GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2020 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi ile 2018 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifinin Tümü münasebetiyle
Yasama Yılı:3
Birleşim:39
Tarih:20.12.2019

HDP GRUBU ADINA FATMA KURTULAN (Mersin) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sizleri saygıyla selamlıyorum.

Devlet-toplum ilişkisini belirleyen en önemli nokta, yönetimin adaletli olup olmadığıdır. Adaletle yönetilen bir ülkede devlet, toplumun kendi varlığını güvenle sürdürmesinin de garantörüdür. Toplum ancak kendisinden üstün olmadığının ve kendisine hizmet etme amacıyla var olduğunun bilinciyle devleti kabul eder. Bu etkileşim arasında âdeta bir birleştirici görevi gören ise anayasalardır. Toplumun devlete güvenmesi, devletin varlığını toplumun tüm değerlerini, haklarını koruyup yüceltmek üzerinden sürdürmesi ancak güçlü, demokratik, kapsayıcı bir anayasaya bağlıdır. Devlet, sağlam bir anayasayla şekillenir. Siyasal erk, bu sağlam anayasayla yetkisini, sınırlarını bilir ise o ülke güçlü olur; o toplum eşit, özgür, adil bir biçimde yaşar. Aksi hâlde o toplumda eşitlik, adalet, özgürlük, hak arayışları, itirazlar bitmez; yürürlükte olan anayasalar dahi uygulanmaz hâle gelir. Türkiye tarihi işte bu konuda en iyi örneklerden biridir, üzerine örnek verilebilecek kadar çok anayasa ve değişikliği içermektedir. Şu an yaşanan toplumsal krizler belki de en iyi bu konu üzerinde açıklanabilir.

Değerli arkadaşlar, Osmanlı'nın 1900'lü yılların başında çözülmesiyle birlikte kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş yıllarında kabul edilen 1921 Anayasası önemli ve tarihî bir dönüm noktasıdır. 1921 Anayasası'nın ruhu, Anadolu ve Mezopotamya'da Kürtler ve Türklerin bir arada yaşayabilmesinin anahtarıydı; Kürtlerin varlığı bu Anayasa'yla kabul edildi, bu Anayasa'yla devletin isminde etnik vurgu yer almadı. Türkiye devletinde Kürtlerin de kendilerini yönetebilecekleri idari bir sistemin uygulanması amaçlandı. 23 maddelik Anayasa'nın 14 maddesi Türkiye'nin idari sistemine ayrıldı. İdari birimlerde oluşturulan şûralara özerklik verildi, halkın kendi kendisini yönetmesi yani doğrudan demokrasi amaçlandı.

20-22 Ekim 1919 Amasya protokolleri tutanağının 1'inci maddesi "Osmanlı Devleti'nin düşünülen ve kabul edilen sınırları Türk ve Kürtlerin oturdukları yerleri kapsamaktadır." şeklinde başlamaktadır. Bu protokollerde ayrıca, Kürtlerin serbest, özgürce gelişmelerini sağlayacak şekilde sosyal ve geleneksel haklar yönünden imtiyazlara nail olmaları, desteklenecekleri güçlü bir şekilde vurgulanmıştır.

Sadece bu kadar değil; Mustafa Kemal'in 23 Nisan 1920'de toplanan Birinci Mecliste "Bu sınır içinde Türkler olduğu kadar Kürtler de vardır. Bu unsurlar birbirlerinin haklarına daima saygılıdır." demiştir.

