| Konu: | Türkiye Cumhuriyeti ile Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti Arasındaki Ticaretin Geliştirilmesi Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna ve Anlaşmanın Eklerine İlişkin Değişikliklerin Cumhurbaşkanınca Doğrudan Onaylanmasına Dair Yetki Verilmesine İlişkin Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 48 |
| Tarih: | 28.01.2020 |
İYİ PARTİ GRUBU ADINA AYDIN ADNAN SEZGİN (Aydın) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; öncelikle Elâzığ'da yaşanan ve pek çok yerleşim merkezini etkileyen depremde zarar gören vatandaşlarımıza geçmiş olsun diyor, hayatını kaybedenlere Allah'tan rahmet diliyorum; yaraların bir an önce sarılmasını temenni ediyorum.
Venezuela'yla imzalanan bu ticaret anlaşmasının 2'nci maddesindeki "Anlaşmanın eklerine ilişkin değişiklikleri doğrudan onaylamaya Cumhurbaşkanı yetkilidir." ifadesi oldukça sorunlu bir ifadedir. Cumhurbaşkanına verilen bu yetki, başta Anayasa'mızın 90'ıncı maddesinin lafzı ve ruhu olmak üzere kanun, mevzuat, uygulama ve yerleşik teamüllere aykırıdır. Ayrıca, anlaşmanın 21'inci maddesinde belirtilen ortak komitenin anılan anlaşmayı tadil etme işlevini de üstlendiği ifade edilmektedir. Ortak komitenin bu işleviyle ortaya çıkacak sonuçların hangi usule göre onaylanacağı ise belirsizdir. Yani ortak komite tarafından anlaşma metninde yapılacak olan değişiklikleri onaylamaya kim yetkili olacaktır? Bu çerçevede, anlaşma ve ilgili kanun teklifine İYİ PARTİ olarak muhalif olduğumuzu belirtmek istiyorum.
Sayın Cumhurbaşkanının Venezuela Devlet Başkanı Maduro'yla yakınlığı çok dikkat çekicidir. Venezuela, Latin Amerika'nın doğal kaynaklar açısından en zengin ülkelerinden biridir. Bölgenin en müreffeh ekonomilerinden biri hâline gelebilirdi. Ancak maalesef Maduro ne bir demokrasi öncüsü ne de iyi bir yönetici olarak temayüz edebilmiştir. Tam tersine, popülizmden otoriterleşmeye hatta totaliterleşmeye yönelmiş, ülkenin zengin kaynaklarını olabilecek en verimsiz şekilde kullanmış ve heba etmiştir.
Biz elbette, daha ziyade Venezuela vatandaşlarına zarar veren ABD yaptırımlarını, baskılarını tasvip etmiyoruz ancak bugün Venezuela halkının çektiği sıkıntının birinci müsebbibi, ülkede yaşanan ekonomik ve siyasi sorunların nedeni Maduro rejiminin ağır hatalarla dolu politikalarıdır. Venezuela bugüne kadar yaptırımlara kısmen dayanmışsa, Maduro mukavemet edebilmişse, bunu, bölgeyi yeni bir güç dengesi mücadelesi alanı olarak gören Rusya'nın ve bir ölçüde Küba'nın yardımıyla gerçekleştirmiştir.
Türkiye'nin, halkının çıkarlarını öncelemek yerine ülkeyi bir deneme tahtası hâline getiren, hem otoriter hem de kötü bir yönetici olan Maduro'nun yanında bu denli iştahla saf tutması da herhâlde yadırganacak bir durumdur.
