GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2020 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi ile 2018 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifinin Maddeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:3
Birleşim:38
Tarih:19.12.2019

HDP GRUBU ADINA ALİ KENANOĞLU (İstanbul) - Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.

On gündür bir bütçe maratonundayız, geceli gündüzlü bütçe üzerinde konuşuyoruz. Tabii, biz, bu bütçeye olan itirazımızı, bu bütçenin getirdiği çelişkileri ve gelir dağılımındaki eşitsizliğe karşı olan itirazlarımızı dile getirdik. Biz bu itirazları bugün dile getirmiyoruz, aslında, baktığınız zaman, bu çelişkilere yönelik, bu gelir dağılımına yönelik itirazlarımızı Baba İlyaslardan, Bozoklu Celallerden, Şeyh Bedrettinlerden, Kalender Çelebilerden ve Hubyar Babalardan bu tarafa sürekli dile getiriyoruz.

Şimdi, bundan altı yüz bir yıl önce Şeyh Bedrettin, Serez'in esnaf çarşısında idam edildi, 18 Aralık 1418'de; yıl dönümündeyiz. Şeyh Bedrettin "Birlikte üretelim, halkça bölüşelim, yârin yanağından gayrı her yerde ve her şeyde ortak olalım." felsefesiyle yola çıkmıştı ve Alevilerin referans kaynaklarından "Buyruk" kitabında da anlatılan "Rıza Şehri"ni İzmir Karaburun'da oluşturmuştu. Orada bulunan Sakızlı Rum köylüleriyle, Müslüman topluluklarıyla ve orada yaşayan diğer etnik ve inançsal gruplarla birlikte üç yıl böyle bir yaşam oluşturdu ve bu üç yıl boyunca burada her şeyin ortak olduğu, yaşamın birlikte üretildiği ve birlikte paylaşıldığı, kimsenin kimseden üstün olmadığı, sömürü düzenini reddeden bir sistem içerisinde yaşadı. Üç yıl bu yaşamdan sonra, orada, kendisi ve yoldaşları olan Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal katledildiler.

Değerli arkadaşlar, Şeyh Bedrettin şunu diyordu: "Ay ve güneş herkesin lambasıdır; hava, herkesin havasıdır; su, herkesin suyudur; öyleyse ekmek neden herkesin değildir?" Şeyh Bedrettin bu amaçla mücadelesini vermiş ve aslında o sömürü düzenine o gün itiraz etmişti ve bunun bedeli olarak da çarmıha gerilerek katledildi. Ben buradan Şeyh Bedrettin ve yoldaşlarını saygıyla anıyorum.

Değerli arkadaşlar, günümüze gelindiği zaman aslında dava aynı dava, mücadele de aynı mücadele. Bugün bakıyorsunuz, artık "modern kölelik" dediğimiz bir sistem oluşturulmuş. Büyük şirketler büyük kârlarını açıklıyorlar, cirolarını açıklıyorlar; ne kadar büyüdüklerini, ne kadar kâr ettiklerini açıklıyorlar; hükûmetler de öyle. Burada on gündür bakanlar aslında nasıl büyük işler yaptıklarını, nasıl büyüdüklerini, nasıl refah, ferah içerisinde bir ülke oluşturmak için adım attıklarını söylüyorlar. Oysa gerçek o mu? Yaşayan insanların, o büyük şirketleri, o büyük projeleri gerçekleştiren işçilerin, emekçilerin ceplerine giren böyle bir şey mi? O refah bire bir onlara yansıyor mu? Yansımıyor. Dolayısıyla aslında mücadele tarihin bütün süreçlerinde aynı şekilde gelmiş ve egemenler hep aynı hikâyeleri anlatmaya devam etmişler.

Bakın, 2002 yılında Hükûmeti devraldığınızda, bir bataktan, bir ekonomik krizden devraldığınızı ifade ediyordunuz ama o zaman bile asgari ücret bugünküne göre çok daha iyi bir getiriye sahipti yani insanların yaşamındaki karşılığı çok daha fazlaydı. Hani, bırakın doları euroyu, altın değerinde karşılığına baktığınız zaman bile o günden bugüne ne kadar bir fark ve erime olduğunu görüyoruz. Son iki yılda bile altındaki artış yüzde 73, asgari ücretteki ise yüzde 26 oldu. Dolayısıyla, aslında alım gücünün ne kadar çok düştüğünü de bir asgari ücretli açısından yaşamın ne anlama geldiğini de buradan görebiliriz.