1921 Anayasası görüşmeleri sırasında Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisine yaptığı konuşmada "Türkiye halkı" kavramını kullanmış, ortak kader ve çıkara dikkat çekmiştir. Eğer 1921 Anayasası hayata geçirilebilseydi Türkiye tarihinde bu ülkedeki insanların bir arada yaşayabilecekleri tarihî bir temel kurulabilirdi, güçlü yerel yönetimin temelleri oluşturulabilirdi, birtakım düzenlemelerle merkez ve yerel arasındaki ilişki hakkaniyetli bir taahhüde dönüştürülebilirdi; işte, o zaman gerçek anlamda Kürt ve Türk kardeşliğinden söz edilebilirdi. Ancak hayata geçirilmediği gibi, ilk fırsatta umut vadeden maddeler bir çırpıda çıkarıldı. Ortak vatanda Türklerin ve Kürtlerin kader birliğini esas alan 21 ruhu terk edildi; o kader birliği, taraflardan birinin aleyhine olarak görmezden gelindi. Özellikle, inkârcı, tekçi 1924 Anayasası'na geçişle birlikte çoğulculuğun, ilericiliğin, gelişmenin, ademimerkeziyetçiliğin önü tıkandı. Kürtleri ve haklarını yok sayan hukuki, idari ve sert fiilî uygulamalara girişildi. Varlıklarının ortadan kaldırıldığını gören Kürtlerin bugün hâlâ süren itiraz ve hak taleplerinde ısrarı işte böyle başladı. Koçgiri'yle başlayan yok etme politikası, ağzına kadar cesetlerle doldurulan Zilan Deresi'yle devam etti, her adımda kemiklerin ortaya çıktığı mağaralarda gazlara boğulan Dersim'le devam etti.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 1924'ten bu yana devlet aklı, Kürtlerin hak talebine katliam, inkâr, imha ve asimilasyon politikalarıyla karşılık verdi. Sadece Kürtlere değil, farklı tüm inanç, kültür ve etnik farklılıklara verilen cevap Türkiye tarihi boyunca hep aynı oldu. Kimlikler, diller, inançlar reddedildi; tekleştirilmeye çalışıldı, kurucu ortaklık yok sayıldı. Demokratik, çoğulcu ulus yerine tekçi ulus anlayışına geçilerek yüz yıldır bu ülkeye ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel olarak çok ağır bedeller ödetildi. Ne yazık ki kuruluş sürecinde bu farklılıkları görmezden gelmeyi tercih eden bu akıl hâlâ canlıdır. Bu akıl, bir asırdır Kürt meselesini askerî yöntemlerle çözebileceğini sanmaktadır. Her gelen iktidar "Bu meselenin sonu geliyor." demekte, söyleyenler gitmekte, sorun ise yerli yerinde durmaktadır. Tarihî, siyasal, sosyal, kültürel bir sorunu siyasetin çözüm alanından çıkartarak askerî güvenlik bürokrasisine havale etme anlayışı, yarattığı çözümsüzlük nedeniyle âdeta ülkeye siyasî havale yaşatmaktadır.

Bugün yaşadığımız tüm krizlerin temelinde Kürt sorunu ve demokrasi sorununun çözümsüzlüğü yatmaktadır. Oysa bu meselenin demokratik çözümü, bütün sorunların çözümünü beraberinde getirecektir. Artık uluslararası bir mesele olan Kürt sorununun çözümünün ilk adımı 1921'in ruhunu anlamak, o doğrultuda hareket etmek olmalıdır.

Kürt halkının ve bütün kimliklerin, inançların varlığının anayasal düzeyde kabulü, çoğulcu demokrasinin bir gereğidir. Bugün de ihtiyacımız olan tam da bu esası anlamak, bu esasa geri dönmek, bu yöntemle yüz yıllık sorunları çözmektir. Bunu reddeden bir anlayış, sadece kimlikleri inkâr edilen halklara değil tüm topluma zarar vermekte, bedel ödettirmektedir.

Unutmayınız, Kürt sorunu önünde sonunda kendi muhatabını yaratacak ve çözümünü bulacaktır; bundan kaçış yoktur. 1993 ile 2003 yılları arasında tam 9 kez, dönemin iktidar temsilcileri PKK liderleriyle temasa geçip çözüm yolları aramış, ateşkes ilan edilmesi koşulları yaratılmıştır. Barış yolunu deneyen girişimler, mevcut iktidar döneminde dahi birçok kez ortaya çıkmıştır. Bugünkü iktidar da bu sorunu çözme vaadiyle iktidara geldi, 2013-2015 arasında bir süreç yürüdü. O dönemde çatışmasızlık ve bu sorunun artık barışçıl yollarla çözüme kavuşması umuduyla Türkiye âdeta rahat bir nefes aldı. Cenazeler gelmedi, annelerin gözyaşları durdu; savaşa, savunmaya, güvenliğe ayrılan harcama kalemlerinde büyük düşüşler yaşandı. Kürtler ve Kürt sorununun barışçıl yollarla çözüme kavuşmasında ısrarcı olan bütün çevreler, iktidarın ana dilde eğitim, kültürel hakların yasal güvenceye kavuşturulması, idari ve siyasi reformlar, cezaevlerinde 650 hasta tutuklunun serbest bırakılması konusunda hiçbir adım atmamasına rağmen, barışta ısrar etmeye devam etti.

