| Konu: | Ürün Güvenliği ve Teknik Düzenlemeler Kanunu Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 60 |
| Tarih: | 25.02.2020 |
HDP GRUBU ADINA RIDVAN TURAN (Mersin) - Sayın Başkan, sayın vekiller ve ekran karşısında bizleri izlemekte olan değerli halkımız; hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum. Ürün Güvenliği ve Teknik Düzenlemeler Kanun Teklifine ilişkin Halkların Demokratik Partisi adına söz almış bulunuyorum.
Değerli arkadaşlar "ürün güvenliği" kuşkusuz önemli bir kavram. Kullandığımız ürünlerin içeriği, üretilirken hangi süreçlerden geçtiği, insan sağlığına aykırı olabilecek ne türden kimyasalları içerdiği ya da içermediği bir bütün olarak ürünün, üreticinin üretim sürecinden başlayıp tüketiciye varana kadar olan bütün süreçlerin ele alınması, değerlendirilmesi ve bunların hiç kuşkusuz ki hiçbir muğlaklığa yer vermeksizin ayrıntılı biçimde ele alınması son derece esastan öneme sahip bir konu. Tabii, bu kadar önemli belki de bu konuda ivedi adımlar atmamış olmamızdan kaynaklı olarak, bu ürünlerin standardize olmamış olması, bu ürünlerin insan sağlığına zararlı olmuş olması sebebiyle belki de yıllardan beri -belki de değil, öyle- insanlarımız bu toksik malzemelerle, bu toksik maddelerle, ağır metallerle, işte fitalat gibi kanserojen kimyasallarla karşı karşıya kalıyor.
Buna ilişkin daha önce ivedi adımlar atılabilir miydi? Evet, atılabilirdi. Ama şu anda konuşmuş olduğumuz tasarı bile en az yedi yıllık bir zaman atlamasının, yedi yıllık bir gecikmenin sonucunda gündeme gelmiş durumda. Yanlış hatırlamıyorsam, geçen dönem de gündemdeydi yani daha doğrusu, 2018 yılında seçimler sebebiyle bir kenara bırakıldı, gündem dışı edildi ve şimdi yeniden başlıyoruz. Aslına bakılırsa Avrupa Birliği müktesebatı çerçevesinde ürün güvenliğine ilişkin belirlenmiş olan çerçeveye -uzun lafın kısası- uyum sağlamaya çalışıyoruz; yapmaya çalıştığımız şey bu. Dolayısıyla, aslında ürün güvenliği konusunda Avrupa Birliği müktesebatının öne sürdüğü ya da dikte ettiği şey her neyse bunun Türkçeye çevrilmesi ve bunun bir mevzuat hâline getirilmesi durumuyla karşı karşıyayız. 2004 yılında Genel Ürün Güvenliği Direktifi, ardından -2014 zannediyorum- Yeni Yaşam Yaklaşım Rehberi'nin oluşturduğu bu çerçeve doğrultusunda bu konuda biz de adım atacaktık. Ama dedim ya, 2013 yılından beri, yani yedi yıldan beri bu sürüncemede.
Bu sürünceme hiç kuşkusuz siyasi saiklerle ortaya çıkıyor. Yani iktidarın Avrupa Birliğine dönemsel olarak yakın tutum alması, dönemsel olarak Avrupa Birliğini terk ederek bir Şanghay Beşlisi'ne dümen kırması gibi şeyler bu tür konularda son derece hayati olan meseleleri de gündem dışına itiyor. İktidar açısından yani AKP açısından düşünüldüğünde, AKP'nin iktidara geliş stratejisinin temeli Orta Doğu'da güç merkezi olmak ve Avrupa Birliğine tam üyelik esasına dayanıyordu. Dolayısıyla Avrupa Birliğine tam üyelik esası söz konusu olduğunda da Avrupa Birliğinin dikte ettiği şeyler ya da Avrupa Birliği müktesebatının diyelim... Dikte etmek belki biraz daha otoriter bir kavram, bu müktesebatın Türkçeleştirilmesi ve mevzuatın bu şekilde oluşturulmasıydı söz konusu olan ama AKP'nin ikinci iktidar döneminden sonra başlayan süreç, daha doğrusu iktidar olmaktan muktedir olmaya geçtiği süreçle birlikte Avrupa Birliği gibi kurumlarla arasındaki mesafe açılmaya başladı. İşte, aslında, Kopenhag Kriterleri, Maastricht Kriterleri ve benzeri, az ya da çok bizim mevzuata göre biraz daha ileri olduğu söylenebilecek olan bu kriterler çerçevesinde adım atmaktan dönemsel olarak AKP uzaklaştı. Aslında bakarsanız değerli arkadaşlar, ürün güvenliği konusunda da yedi yıllık bir gecikmenin en önemli meselesi bu politik tutumdur, bürokrasiye teslim olma hâlidir, liyakatli yöneticilerin olmaması durumudur. Dolayısıyla yedi yıllık bir gecikmeden bugün bahsediyoruz.