Tabii, TÜRK-İŞ'in açıkladığı rakamlara göre, zaten kasım ayı itibarıyla açlık sınırı 2.102 lira, yoksulluk sınırı da 6.850 lira. Dolayısıyla, bugün tartışılan zamlar kabul edilmiş olsa bile asgari ücretliler yoksulluk sınırının altında, açlık sınırına yakın bir sınırda yaşamlarını sürdürüyorlar. Öyleyse, tıpkı Şeyh Bedrettin döneminde olduğu gibi, bugün de aynı koşullarda, insanlar ürettikleriyle ortak bir paylaşımı sağlayamıyorlar, bir refahı oluşturamıyorlar. Yine sömürenler, yine ezenler, yine iktidarı elinde bulunduranlar ve yine paydan büyük oranda gelir alanlar belli. Dolayısıyla, biz buna başından beri, tarihî süreçten bu tarafa, günümüzde de bu misyonun temsilcileri olarak itiraz etmeye devam ediyoruz.

Hâliyle bir asgari ücretli, bu açlık sınırının altında yaşadığı ya da açlık sınırı seviyesinde yaşadığı koşullarda kendisini yönetenlerin nasıl yaşadığına, onların nasıl bir hayat sürdüğüne de bakıyor. Dolayısıyla burada çok itiraz edilen, örneğin sarayın giderlerine kulak kabartıyor, milletvekili maaşlarını sürekli tartışıyor. Niye? Çünkü onun yaşadığı yaşam koşulları çok düşük. Dolayısıyla, örneğin sarayın harcamaları çok doğal olarak tartışılıyor ve ilginç örnekler var. Örneğin 2018 yılında -Sayıştay raporlarına da konu olmuş birçoğu- tek kullanımlık mutfak eşyasına 1,4 milyon, servis ve saklama kapları için 1 milyon, sofra takımı, çatal, bıçak için 1,5 milyon, içecek servis, takımına 264 bin lira gibi, böyle uçuk rakamların harcanmış olması bir asgari ücretli açısından son derece önemli bir konudur. Dolayısıyla, bunları burada kimi vekil arkadaşların dile getirmesi sizleri öyle hoplatıp zıplatmasın.

Tabii, bir taraftan da vergi yükü altında eziliyor insanlar ve bu vergi yükü mizaha da konu olmuş. Şöyle ki; en çok alkole ve benzine vergi getiriliyor. Bu mizah dilini kullanan bir vatandaş şöyle diyor Twitter'da: "Ya, biz bu iktidar sayesinde kimyager olduk. Artık ne ihtiyacımız varsa evde üretiyoruz; rakıyı evde yapıyoruz, birayı evde yapıyoruz, viskiyi evde yapıyoruz, şimdi benzin üzerinde çalışıyoruz, yakında onu da yapacağız." Şimdi gelinen nokta böyle bir durum. (HDP sıralarından alkışlar) Yani, aslında, vergileri sürekli artırarak insanları bir şeyden caydıramadığınız gibi, bunların sonuçları da başka türlü şeylere neden olabiliyor.

Dolayısıyla bu bütçe, açlık sınırına yakın bir ücret alan asgari ücretlinin bütçesi değil, emeklilerin bütçesi değil; bu bütçe, 13,8 oranına yaklaşmış milyonlarca işsizin iş bulmasını sağlayacak bir bütçe değil; atanamayan öğretmenlere, emeklilikte yaşa takılanlara çözüm üretecek bir bütçe değil arkadaşlar. Dolayısıyla tarihten bu tarafa biz bu bütçeye hep "Hayır." demişiz, hep itiraz etmişiz; aynı şekilde itiraz etmeye devam ediyoruz.