Dönemin Başbakanı Erdoğan, Meclisin ilk zabıtlarında kürdistanın da geçtiğini, lazistanın da geçtiğini partisinin grup toplantısında söyledi; âdeta kelimelerden korkar hâle gelmiş olan bugünkü durumlarına işaret eder gibi "Kelimelerden, kavramlardan korkanlar; kendi icat ettiği tabulardan, kendi imal ettiği kabuslardan korkanlar büyük devlet inşa edemezler." demiştir.

Hükûmeti sözünü tutmaya çağırmak için "Hükûmet, adım at!" mitingleriyle, kalekol protestolarıyla alanlara çıktı ancak iktidara gelenler iktidarını pekiştirmekten, yandaşlarını büyütmekten başka bir şey yapmadı.

İktidar, oy kaybettiğini fark ettiği ilk andan itibaren çözüm masasını devirdi; Kürt sorununda askerî ve güvenlikçi yöntemlere geri dönüldü. Roboski hâlâ hafızalarda tazeyken Cizre bodrumlarında insanlar diri diri yakıldı; onlarca yerleşim yerindeki yüz binlerce insan yerlerinden edildi; şehirler tanklarla, toplarla dümdüz edildi.

Bugün, Sur yasağı dört yıl on sekizinci gününde; hâlâ devam ediyor. "Bütün bunlar darbe mekanizmasını harekete geçirecek." diye uyardığımızda, kulak tıkandı.

Bugün hâlâ siyasi ayağı açığa çıkmaya muhtaç, araştırma komisyonu raporu dahi halka açıklanmayan 15 Temmuz darbesinde 251 insan hayatını kaybetti.

Seçim dönemlerinde "OHAL'i biz kaldırdık." diye övünen AKP, kendi getirdiği OHAL rejimiyle birlikte yasama, yürütme ve yargıyı ele geçirdi; ordu, polis, medya, sermaye örgütlerini iktidarın birer kolu hâline getirdi; demokratik toplumsal muhalefeti tasfiye etme süreci başlatıldı.

Sayın milletvekilleri, ne yazık ki seçme ve seçilme hakkının, demokratik siyaset hakkının ortadan kaldırılmaya çalışıldığı günlerden geçiyoruz. Partimizin eski eş genel başkanları, milletvekilleri, yöneticileri, belediye eş başkanları, üyeleri, çalışanları dâhil neredeyse yarısı cezaevlerindedir. Demokratik siyaset, dört duvar arasında esir alınmaya çalışılmaktadır. Eş genel başkanlarımızı ve milletvekillerimizi âdeta intikam alırcasına tutuklayan iktidar, yargı eliyle görülmemiş kararlara imza atmaktadır. Bugün partimizi yargılamaya çalışan mahkemeler, hukuk mahkemeleri değil AKP mahkemeleridir, AKP yargısıdır. İktidarın yargısı, Suruç'un, Diyarbakır'ın, Ankara'nın, Tahir Elçi cinayetinin esas sorumlularını bulmak için çaba sarf etmek yerine fezleke rekorları kırmakta; cezaevlerini HDP'lilerle, muhaliflerle doldurmaktadır. Aynı yargı "Gerçekler dile getirilmesin." diye, "Halk haberdar olmasın." diye, gazeteleri, televizyonları, radyoları kapatmakta; gazetecileri bir bir cezaevlerine atmaktadır.