Venezuela ABD tarafından tek taraflı, Avrupa ve Latin Amerika ülkeleri tarafından da çok taraflı yaptırımlarla karşı karşıyadır. Dünyanın yaptırım uyguladığı Venezuela'yla yapılan bu anlaşma, anlaşılan İran'da olduğu gibi ambargo ihlalini ima etmektedir. Venezuela'yla yapılan altın ticaretiyle ilgili geçmişte önemli iddialar gündeme gelmişti, biliyoruz bunları. Bu da akıllara İran ve Rıza Sarraf'ı getiriyor maalesef. Umuyorum, bu anlaşmayla, uluslararası ticari ilişkilerimizi ve sicilimizi olumsuz etkileyecek birtakım planların hayata geçirilmesi amaçlanmıyordur.
Ayrıca, yine, bu anlaşma kapsamında Venezuela'dan ithal edilecek tarım ürünleri, canlı hayvan ve hayvansal ürünler için sıfır gümrük ya da vergi indirimi uygulanacağı anlaşılmaktadır. Ülkemiz ekonomisi ve üreticilerin yaşadığı sıkıntılar göz önünde bulundurulduğunda, böyle bir düzenlemenin ekonomik rasyonaliteye aykırı olduğu, ekonomimizin ve yetiştiricilerimizin çıkarlarıyla ters düştüğü açıktır.
İktidar tarafından diğer ülke tüccarlarına verilen imtiyazlar Venezuela'yla sınırlı değildir. Son dönemde özellikle Suriye'nin Afrin bölgesinden temin edilen zeytinyağı nedeniyle, Türkiye'de geçimini zeytinden temin eden çok önemli bir kesim mağdur olmaktadır. Afrin başta olmak üzere Suriye'nin çeşitli bölgelerinden ithal edilen zeytinyağı, üreticilerimize ağır darbe vurmaktadır. Ayrıca, bölgedeki zeytinyağı ticaretinden bazı devlet dışı yapıların ve terör örgütlerinin maddi kaynak temin ettiği de iddia edilmektedir. 2018 yılında Suriye'den 24 bin ton zeytinyağı ithal edildiği, 2019 yılında bu miktarın 50 bin tona ulaştığı öne sürülmektedir. Suriye'den zeytinyağı ithalatının Tarım Satış Birlikleri Anonim Şirketi tarafından yürütüldüğü, ihraç kayıtlı olarak getirilen yağların ihraç edilmemesi durumunda uygulanması gereken cezaların caydırıcı olmadığı, hatta bazı cezaların silindiğine dair kuvvetli duyumlar ve bilgiler mevcuttur. Tek ithalatçı durumundaki Tarım Satış Birliklerinin Suriye'den ucuza aldığı zeytinyağını Türkiye'deki ihracatçıların fiyatlarının çok daha altında sattığı, zeytinyağı üreticilerimizin ciddi bir pazar ve ciro kaybına uğradığı yönünde şikâyetler giderek artmaktadır. Bu olumsuzluklar, Türkiye'de zeytinyağı üretimiyle geçinen 300 binin üzerinde aileyi mağdur etmektedir. Ülkemizde zeytin ve zeytinyağı üretim maliyetleri zaten diğer birçok üretici ülkeye oranla yüksektir. Girdi maliyetlerinin yüksek olması, özellikle uluslararası rekabet açısından üreticileri çok zor durumda bırakmaktadır. Bu zorluklara bir de Suriye'den getirilen zeytinyağının yarattığı zararlar eklendiğinde üreticilerimiz çok ciddi mağduriyetle karşılaşmaktadır.