Değerli arkadaşlar, itiraz ettiğim bir bütçede, toplumsal bir kesim adına şerh koymak istediğim de Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesidir. Biz Aleviler cemevlerimizin tüm giderlerini kendi cebimizden karşılarken, cenazelerimizi kendi paralarımızla Hakk'a uğurlarken, borçları yüzünden elektriği kesilen ve hizmet veremeyen cemevlerimiz varken bizim vergilerimizle beslenen, cemevlerinin ibadethane olamayacağını kırmızı çizgi olarak açıklayan ve 8 bakanlıktan daha fazla bütçe alan Diyanete hakkımızı helal etmiyor ve bütçesine de Alevi toplumu olarak şerh koyuyoruz.

Değerli arkadaşlar, Maraş katliamının yıl dönümündeyiz. Bundan kırk bir yıl önce meydana gelen Maraş katliamı, insanlık tarihinin gördüğü en vahşi katliamlardan bir tanesidir. Maraş katliamı, özetle, bir kadının kocasına "Beni sen öldür, onların eline bırakma." diye haykırdığı bir katliamdır. Şimdi, bu katliam şu şekilde...

İMRAN KILIÇ (Kahramanmaraş) - Maraş'ın yakasını bırakın; kaşımayın, kanatmayın.

BAŞKAN - Sayın Kılıç, rica ediyorum.

ALİ KENANOĞLU (Devamla) - Bir katliamı kaşımak o katliamla yüzleşmektir.

İMRAN KILIÇ (Kahramanmaraş) - Başbağlar'dan da bir kere bahsedin, Başbağlar'dan da bahsedin bir kere.

BAŞKAN - Sayın Kılıç... Sayın Kılıç, rica ediyorum.

ALİ KENANOĞLU (Devamla) - Biz şunu söylüyoruz, biz diyoruz ki, eğer Maraşlılar... Maraş katliamından herkes rahatsızdır, kimsenin Maraş katliamını onayladığını düşünmüyorum, kimsenin bunu düşündüğünü söylemiyorum.

İMRAN KILIÇ (Kahramanmaraş) - Başbağlar'ı da bir an.

BAŞKAN - Sayın Kılıç...

ALİ KENANOĞLU (Devamla) - Ancak, Maraş katliamıyla yüzleşmek, Maraş katliamındaki yanlışları ortaya koymak, bunu hep birlikte lanetlemekle ve Maraş'ta bununla ilgili olarak anma yapmakla ve gelişmiş ülkelerde bu işler nasıl lanetleniyorsa aynı şekilde lanetlemekle geçer. Biz şunu demiyoruz, biz demiyoruz ki: "Ya, siz Maraş katliamını onaylıyorsunuz." Böyle bir şeyden bahsetmiyoruz.

Değerli arkadaşlar, bir de şu var...

İMRAN KILIÇ (Kahramanmaraş) - Maraş'ın yakasını bırakın, yazıktır.

BAŞKAN - Sayın Kılıç, rica ediyorum.

ALİ KENANOĞLU (Devamla) - Değerli arkadaşlar, şimdi, bu konular, böyle "Gömelim, susalım, gündeme getirmeyelim, bir daha gün yüzüne çıkarmayalım." demekle olmuyor, kapatılmıyor çünkü acılar devam ediyor.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Tamamlayın Sayın Kenanoğlu.

ALİ KENANOĞLU (Devamla) - Maraş katliamında yaşamını yitirenlerin birçoğunun hâlâ mezar yerleri belli değil. Yani aileleri gidip mezar başlarında dua dahi edemez vaziyetteler. Dolayısıyla, Maraş katliamını hafifletmek, o insanların acısını hafifletmekle bu iş unutulabilir. Ama bunların üstüne kül örterek, o insanların acısını gidermeden, dindirmeden bunlardan kurtulmak mümkün değildir değerli arkadaşlar.

Dolayısıyla bu işlerin böyle olmadığını, tarihin bütün evrelerinden hepimiz biliriz. Bu işler çözümlendiği sürece, acılar soğutulduğu sürece bu sorumluluktan kurtulabiliriz.

Ben sözlerimi, yine, 19 Aralık 2000'deki cezaevi katliamlarında yaşamını yitirenleri ve Taybet anayı da katlinin yıl dönümünde saygıyla anarak bitirmek istiyorum.

Teşekkür ederim. Saygılar. (HDP sıralarından alkışlar)