Anayasa'nın, hukukun askıya alındığı böylesi bir süreçte yerel yönetimlere âdeta siyasi darbe yaparcasına bir bir el konulmaktadır. İktidar, seçimle kazanamadığını kayyum atayarak ele geçirmeyi bir gelenek hâline getirmektedir. 2016 Eylülünden itibaren 94 belediye bu iktidar eliyle gasbedilmiştir. Kayyumlar âdeta Şark Islahat Planı, umumi müfettişlikler ve OHAL valiliğinin ardılı olarak uygulanmaktadır.

AKP iktidarı, ittihatçı zihniyetin uygulamalarını sistemli bir şekilde takip etmekte ve kendi politikası olarak hayata geçirmektedir. Bir lokma, bir hırka ilamlarını şatafat ve israf düzenine dönüştürenlerin iktidarına ellerindeki bütçe yetmiyor olacak ki halkın belediyelerini de peyderpey ele geçirmektedir. Halkın sandıklarda verdiği her türlü uyarıya kulak tıkayanlar, el koydukları belediyelerimizde gözler önüne serilen şatafattan dahi utanmadan Kürt halkının iradesine yeniden el koymaya devam etmektedir. Sayıştay raporlarına da yansıyan usulsüzlükler, yolsuzluklar öyle bir hâl aldı ki kayyumlar 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet sisteminin yereldeki ayakları olarak karşımıza çıkmaktadır. 31 Mart sonrasında, 1 Nisan sabahında belediyelere operasyon için kolları sıvayanlar 19 Ağustostan bugüne 31 belediyemizin eş başkanlarını görevden aldı yani yaklaşık 4 milyon kişinin seçme, seçilme hakkı elinden alındı. Biz şu an bu konuşmayı yaparken bile, Sur Belediye Eş Başkanımız Filiz Buluttekin evi basılarak gözaltına alındı. Eve giren kolluk, Buluttekin'i, eşini ve 10 yaşındaki oğlunu yere yatırıp kafalarına silah dayadı. "Kürt düşmanlığı" dediğimizde buna tepki gösterenler bir kez daha söylüyoruz: Bu, Kürt düşmanlığıdır. Kürt düşmanı damgasını, alnınıza yapıştırıyoruz. (HDP sıralarından alkışlar)

Aday gösterdiğimiz ve YSK tarafından aday olmasında hiçbir sorun bulunmayan 6 belediye eş başkanı arkadaşımızın seçildikten sonra mazbataları ellerinden alındı yani seçilme hakları ellerinden alındı. YSK eliyle açıkça tuzak kuruldu. Görevden alınan eş başkanlarımızın biri bile belediyelerdeki görevinden dolayı suçlanmadı. Neredeyse tamamı, HDP kimlikleriyle düşüncelerini ifade ettiği için, bu düşünceleri ve HDP'li olmaları iktidarı rahatsız ettiği için âdeta cezalandırıldı.

Hukuksuzluğun hangi birini sayalım: Kadın eş başkanların kendi adaylıklarının tanıtım toplantısına katılmaları dahi suç olarak gösterildi. İki yüz gün açlık grevinde kalan Leyla Güven'in açlık grevinde olduğunu söylemek suç sayıldı. Karakola dönüştürülen belediyeler için "Belediyeler karakola dönüştürülmüştür." demek de tutuklama gerekçesi yapıldı. Nefes alıp vermek dahi suç hâline getirildi. Daha birkaç gün önce çıktıkları ilk duruşmada tahliye edilen Kulp Belediye Eş Başkanlarımız, nükleer silahla dahi suçlanıp halkla âdeta alay edilircesine tutuklanmıştı. Daha niceleri yalan yanlış suçlamalarla, gizli tanık beyanlarıyla görevlerinden uzaklaştırıldı. Belediye meclisinin kendi içinde seçim yapmasına dahi izin verilmedi. Devletin valileri, kaymakamları halkın iradesinin karşısına dikildi, bu Meclis de sadece izledi. Kayyumlar, o belediye binalarını ele geçirmiş olabilir ama halkın iradesini asla ele geçiremeyecekler, halkın iradesini teslim alamayacaklar. O kayyumlar binaların kayyumudur, halkımızın iradesi ise dimdik ayaktadır ve ilk seçimlerde kayyumcu zihniyete gereken cevabı en güçlü şekilde verecektir.