Değerli arkadaşlar, Suriye'de durum gittikçe daha sıkıntılı bir hâl almaktadır ancak iktidar Suriye'de aynen Libya'da olduğu gibi eşit ortaklık yerine Rusya'ya tabi olma tutumunu tercih etmiştir. Bunun İdlib'de de çok ağır sonuçları olacaktır. İlan edilen son ateşkes de çoktan bozulmuş durumdadır. İdlib'de Şam ve müttefiklerinin sivil yerleşim yerleri de dâhil olmak üzere saldırıları giderek artmaktadır. Bölgenin doğusu her an Esad yönetiminin eline geçebilir. İdlib'de ateşkes lafta kalmış, aldanan yine Ankara olmuştur. Sığınmacı akını durumun vahametini artırmaktadır. İktidar ise sadece sınırımıza yaklaşan sığınmacılarla ilgili rakamlar verip gelişmeleri aciz içinde izlemektedir. İdlib'de sınırımıza bitişik bir bölgede tampon bir güvenli bölge yaratılması dahi ülkemiz için sürekli, müzmin ve çok ağır bir tehdit, pimi çekilmiş bir bomba, hatta bir atom bombası olacaktır. İdlib'in Türkiye için oluşturduğu tehdidi burada defalarca dile getirdik. Bu çok önemli muhtemel tehdidi de bugün tekrar ifade etmeyi bir görev addediyorum.
Ülkemizin yanı başında gerçekleşecek ve aralarında mutlaka teröristlerin de yer alacağı nüfus yoğunlaşması siyasi gelişmelere göre Türkiye'ye ve halkımıza yönelik daimi bir risk zemini oluşturacaktır. Bu tehdit, başkalarının tercihine göre tarafımıza karşı kullanılabilecektir. İdlib'de kaç Türk askeri bulunduğuna yönelik sorularımıza da iktidar tarafından yanıt verilmemektedir. Oysa bu bilgiler, Rus ve Amerikan makamları ve kamuoyu tarafından bile pekâlâ bilinmekte, Türkiye kamuoyundan ise ısrarla gizlenmektedir.
İktidarın Libya konusunda da yine ve hâlâ yanlış okumalar içinde olduğunu görüyoruz. Gerek 27 Kasım 2019 tarihli güvenlik ve askerî iş birliği mutabakat muhtırasının gerek asker gönderme tezkeresinin Meclisteki görüşmeleri sırasında temel görüşlerimizi ve kaygılarımızı dile getirdik. Maalesef iktidar bizleri dinlememiştir. Biz, asla "Libya'ya kayıtsız kalalım." Demiyoruz; iktidarın Türkiye'nin aleyhine neticeler veren dengesiz yöntemlerine itiraz ediyoruz. Hem muhtıra hem de tezkere, Serrac Hükûmetine yardımcı olmak ya da meselenin barışçı yollarla çözümüne katkıda bulunmak şöyle dursun, sahadaki olayları kışkırtmıştır, ateşkes sadece sözde kalmıştır, Arap ülkelerinde Türkiye'ye yönelik tepkilerin artmasına da neden olmuştur.
Hafter'i darbeci ve terörist ilan eden Sayın Cumhurbaşkanı, muhalefet partilerinin defaatle önerdiği diplomasi ve ara buluculuk kanallarını ısrarla reddetmiştir ancak ne hikmetse Putin'in talebini kabul ederek Moskova'da pazarlığa oturmuştur. Hatırlanacağı gibi, bu defa da Hafter masadan kalkmış, gerekçe olarak da Türkiye'nin Libya'daki askerî varlığını öne sürmüştür, Türkiye'nin Libya'da herhangi bir rol üstlenmesine ağır itirazlarda bulunmuştur. Yani asker gönderme tezkeresi, iktidarın iddia ettiği gibi, Libya'da ateşkese vesile olmamış; aksine, olası bir ateşkesi ve barış görüşmelerini baltalamıştır. Berlin Konferansı'ndan da herhangi bir sonuç alınamamıştır. Suriye'de ÖSO ve diğer gruplardan savaşçıların, Türkiye üzerinden Libya'ya paralı asker olarak gönderildiğine dair kuvvetli duyumların kanıtları toplu hâlde ortaya çıkmaktadır. Geçtiğimiz günlerde uluslararası basında yer alan haberlerde, 2 bin civarında Suriyeli savaşçının Türkiye üzerinden Libya'ya savaşmak üzere gittiği aktarılmıştır. Libya'daki ÖSO mensuplarının geçtiğimiz haftalarda sosyal medyadan yaptığı öne sürülen paylaşımlar da bu iddiaları desteklemektedir. İddialar doğruysa, uluslararası hukuk ve imajımız açısından ülkemizin maruz kalacağı maliyetlere ilişkin olarak iktidar tarafından nasıl bir muhasebe yapılmaktadır? Ülkemizin uluslararası çıkarları bağlamında muhatap olacağı olası sakıncalar hakkında iktidarın değerlendirmesi nedir? Bu sorular yanıtlanmaya muhtaçtır.