Teklife genel olarak bakıldığında Avrupa Birliği Uyum Komisyonunun ve diğer komisyonların, alt komisyonların ya da tali komisyonların fikrinin alınmamış olması bir eksiklik. Yine sivil toplumun yeterli düzeyde bu sürece dâhil edilmemiş olması da önemli eksikliklerden bir tanesi. Nerede meşveret varsa, nerede fikirler yarışıyorsa, çatışıyorsa -derler ya barikayıhakikat müsademeyiefkârdan doğar diye- orada gerçeği bulma, gerçeğe ulaşma imkânı daha fazla artacaktır ama iktidarın genel olarak her şeyi biliyor olmasından, her konuda muktedir olmasından kaynaklı bu kesimlerin fikrinin alınmamış olması, bu teklifin en önemli "defekt"lerinden bir tanesi olarak ortaya çıkıyor.
Bu teknik düzenlemeler üzerinde düzenleme yapma ve sınırlandırma yapma yetkisinin Cumhurbaşkanına verilmesi hadisesiyle bir kez daha AKP'nin yasa yapma mantığında her şeyin son bağlayıcısının Cumhurbaşkanı olma esasını görüyoruz. Bunun kabul edilebilir bir tarafı yok arkadaşlar. Yani "Cumhurbaşkanlığı hükûmet sisteminin esası budur." denilecektir filan ama bu türlü meseleleri sürekli sürekli Cumhurbaşkanlığına havale ediyor olmak ve son karar vericinin orası olduğuna işaret etmek aslında Avrupa Birliği kriterlerini hayata geçirmeye çalışırken diğer taraftan oraya atfedilen demokratik muhtevayı tamamen boşa çıkarmak anlamına geliyor.
Yine 2018'de kadük olmuş hâliyle aşağı yukarı bire bir, noktası virgülüne kadar benzer diyebileceğim bir teklifle karşı karşıyız. Gerçekten bir ürünün imalatından tüketimine kadarki süreçte rol alan tüm kesimlerin nitelikleri, görevleri, sorumlulukları, yetkileri, yükümlülükleri açık biçimde tanımlanmalı, tanımlanmış olmalı ki tasarının da esasen iddiası bu. Burada söz konusu olabilecek, bunlara riayet etmeyen, aykırı davranan kesimlere ilişkin de yaptırımların söz konusu edildiği bir tasarıyla karşı karşıyayız.
Burada, değerli arkadaşlar, önemli bir vurgu var; sürdürülebilir ihracattan bahsedilmiş, sürdürülebilir ihracat artışından bahsedilmiş. Bu açıdan da Türk malının dünyadaki imajının güçlendirilmesine ilişkin bir vurgu var. Evet, imajın güçlendirilmesi iyi bir şeydir ama bunu yalnızca teknik düzenlemelerle, yalnızca ürün güvenliğiyle yapamazsınız. Aynı zamanda, ülkemizin takip ettiği siyasi istikametin demokratik kamuoyları tarafından kabul gördüğü; tutarlı, sistematik ve süreğen bir siyaset anlayışının olduğu yerde ürünler açısından da bir prestij söz konusu olur. Yani siz örneğin Afrin'deki çalıntı zeytinleri toplayıp İspanya'ya satarsanız ilanihaye uğraşsanız da o zeytinyağının ya da zeytin ürününün prestijini düzeltemezsiniz. Yani bu mesele teknik bir mesele değildir, esasen bu mesele siyasi bir meseledir. Mülteciler konusundaki her kritik aşamada Avrupa'yı "Açarım sınırları, gelirler." diye tehdit ederseniz sizin ürününüzün prestiji, dış piyasalardaki prestiji de kuşkusuz bununla ilişkili düzeyde olacaktır.
Yasa teklifinin 2'nci maddesinde "...bütün ürünleri kapsamakla birlikte bir ürüne ilişkin özel bir kanunun bulunması durumunda, Kanun hükümleri söz konusu ürüne, özel kanunda hüküm bulunmayan hallerde uygulanacaktır." diye bir hüküm var. Mealen "Eğer herhangi bir ürünle ilgili özel bir kanun varsa ona ilişkin güvenliği o kanuna bakarak çerçeveye alacaksınız, o kanun onu belirleyecek." deniyor.