Kayyum atamaları, aynı zamanda eş başkanlık sistemimize yani kadın iradesine, kadınların eşit temsiliyetine ve kazanımlarına bir saldırıdır. Bu iktidar kadınların iradesinden, kadınların güçleniyor olmasından açıkça korkmaktadır, kadınların yükselen mücadelesini kendi iktidarının sonu olarak görmektedir; bu nedenle kadın karşıtı politikalara ısrarla sarılmaktadır. Ne yaparsanız yapın biz kadınlar mücadelemizden de eş başkanlık sistemimizden de asla vazgeçmeyeceğiz. (HDP sıralarından alkışlar) Her yerde "Tek adam değil çok insan, tek başkanlık değil eş başkanlık" demeye devam edeceğiz.

Sayın milletvekilleri, sadece içeride değil sınırın dışında da Kürt'e düşman anlayışın politikaları tezahür etmeye devam etmektedir. "Sınırın öbür tarafından 2 roket attırıp savaş gerekçesi çıkartırız." diyen zihniyet, kuzey ve doğu Suriye'de halkların bir arada yaşamını ve demokratik geleceğini hedef almakta, IŞİD karanlığına yeniden alan açmaktadır.

Dünyanın gözleri önünde barbar çetelere karşı duranların yerleşim yerleri barbar çetelerin artıklarına teslim edilmektedir. Bu çetelerin başı olan Bağdadi, Türkiye'nin 12 gözlem noktasından nasıl olduysa görünmeden geçerek çetelerin yerleştiği bu topraklara kadar gelebildi; sınırın sadece 5 kilometre ötesinde öldürüldü. Hâlen Afrin'de, İdlib'de bu çetelerin artıkları cirit atıyor.

Sınırın bir tarafına bir çakıl taşının bile gelmediği Serekaniye ve Gire Spi, yine bu çete artıklarına teslim edilmek üzere işgal edildi. Sivillerin üzerine bombalar yağdırıldı; kadınlar, çocuklar, yaşlılar, işgalden kaçanlar hava bombardımanıyla paramparça edildi. Rojava'da Kürtlerin, Arapların, Ermenilerin, Sünnilerin, Hristiyanların, Ezidilerin hep birlikte tesis ettiği birlikte yaşam modeli, maşa olarak kullanılan barbar çetelerin saldırısına maruz bırakıldı. Yüz binlerce insan yerlerini, kendi öz topraklarını terk etmek zorunda kaldı. Demografik yapıyı değiştirmeyi hedefleyen bu saldırı planı, ne yazık ki tüm Suriye ve Orta Doğu halklarına ve Türkiye halklarına kaybettirmektedir. Mermi hesabıyla halka aç kalmayı salık veren zihniyet, kuzeydoğu Suriye'de insanları âdeta savaş silahlarına denek yaptı. Yandaşlar savaş üzerinden cebini doldururken kuzeydoğu Suriye'ye yapılan işgale "işgal" dememiz, savaşa "savaş" dememiz burada engellenmek istendi ama biz gerçekleri haykırmaya, savaşa karşı çıkmaya devam edeceğiz. Bizler Suriye'deki sorunlar, Suriye sınırları içinde, Suriye halklarının iradesiyle çözülmeli derken iktidar, korsan bir orduyla Suriye'yi istediği şekilde dizayn etme gayretine durmadan devam ediyor, çetelerin insanlık suçlarına âdeta ortak oluyor. IŞİD ve El Kaide unsurlarını da içinde barındıran bu çetelerin maliyeti olan milyon dolarlar da halkın sırtına yüklenmeye hâlen devam etmektedir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sadece bugün değil, yıllardır halkın bütçesi güvenlikçi politikalara ve savaşa harcanıyor. Yıllardır, toplumun her kesimini kıvrandıran sorunların çözümü, siyasi iktidarlar tarafından bir zaruret olarak görülmüyor. Bununla birlikte Parlamentonun müdahale yetkisi elinden alındı. Özellikle de Parlamentonun işlevsizleştirilmesiyle, halkın parasının halka harcanmamasına âdeta seyirci kalınıyor.

