilmektedir. Bu durumda demokrasiden, kuvvetlerin ayrılığı ilkesinden, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığından söz edilebilir mi?
Değerli milletvekilleri, Anayasa ve Sayıştay Yasası'na göre Sayıştay, genel ve katma bütçeli dairelerin bütün gelir ve giderleri ile mallarını Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetlemek ve sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlamak ve kanunlarla verilen inceleme, denetleme ve hükme bağlama işlerini yapmakla görevlidir. Yine, yasalarımıza göre Sayıştay tarafsız ve bağımsızdır, Sayıştaya talimat da verilemez. Dün, muhalefet partileri "2011 yılı kesin hesaplarına ilişkin Sayıştay raporu yok." diye yoğun itirazlarda bulundular, bu rapor olmayınca 2013 yılı bütçesinin görüşülemeyeceğini iddia ettiler. Muhalefet partilerinin bu iddiaları sonuç verdi mi? Hayır. Bütçe görüşmelerine bak ne güzel devam ediyoruz! Yargı bağımsızlığının olmadığı yerde bu gibi ön koşullara uyulmasını istemek de bana göre desteksiz kalıyor. Yargı AKP'ye karşı bağımsız değildir, AKP'yi ciddiye almayan yargıya anında gerekli ders de verilir. Bunu biz bu ülkede yaşamadık mı? Gayet güzel yaşadık. Özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin savcıları AKP'nin hoşuna gitmeyen tutum içerisine girince, AKP bir günde bu mahkemeleri ortadan kaldırıp yerine aynı işlevi görecek özel bölge mahkemelerini kurmadı mı? Kurdu. O zaman, Sayıştaydan da AKP'ye rağmen bir rapor beklemek doğru değil, gereksiz bir bekleyiş olur.
Değerli milletvekilleri, 6085 sayılı Sayıştay Yasası'nda yapılan değişiklik sonucu Sayıştay, askerî ve sivil kurumlar üzerindeki denetimini tam anlamıyla yapamaz hâle getirilmiştir. İktidar partisi, sayısal çoğunluğuna dayanarak bir gece yarısı operasyonuyla gerçekleştirdiği değişiklikle kamu kurumlarının Sayıştay tarafından denetimini önemli ölçüde ortadan kaldırdığı gibi, Sayıştayın bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkesine de darbe indirmiştir. Sayıştayın denetim alanları genişletilmiş ancak ek 35'inci maddede yapılan değişiklik ile yasada denetçilerin denetim yetkisi de demokratik standartlarla bağdaşmaz hâle getirilmiş, bir önceki, 832 sayılı Sayıştay Yasası'ndan bile geriye gidilmiştir.
AKP, yasada performans denetimiyle ilgili yaptığı değişiklikle kamu kaynaklarının etkin, ekonomik ve verimli olarak kullanılıp kullanılmadığını Sayıştayın denetim kapsamı dışına çıkarmıştır. Sayıştayın denetimi kamu kurumlarının faaliyet raporlarıyla sınırlandırılmış, denetçilerin görev alanları daraltılmıştır. Sayıştayın denetimini yapmakla yükümlü olduğu kamu kurumları arasında askerî kurum ve kuruluşlar da yer almaktadır ancak Sayıştayın askerî harcamalara ilişkin denetimi, denetimini yaptığı diğer kamu kuruluşlarından farklı olarak daha da sınırlı hâle getirilmiştir.
Bilindiği gibi, Sayıştay denetim görevini yaparken Türkiye Büyük Millet Meclisi adına yetkili kılınmakta ve Sayıştay denetçilerinin herhangi bir kurumda denetim yapmak için Türkiye Büyük Millet Meclisinden ayrıca bir izin alması gerekmemektedir fakat yeni Sayıştay Yasası, özel bir yasaya tabi olan Ordu Yardımlaşma Kurumunun, yani OYAK'ın denetimini öngörmemektedir. Ordu Yardımlaşma Kurumu bu yasaya göre denetime tabi olmadığı için, Sayıştay denetçileri kendiliğinden değil ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi Dilekçe Komisyonunun talebi üzerine bu kurumda denetim yapabilmektedirler.
Öte yandan, denetçiler, kamu idaresinin koyduğu politikaya göre denetim yapabilmekte, Türk Silahlı Kuvvetleri dâhil hiçbir kurumu harcamalarının nedeni, amacı ve gerçekten bir ihtiyacı karşılayıp karşılamadığı konusunda sorgulayamamaktadırlar.
Askerî harcamaların şeffaf ve hesap verilebilir olması meselesi demokratik bir siyasal sistemin gereği olduğu kadar, aynı zamanda Türkiye'nin Avrupa Birliğine tam üyelik müzakereleri çerçevesinde yerine getirilmesi gereken demokratik kriterler arasında da yer almaktadır.