Şimdi, burada şöyle bir problem var: Örneğin ürün güvenliği konusunda bizim en sıkıntılı olduğumuz alan gıda güvenliği konusu fakat teklif zımnen demiş oluyor ki: "Gıda güvenliğini, tarımsal ürünlerin güvenliğini bu işin dışında tutuyoruz. Neden? Çünkü buna ilişkin bir Gıda Güvenliği Yasası var. Arkadaşlar, bu Avrupa Birliği müktesebatını olduğu gibi çevirip buraya dercetmek akıl alacak iş değil. Bakın, ülkemizin koşulları farklı, dolayısıyla bir zihnî süzgeçten geçirmek lazım. Avrupa Birliğinde gıda kodeksi Türkiye'yle ne yazık ki karşılaştırılamayacak kadar güvenli, Avrupa Birliği gıda güvenliği konusunda Türkiye'yle karşılaştırılamayacak kadar ileride, Avrupa'dakiler bu ürün güvenliğinin içerisine gıdayı koymamışlar. İyi de bizim hâlimiz böyle mi? Taklit, tağşiş, sahte ürün, ağır metallerle ya da toksik atıklarla kirlenmiş olan gıda üretimi yani dolayısıyla orada ne yazıyorsa onu Türkçeye çevirmek mevzuat yapmak anlamına gelmiyor.
Bakın, bu işin en matrak tarafı da -geçenlerde yine burada anlattım- kedilerin, köpeklerin ve gelinciklerin kimliklendirilmesine ilişkin bir mevzuatımız var bizim, bir yönetmeliğimiz var. Dağda gezen gelincikleri dahi kimliklendirecek bir hâle gelmişiz, bu kadar ilerlemişiz. Ya, Bakanlıkta dil bilen insanlar var iyi kötü yani buna baksalar, mesela bu İngilizcesi "ferret" denen hayvanın Türkiye'de bir ev hayvanı olmadığını, bunların yaban hayvanı olduğunu, dolayısıyla o Avrupa Birliği müktesebatını olduğu gibi Türkçeye çevirip de burada bir yönetmelik hâline getirmenin çok komik bir hâl olduğunu görürler. Dolayısıyla bunu olduğu gibi çevirip getirmenin anlamı yok. Yine olduğu gibi büyük olasılıkla çevrilmiş ve getirilmiş, bunun içerisinde "gıda güvenliği" kavramı ihmal edilmiş. Oysa bu yasa tasarısının yeniden, baştan ele alınması ve gıda güvenliğini bu "ürün güvenliği" kavramının en olmazsa olmaz, en elemanter unsuru hâline getirmemiz gerekiyor. Bunu niye söylüyorum? Bakın, Türkiye'de yapılan bir araştırmaya göre domates, yeşil biber ve salatalıktan alınan 90 ürünün 14'ünde yani yüzde 15'inde pestisit kalıntıları tespit edilmiş durumda. Olur, biz böyle yaşıyoruz zaten. Fakat, ağustos ayında 30 adet domates, yeşil biber ve salatalık örneklerinden tespit edilen pestisitin sayısı 56'yken, daha sonra yani kışa doğru 96'ya ve kasım ayından sonra 139'a çıkmış. Yani ürünler üretilirken eğer mevsiminde tüketmezseniz, toksik, daha doğrusu tarımsal zehir kullanma ihtimali giderek artıyor. Yine, domates, salatalık, yeşil biber örneklerinden 90 örneğin 45'i yani yarısı semt pazarlarından alınmış, yarısı da zincir marketlerden. Zincir marketlerde toksisite oranının çok daha fazla olduğu görülmüş pazarlara göre. Çünkü zincir marketler bir standardı takip ediyorlar. O elmaya baktığı zaman o elma kıpkırmızı olacak, domates natürmorttaki domates gibi olacak. Oysa bunların her biri, ürüne ekstradan, dışarıdan kimyasal katkı vermek anlamına geliyor.
Dolayısıyla, burada çok önemli, esastan bir mevzu var. 90 örneğin yüzde 52'sinde hormonal sistemi bozucu pestisitlere rastlanmış. Bu ne demek biliyor musunuz arkadaşlar? Küçük kız çocuklarının, daha ergenliğe gelmeden, örneğin sekonder cinsel karakterlerinin artması, âdet görmeye başlaması ve ciddi manada hormonal problemlerle karşı karşıya kalması demek. Pestisitlerin önemlice bir kısmı, hormonları taklit etmek suretiyle buna benzer sonuçlar doğuruyor ve insan sağlığı açısından o kadar riskli ki kansere kadar varan çok ciddi sonuçlar söz konusu olabiliyor.