Ayrıca, tezkere nedeniyle, Türkiye'nin diplomasi yerine askerî yöntemleri önceleyen bir ülke olarak algılanması gibi menfi sonuçlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Türkiye bu tezkereyle ikinci defa bir iç savaşa doğrudan taraf hâline gelme hatasını yapmıştır. Bu, aslında gayrimillî bir anlayıştır.
Ayrıca, Rusya'yla Moskova'da başlatılan ve iyi hesaplanmadan girişilen ateşkes hamlesinin mutlak bir fiyaskoyla sonuçlanması itibarımızı daha da sarsmıştır. Zaten Libya'da böyle bir ateşkese, böyle bir sonuca, Rusya'ya tabi bir dış politika izleyerek varılabileceğini düşünmek, bırakın amatörlüğü, aymazlığın ta kendisiydi. Bu kürsüden defalarca tekrarladık; Rusya'yla eşit birer partner olarak ortak çıkarları azamileştirmek için elimizden geleni yapmamız gerekmektedir. Ama iktidar eşitliği seçmiyor. Suriye'de olduğu gibi Libya'da da Rusya ile ABD'nin anlaşacağını defaatle belirttik. Nitekim Rusya, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyini Libya konusunda Moskova'da toplamaya yönelik çalışmalar yapmaktadır. Moskova'da Hafter'in masadan kalktığı ateşkes anlaşması ve Berlin'de Hafter'in imzalamadığı mutabakat çökmüş, Türkiye seyirci kalmış, aldanmış, dışlanmıştır.
Son günlerde Mısrata bölgesinde çatışmalar artarak devam etmektedir. Libya daha da karışmakta, Libyalılar daha çok acı çekmektedir. "Tezkere sayesinde ateşkesi temin ettik." diyen iktidar ise aciz içindedir. Olan, Türkiye'nin saygınlığına ve itibarına olmaktadır. Dış politikamız açısından berrak, net bir mağlubiyet, ülkemiz açısından ise yeni riskler kapıdadır. Şimdi de iktidar "lider diplomasisi" diye bir kavram üreterek dış politikadaki tek adam yönetimine kavramsal bir kılıf uydurmaya çalışmaktadır. "Türkiye lider diplomasisiyle uluslararası sistemde yaşanan krizleri çözüme kavuşturmaya devam ediyor." ifadeleriyle dış politikadaki beceriksizlikler örtbas edilmeye çalışılmaktadır. Oysa Türkiye, bırakın krizleri çözüme kavuşturmayı, bizatihi kriz üreten bir ülke hâline gelmiştir; istikrar üreten bir ülke olmaktan çıkmış, istikrarsızlığa yol açan ülkeler grubuna hızla sürüklenme yolundadır. Hâlbuki cumhuriyet dış politikasının ana sermayesi, bölgesinde ve dünyada istikrar üretme yeteneğiydi. Suriye'deki iç savaşın büyümesinde ve uzamasında AK PARTİ'nin ciddi bir rolü vardır. Libya'da Türkiye'nin attığı adımlar ateşkesi âdeta ateşe atmıştır. Uzlaşma zemininin yıpranmasında iktidarın dış politikasının çok önemli payı vardır. Libya meselesinin egemenlik sorunu olarak görülmesi yersiz ve abartılmış bir yorumdur. Komşu ülkelerle ve Doğu Akdeniz'deki ülkelerle ideolojik saplantılarla didişmek yerine diplomasi öne çıkarılmış olsaydı durum bugünkü hâle gelmeyecekti. Suriye'de ve Libya'da atılan yanlış adımlar açıkça gösteriyor ki Türkiye dış politika hamlelerine hapsedilmek istenmektedir. Nedeni çok açık: Ekonomi felakete sürükleniyor ve iktidarın dış politika şovenizminden başka tutunabileceği hiçbir zemin kalmamıştır. Dış politikamızda bu olaylar yaşanırken, millî güvenliğimize yönelik tehditler tedricen artarken ve uluslararası ilişkilerimiz böylesine kötü yönetilirken muhalefet tarafından yapılan sağduyulu öneriler dikkate alınmamakta ve hatalar zincirine yenileri eklenmektedir.