Değerli arkadaşlar, kısıtlayıcı hükümler nedeniyle denetlenemeyen askerî harcamalar bütçe içerisinde önemli bir miktarı oluşturmaktadır. 2013 Yılı Bütçe Yasa Tasarısı'nda Türkiye'nin güvenlik, asayiş ve istihbaratından sorumlu kurumlarına aktarılan kaynak 2012 yılına göre yüzde 16,2 artışla 45 milyar 297 milyon TL'ye ulaşmıştır. Bütçe rakamları arasında gösterilmeyen diğer kaynaklarla bu miktar aslında çok daha yüksektir. Askerî harcamaların bu kadar yüksek olmasının temel nedeni Kürt sorunun demokratik, barışçıl yollarla bir çözüme kavuşturulmamasıdır.
Ulaştırma Bakanı Sayın Binali Yıldırım, 28 Şubat 2010 tarihinde Van'da katıldığı bir toplantıda devletin Kürt sorununun güvenlikçi çözümünden kaynaklı askerî harcamalarının 1 trilyon dolar olduğunu belirterek şunları söylemiştir: "Eğer bu kaynağımızı buraya harcamamış olsaydık, 15.000 adet 24 derslikli okul, 9.000 adet 400 yataklı tam teşekküllü eğitim araştırma hastanesi, 200 Boğaz Köprüsü, 120 Atatürk Barajı ve 450 bin kilometre bölünmüş yol yapabilirdik. İşte, bu kaynak boşa gitti." diyor sayın bakan.
Kürt sorunun çözümsüzlüğünden dolayı sayın bakanın verdiği bilgiye göre 2010 yılına kadar 1 trilyon dolar para harcandı ama daha da önemlisi, resmî verilere göre 40.000'den fazla insanımız öldü, 3.500 köy boşalttı, 17.000 faili meçhul cinayet yaşandı, doğa da ayrıca tahrip edildi. Bu sorunun çözümünü Türkiye Büyük Millet Meclisinden insanlarımız beklerken, Sayın Başbakanın dünkü ayrımcı ve ötekileştirici tutumu, birey olarak bende, bu Parlamentonun Kürt sorununu çözmekten çok uzak olduğu izlenimini ne yazık ki oluşturdu.
Sayın Başbakan, seçim yasalarındaki tüm yasaklayıcı ve engelleyici hükümlere rağmen, yüzde 10 Türkiye barajına rağmen, en olumsuz koşullarda bağımsız adaylarla seçime girip 3 milyon dolayında oy almış 36 parlamenter adına, 3 milyon seçmenin iradesini temsilen kürsüye çıkıp düşüncelerini ifade eden Sayın Eş Genel Başkanımız Gültan Kışanak'ın konuşmasını dinlememek için Genel Kurul salonunu ne yazık ki terk etmiştir, Sayın Eş Genel Başkanımızdan sonraki diğer iki muhalefet partisinin liderlerinin konuşmasını ise baştan sona izlemiştir. Geçmişte, askerler "BDP'liler var." diye Genel Kurul salonunu terk ediyordu, şimdi de ne yazık ki, Sayın Başbakan terk ediyor. Bu tutum, Türkiye'nin temel sorunu olan Kürt sorununu çözmeye hizmet edecek bir tutum değildir. Halk iradesine saygı duyulmayan bir yerde barış asla olmaz. Sayın Başbakanı bir an önce bu tutumundan vazgeçmeye davet ediyorum.
Değerli milletvekilleri, diğer yüksek mahkemelerle birlikte Yargıtay, farklı kimlik ve inançların yok sayıldığı, asimile edildiği, Türk kimliğine dayalı tek tip ulus yaratma projesinin en önemli ideolojik aygıtlarından biri olmuştur. Yargıtay, bütün cumhuriyet tarihi boyunca kendini devletin otoriter, baskıcı ve asimilasyoncu politikalarına hukuki kılıf uydurmakla yükümlü saymıştır.
Yargının bu işlevinin yaşama geçirilmesinde devletin yargı politikalarının organizasyonu ile görevli bir kurum olan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu büyük bir rol oynamaktadır. Hükûmet, 12 Haziran referandumunda Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ve yüksek yargının yapısını büyük ölçüde değiştirdi. O zaman söylenen, bu değişimle yargının tarafsız ve bağımsızlığının sağlanacağı, bürokratik ve askerî vesayetin kırılarak hukukun üstünlüğü prensibinin pratiğe aktarılacağıydı. Ancak, gelinen aşamada iktidarın "reform" olarak adlandırdığı Anayasa referandumunun devlet içerisinde iktidar mücadelesi veren gruplardan birinin diğerini tasfiye sürecinden başka bir şey olmadığı her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Despotik, otoriter bir yönetimin tasfiyesiyle yerine bir başkasının ikame edilmesini, vesayet düzeninden kurtulma veya demokratik yeni bir yapılanma olarak sunma kandırmacası hiç kimseyi ikna edememektedir. Yeni yapılanmayla, yargıyla devlet arasında özdeşlik kuran zihniyet aynen sürdürüldüğü gibi, yargı iktidarın açık biçimde kadrolaştığı tek sesli bir baskı aracına ne yazık ki dönüştürülmüştür.