Bakınız, bütçe, parlamenter rejimlerin temel varoluş sebeplerinden biridir. Meclisin en asli görevlerinden biri, halkın parasının halka hizmet olarak dönmesini sağlamaktır. Bizler bu amaca hizmet edelim diye halk tarafından bu Parlamentoya gönderildik. Ancak bugün üzerinde konuştuğumuz bütçe, halkın çıkarlarını gözetmekten ziyade saraya hizmet eden, sermayenin cebini doldurmaya hizmet eden bir hâle getirildi. Haftalarca parlamenterlerin üzerinde konuştuğu bütçe kalemlerinde herhangi bir değişiklik yapılamadı. Halkın bütçesinin güvenlikçi politikalar ve savaşa aktarılan büyük payının eğitime, sağlığa, refaha, özgürlüğe, adalete, kadına, tarıma, işçiye, EYT'liye, öğrenciye harcanması engellenmektedir. Çünkü bu bütçe, Parlamentodan ve denetimden uzak bir süreç içerisinde, sarayda hazırlandı; bir noter gibi, onaylasın diye de Meclisin önüne konuldu. Daha da önemlisi, bütçe hakkı, halkın temel hassasiyetlerini, yönetenlerden beklentilerini karşılayacak bir olgu olmaktan çıkarıldı.

Özellikle bütçedeki eşitsizlik, kadınlar açısından çok daha vahim bir noktadadır. Her alanda olduğu gibi, bütçede kadının adı yok. Kadınlar her gün sokak ortasında öldürülmeye devam ediliyor. Kadın cinayetleri, kadını mücadelesinden, kamu alanından ve hatta yaşamdan uzaklaştırma politikalarının bir tezahürü olarak yaşanmaktadır. Kadını öldürmek kahramanlık hâline geldi. İşte, bu bütçe de bunu desteklemektedir.

Her gün en az 1 kadın öldürülürken bütçe kalemleri kadınların lehine düzenlenmedi; her gün ortalama 5 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybederken bütçe, işçi ve emekçileri gözetir bir anlayışla düzenlenmedi; eğitimde son sıralarda olduğumuz da görmezden gelindi; sağlık harcamalarının pahalılığı da görmezden gelindi; çiftçinin borç harçtan elinde geçinecek parası kalmadığı da görmezden gelindi; pırıl pırıl gençlerin işsizlikten kırıldığı da görmezden gelindi; insanların geçinememekten toplu ölümleri seçtiği de artık adalete inançlarının kalmadığı da görmezden gelindi. Bütün bu kalemlere harcanmayan her kuruşun, bizleri içinden çıkılmaz bir sarmala soktuğu açıktır. Halk geçinemediği için toplu intihar ederken halkın bütçesi, sınır içinde ve sınır dışında savaşa ve güvenlikçi politikalara harcanmaktadır.

Sayın milletvekilleri, bu ülkede yıllardır, Kürtler yaşadığını, Ermeniler öldüğünü, Aleviler bir inanç olduğunu, kadınlar var olduğunu, emekçiler sömürüldüğünü; doğa, insan kadar hak sahibi olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır. Artık bu gerçeklere kulak tıkamanız imkânsızdır. Bu çatı altında Türk, Kürt, Ermeni, Ezidi, Süryani, Arap, Laz varken, bu topraklarda bu etnik kökenden halklar yokmuş gibi yaparak bu meseleyi çözemeyiz. Bu Meclis çatısı altında Alevi, Sünni, Hristiyan vekillerimiz varken, bu topraklarda bu inançlara mensup halkların olduğunu görmezden gelemeyiz.

Halkı tek tip gören, yönetimde, idarede tek tipçiliği dayatan bir akılla varlık sürdüremeyiz. Halkları bir arada tutacak, birlikte yaşamalarını sağlayacak yol ve yöntemler, yüz yıldır uygulanan ve sonuç vermeyen politikalardan çok farklıdır.