Millî Savunma Bakanlığının bütçesinin Komisyondaki görüşmeleri sırasında sorduğum bir soruda S-400 hava savunma sistemlerinin alınmasında Türkiye'nin Batı savunma ekosisteminden bağlarını koparma amacı olup olmadığını gündeme getirmiştim. Sayın Hulusi Akar, verdiği yanıtta, bölgemizdeki istikrarsız ortamdan kaynaklanan muhtemel tehditler nedeniyle Türkiye'nin hava ve füze savunma sistemlerine ihtiyacı olduğunu belirtmiştir; S-400 satın alınmasına rağmen uygun koşullar sağlanması hâlinde Patriot sistemlerinin de alınmasına hazır olunduğunu ifade etmiştir. S-400'lerin Türkiye'nin ilan edilmiş olan hangi ortak üretim ya da teknoloji transferi önceliğini karşıladığını bilemiyoruz. Bu soruyu da sordum Sayın Akar'a, sorum cevapsız kaldı. Oysa bunu bilmek de kamuoyunun hakkıdır. Teknoloji transferi gerçekleşmeyeceği yönünde Moskova tarafından defaatle açıklama yapılmıştır. Her zamanki gibi yetersiz ve muğlak bir yanıt verilmiş olmasının bende yarattığı hayal kırıklığını Genel Kurulla paylaşmak istedim.
Dış politika yönelimi ve güvenlik şemsiyesi tercihi konusundaki kafa karışıklığı devam etmektedir. Bunun adı, çok boyutlu dış politika değil, kararsız ve iradesiz dış politikadır; politika bile değildir aslında. İktidar, uluslararası alandaki her yeni gelişmede "Bu defa hangi ülkeye tabi olmak daha doğru olur?" diye bir değerlendirme yaparak karar almaktadır. Filistin'de Filistin halkının tüm kazanımları tek tek aşındırılmaktadır, bunda da iktidarın sorumluluğu vardır. İktidarın dış politikası, gönül coğrafyamız olarak tanımlanan bölgelerdeki bütün gönül dostlarımıza, soydaşlarımıza ve mazlum halklara bir katkıda bulunmamış hatta zarar vermiştir. Dış politika karar alıcılarımızı sağduyulu ve ulusal çıkarlarımıza uygun bir tutuma dönmeye davet ediyoruz. Dış politika geleneği bölgesinde ve dünyada istikrara olabildiğince katkıda bulunma anlayışına ve pratiğine dayalı Türkiye'nin istikrarsızlık üretme eğiliminden hızla sıyrılması itibarının ve millî menfaatlerinin gereğidir. Bugün, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi, Türkiye'nin periyodik incelemesini yapmaktadır. Göreceğiz yine dünya âleme nasıl mahcup olacağımızı. Ülkemizde demokrasinin ve insan haklarının kaydettiği gerileme yeniden tescillenecek. Bu yüz kızartıcı gelişmelere karşı tek çare, iyileştirilmiş parlamenter demokratik sisteme dönüştür.
Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)