Yine, analiz edilen 90 gıda örneğinin yüzde 49'unda sucul canlılar, arılar, algler ve faydalı böcekler açısından çok zararlı olan pestisit kalıntıları fark edilmiş durumda, bunlar ortaya çıkartılmış durumda. Bu ara toplamdan meseleye baktığımızda şunun altını özellikle çizmek gerekir: Biz bir ürün güvenliğinden bahsedeceksek mutlaka bunun mütemmim cüzü gıda güvenliği olacak, olmak zorunda çünkü ekonomik kriz içerisinde olan gıda şirketleri, toplumun satın alma gücünün düşmesinden dolayı satamadığı ürünleri son kullanma tarihini değiştirerek satıyor, yoksul insanlar fiyatın düşmesine bağlı olarak bunları daha fazla tüketiyorlar, ilanihaye bu süreç devam ediyor.
Örneğin, son aylarda, Sütaş'ın kaşar peynirinde son kullanma tarihini değiştirerek piyasaya sürmesi teşhir edildi. Carrefour bu konuda birtakım adımlar attı. Peki, Bakan ne yaptı? Bakan bununla ilişkili herhangi bir yaptırım yapmayı bir kenara bırakın, Sütaş'ın kamuoyunda yeniden güven kazanması için, açacağı fabrikanın açılışına katıldı, ona bir anlamda prestijini iade etti.
Yine, 95'te insan sağlığına zararlı sucuk üretmekten dolayı üç ay meslekten men edilen ve hapis cezası alan zat Osman Selçuk Aldemir, Erdoğan tarafından Aydın Üniversitesi rektörlüğüne getirildi. Yani ürün güvenliği dediğimizde bir ürünün güvenliğinden tek başına bahsetmiyoruz, zihnimizin, aklımızın, fikrimizin de güvenliğinden bahsediyoruz yani bu kadar ciddi sapmaların, bu kadar ciddi hataların yapıldığı yerde ne yazık ki böyle bir durumla karşı karşıyayız.
Bakın, 19 Şubat 2020'de gıda kodeksi değişti, önemli değişiklikler yapıldı fakat hangi akla hizmettir arkadaşlar, 2020 yılının sonuna kadar Bakanlık izniyle sahte balları satabileceksiniz! Yani içerisinde glikoz şurubu, fruktoz şurubu olan, baktığında bal olan ama öz itibarıyla bal olmayan şeye bu devlet "Senenin sonuna kadar erit kardeşim." dedi. Şimdi, biz böyle bir yasa teklifinde gıda güvenliğini konuşmayacağız da neyi konuşacağız?
Taklit, tağşiş yapan firmaların hiçbir tanesine bir şey olmuyor. Bakın, açık söylüyorum, sürekli sürekli buna benzer şeylerle karşı karşıya kalıyoruz ama bunlar hâlâ üretimlerini devam ettiriyorlar. "Bal" diye glikoz şurubu, fruktoz şurubu yiyoruz; "natürel sızma zeytinyağı" diye tohum yağları, trans yağları tüketiyoruz; bitkisel yağ ve nişastalardan süt ve süt ürünleri yapılıyor. Yani çok uzatmak istemiyorum ama durum son derece vahim. Ee, peki, güvenlik konusunda bakanlar ne yapmış? 2014 yılında Mehdi Eker demiş ki: "Ürün doğrulama ve takip sisteminin oluşturulması için çalışmayı sürdürüyoruz, bu işi yapmamız an meselesi." Sonra ne olmuş? 2015 Ağustosunda Mehdi Eker gitmiş, Kutbettin Arzu gelmiş, 2015'in Kasım ayında Kutbettin Arzu görevi Faruk Çelik'e devretmiş. Faruk Çelik demiş ki: "Kardeşim, bu işin artık iler tutar tarafı kalmadı. Biz bunu en kısa zamanda Meclis gündemine getireceğiz ve ürün güvenliği konusunda adımlar atacağız, çok ağır cezalar getireceğiz." 2016 yılında yine Faruk Çelik, cezaların 10 kat artacağını söylemiş ama daha sonra Faruk Çelik, Fakıbaba'ya görevi devretmiş. Fakıbaba, yasal düzenlemelerin devam ettiğini ve eli kulağında, çıktı çıkacak olduğunu kamuoyuna beyan etmiş. Ama ardından Fakıbaba gitmiş, Pakdemirli gelmiş. Pakdemirli de geçen diyor ki: "Mevcut mevzuatta caydırıcı bir ceza yok. En yüksek mertebeden mevzuata göre ceza veriyoruz ama adamlar caymıyorlar, orada dükkânını kapatıyoruz, öte tarafta başka isimle, başka cisimle yeniden açıyorlar. Yasal düzenlemeyi yapıyoruz, eli kulağında, en kısa süre içerisinde bu güvenlik konusunda adımlar atacağız, kimseye nefes aldırmayacağız." Biri gidiyor, biri geliyor; olan vatandaşa oluyor güvenlik konusunda. Demek ki "ürün güvenliği" deyince önce gıda güvenliği, diğerleriyle birlikte, hiç kuşkusuz diğerleri de son derece önemli.