Değerli milletvekilleri, Yargıtay verdiği kararlarla yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkeleriyle hep çatışma içinde olmuştur. Resmî devlet ideolojisiyle, siyasi iktidarla, askerî ve sivil bürokrasisiyle karşılıklı etkileşim içindeki bir yargı kurumunun yargı bağımsızlığı ilkesiyle bir arada düşünülmesi mümkün olmadığı gibi, devleti korumak misyonunu üstlenen bir yüksek yargı makamının tarafsız olabilmesi de olanaksızdır. Yargıtay, geçmişte olduğu gibi bugün de Kürtlerin, Alevilerin, azınlıkların, kadınların taraf oldukları davalarda hemen, daima tartışmalı olmaktan öte, insan haklarının açık ihlaline yol açan kararlara imza atmaktadır. Kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet ve tecavüz davalarında kadın aleyhine ayrımcı kararlar verildiği kamuoyunca bilinmektedir. Ermeni, Rum, Süryani vakıf mallarıyla ilgili verilen kararlar ile Hrant Dink kararı, Müslüman olmayanlara yönelik bu tür sayısız kararların tipik örnekleri olarak hafızalarımızda yerini almıştır. Günümüzde, özellikle Kürtlerin yargılandığı davalarda bu yaklaşımın kural hâline geldiğini görüyoruz. Devletin güvenlik güçlerince işlenen cinayetler, Yargıtayın karar ve içtihatlarıyla tam bir cezasızlık şemsiyesi altına alınmıştır. Devletin güvenlik güçlerince sivillere, gençlere, çocuklara karşı işlenen cinayetlerden hemen hiçbirinin faili cezalandırılmamıştır. Kürt sorunu, Kürt kimliğinin korunması ile ilgili her tür ifade açıklamaları, Yargıtayın içtihatlarıyla evrensel insan hakları standartlarına açıkça aykırı olarak dava konusu yapılmakta ve ifade sahipleri cezalandırılmaktadır. Yargıtay, yasamanın bilinçli olarak esnek ve muğlak tanımlamakta ısrar ettiği yasa maddelerini, tüm hukuk ve insan hakları kurallarını bir yana bırakarak Kürtlere siyasi faaliyet alanlarının tümünü kapatacak biçimde yorumlamaktadır. Özellikle Kürt sorunu bağlamındaki davalarda Yargıtayın karar ve içtihatlarıyla Kürtlerin siyasi faaliyetlerinin hemen hemen tümü yasa dışı örgüt tanımı içine hapsedilmektedir. Yargının araç olarak kullanıldığı çeşitli mühendislik çalışmaları ile hapisteki Kürtlerin sayısı dünyada örneği görülmeyen bir biçimde, tahammül edilemez boyutlara ulaşmıştır. Kürt sorununun bugüne kadar çözülmemesinin en önemli pay sahiplerinden birinin de Yargıtay olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Değerli milletvekilleri, Danıştay da Yargıtay gibi Kürtler, gayrimüslimler ve Alevilerle ilgili kararlarında gerek iç hukuku gerekse uluslararası hukuku çiğneyen, hukukun üstünlüğünü hiçe sayan kararlar vermektedir. BDP'li belediyelerin görevden alınma kararlarını onaylayan Danıştay, belediye başkanlarımızın belediyecilik faaliyetlerinde Türkçenin yanı sıra Kürtçeyi de kullanmaları ve park, sokak, cadde gibi yerlere verilen Kürtçe adlar nedeniyle haklarında açılan davalarda ise yapılan itirazları reddetmeyi kural hâline getirmiştir. Danıştayın farklı inanç gruplarına ilişkin kararları da zaten insan haklarına aykırı niteliktedir. Zorunlu din dersleriyle ilgili verdiği kararlarda da aynı şeyi görmek mümkündür. Vatandaşlıktan çıkarılmaya ilişkin davalarda da Danıştay insan haklarını yok sayan, devleti vatandaşın haklarından üstün tutan kararlara imza atmıştır.
Değerli milletvekilleri, yargının bağımsız ve tarafsız olduğu bir Türkiye dileğiyle, barışa, adalete, kardeşliğe hizmet etmeyen, şeffaflıktan uzak bir bütçeye "ret" oyu vereceğimizi belirtiyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum. (BDP sıralarından alkışlar).
BAŞKAN - Sayın Bozlak, teşekkür ediyorum.