Kimlikleri tek tipleştiremezsiniz, demokratik çoğulculuğu tüketemezsiniz, artık bunu anlamanız gerekir. Atılması gereken ilk adım; tarihle, geçmişle kararlılıkla yüzleşmektir. Türkiye'yi bu krizler sarmalından ancak yüzleşme ve demokratik çözümde ısrarla kurtarmak mümkündür. İşte bu yüzleşme, tam da burada, bu Meclis çatısı altında başlamalıdır. Bu Meclis, eşit yurttaşlığı önüne vazgeçilmez şart olarak koymalı, adalet ve özgürlüğü düstur edinmelidir. Bu devasa sorunu ABD, Rusya ve dış güçlerle değil, kendi içimizde diyalog kanallarıyla çözmeliyiz. Elbette ki bunun en önemli koşulu; demokratik, özgürlükçü bir anayasadır. Böyle bir anayasayla iktidarın sınırları çizilir, iktidar denetlenebilir hâle getirilir, temel insan hakları güvence altına alınabilir. Toplumun acil olarak yeni bir anayasaya ihtiyacı vardır. Toplumun bütün dinamikleri böyle bir Anayasa'nın yapılmasında hemfikirdir. Ülkedeki demokrasi krizinin çözülmesi, Kürt sorununda eşitlikle güçlenmiş, adaletle bezenmiş, barışçıl bir çözüm, halkın bizden beklentisidir. "Bizden" diyoruz, zira halkın iktidardan bir beklentisi kalmamıştır. Bizler, herkes için, her kesim için kapsayıcı olabilecek, hak ve özgürlükleri koruma altına alan, çoğulcu demokratik yerel yönetimleri ve güçlü bir parlamenter sistemi önceleyen, eş başkanlığı her yönetim kademesinde tanıyan, kadını koruyan, ekolojik, hayvan dostu bir anayasa yapılması için öncü olmak durumundayız. Uzun zamandır HDP olarak yürüttüğümüz demokratik anayasa çalışmasının ortam ve şartlarının hazırlanması sürecinin başarıyla sonuçlanması için çaba sarf etmekteyiz. 20 Kasımda Ankara'da geniş katılımlı bir toplantıyla bir deklarasyonla bunu yayımladık "Hodri meydan." dedik, iktidarı erken seçime çağırdık çünkü bu iktidar artık miadını çoktan doldurmuş, toplumun sırtında bir kambura dönüşmüş. Toplumun büyük kesimi bu kayyum zihniyetini artık kabul etmemektedir. Kürt ve muhalif düşmanlığı, kadın karşıtlığı etrafında kenetlenmiş olan bu iktidarın topluma zarar vermeden varlığını sürdürmesi artık mümkün değildir. Savaşta ısrara karşı Kürt sorununda barışı kararlılıkla örmeye devam ederken, savaşa karşı halkın bütçesinde de ısrarcı olmaya devam edeceğiz.

Bu bütçe kadın bütçesi olmadığı, işçinin bütçesi olmadığı, gençlerin, öğrencilerin bütçesi olmadığı, çiftçinin, emekçinin bütçesi olmadığı, EYT'linin bütçesi olmadığı için kabul etmiyoruz. Yoksulluğu savaşla gölgelemeye çalışanların bütçesini kabul etmiyoruz. Halkı açlıktan kırılırken, şatafat ve israftan halkın vaziyetini görmeyenlerin bütçesini kabul etmiyoruz. Dün ölüm yıl dönümü olan Taybet anayı öldüren politikalara karşı olduğumuz için bu bütçeyi kabul etmiyoruz. Dün yine ölüm yıldönümü olan ve 32 kişinin hayatını kaybettiği hayata dönüş operasyonunun talimatını veren zihniyetin tezahürüne karşı olduğumuz için bütçeyi kabul etmiyoruz. Alevi yurttaşlarımızın her gün yeni bir Maraş katliamı endişesiyle yaşamasına karşı olduğumuz için bütçeyi kabul etmiyoruz. Birkaç gün sonra yıl dönümü olan, 17'si çocuk 34 kişinin F-16'larla bombalanarak öldürüldüğü Roboski'yi unutmadığımız için bu bütçeyi kabul etmiyoruz.

Demokrasi, özgürlük ve barış mücadelesini dört duvar arasında da olsa kararlıca savunan başta Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ olmak üzere, yol arkadaşlarımız adına bir kez daha bu bütçeyi kabul etmediğimizi ifade ediyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)