Yine, teklifte, teklifin esas amacının iç piyasa ve ithalattaki ürünler olduğuna ilişkin bir vurgu var ama iki tane istisna var: Bir tanesi Avrupa Birliği. Gümrük birliği sebebiyle Avrupa Birliği, gümrük birliği standardı doğrultusunda tabii ürünler satılacak. Bir de şöyle enteresan bir şey var, ben anlayamadım, anlayan varsa beri gelsin, deniyor ki: "Avrupa Birliği dışında ihraç ettiğimiz ülkelerde eğer malın ayıplı olduğu ülke tarafından fark edilir ve bu konuda bir rapor tutulursa biz de döneriz bu konuda yaptırım uygularız." Ya, arkadaşlar, ürünün prestiji artacaksa Avrupa Birliğine hangi standart uygulama üzerinden ve kalitede ürün gönderiyorsan bunu Irak'a da göndereceksin. Niye? Çünkü Kürdistan bölgesi, Almanya'dan sonra en fazla ihracat yapılan bölge. Oradaki insanların da tüketim alışkanlıklarını ciddiye alacaksın ve kaliteyi orada da yüksek tutacaksın. Mantığı nedir, çok anlayabilmiş durumda değilim doğrusunu isterseniz.
Yine, burada da ülke menfaatlerinin gerektirdiği durumlarda istisna ve sınırlamalarda Cumhurbaşkanı yetkili kılınmış.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Tamamlayalım Sayın Milletvekili.
RIDVAN TURAN (Devamla) - Yani şimdi ne olacak? Şöyle mi olacak: Siyasi durum icap ettiğinde Gümrük Birliği ilişkisi kurulmuş olan Avrupa Birliğine o standartların dışında mal satmaya mı çalışacağız? Ne olacak yani bu Cumhurbaşkanının bu konudaki sınırlandırıcı yetkisi, çok anlaşılır değil.
Yine, bir ürünün güvenli olmaması hâlinde piyasaya arzının, piyasada bulundurulmasının yasaklanması, piyasadakilerin toplatılması, nihai kullanıcıda olanların ise geri çağrılması hükmü var. Bakın, dedim ya, bu, tarıma ve gıda ürünlerine göre yeniden ele alınmalı ve yeniden planlanmalı. Gıda ürünleri açısından bakıldığında, bunları geri çağırmanız, tarımsal ürünleri, patatesi, domatesi toplatmanız söz konusu değil. Onun için, burada gıda ve tarımı da ele alacak yeni bir çerçeve mutlaka oluşturmak gerekir.
Gıdaların geri çevrilmesi... İşte, Rusya'ya ihraç ettiğinizde Rusya geri gönderiyor çünkü ona uygun bir analiz sistemi var.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
RIDVAN TURAN (Devamla) - Son cümlemi söylüyorum Sayın Başkan.
BAŞKAN - Kayıtlara giriyor.
RIDVAN TURAN (Devamla) - Peki, ne oluyor? Yani biz hiç Konya'da bunların imha edildiğini görmedik, bunlar iç piyasaya sürülen şeyler ve yoksul ülkelere satılan şeyler, bizden daha fukara olan ülkelere satılan şeyler. Bunun da ticari etikle ilgisinin olmadığını düşünüyorum.
Sonuç olarak söyleyeceğim şey şudur: İçerisinde önemli vurguların ve maddelerin de olduğu bir tekliftir ancak bu teklifi ülkenin gerçekleri doğrultusunda yeniden ele alıp değerlendirmek söz konusu olmazsa teklifin içi boşalacaktır.
Teşekkürler. (HDP ve CHP sıralarından alkışlar)