| Konu: | 2013 YILI MERKEZÎ YÖNETİM BÜTÇESİ VE 2011 YILI MERKEZÎ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 40 |
| Tarih: | 14.12.2012 |
BDP GRUBU ADINA HALİL AKSOY (Ağrı) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Orman ve Su İşleri Bakanlığının 2013 Yılı Merkezi Bütçe Yasa Tasarısı üzerine Barış ve Demokrasi Partisi adına söz aldım. Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.
Değerli milletvekilleri, devletin insana değer vermediği bir ülkede, diğer canlılara, doğaya ve ormanlara değer verilmesi beklenemez. İnsanların, çocukların toplu olarak katledildiği bir ülkede doğa haydi haydi katledilir. Roboski'de savaş uçaklarından yağdırılan bombalarla çocuklar öldürülüyorsa yine aynı savaş uçaklarından ve helikopterlerden atılan bombalarla ormanlar da elbette yakılır, doğa tahrip edilir.
Ne yazık ki Türkiye'de demokrasi ve insan hakları kültürü gelişmediği gibi, kültür ve tabiat varlıklarını koruma kültürü de yeterince gelişmemiş ve geliştirilmemiştir. Köklü bir tarihsel kültüre ve doğal potansiyele sahip olan Türkiye'nin zenginlikleri bilinçli ve bilinçsiz politikalar neticesinde yok ediliyor, talan ediliyor.
Avrupa ülkeleri tarih, kültür ve tabiat varlıklarını koruma projeleri için bütçelerinden ciddi paylar ayırmaktadırlar. Bu anlamda, halkı bilinçlendirmek amacıyla ciddi kampanyalar gerçekleştiriliyor, eğitimler veriliyor ancak Türkiye'de bu bilinç ve refleks yok denecek kadar azdır. Unutmayalım ki, tüm insanlığın ortak mirası olan bu varlıkların ve tarihî alanların korunması, gelecek kuşaklara aktarılması, başta devletlerin ve insanlığın ortak sorumluluğudur.
Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin çevreye, tarihsel yapılara ve doğaya önem vermediğinin bir kanıtı da binlerce hektar ormanlık alanın yok edilmesidir. Çevresel sorunların her boyutuyla baş gösterdiği bir dönemde her yıl binlerce hektarlık ormanlık alanların yakılması, bir bölümünün de turistik bölgelere tahsis edilmesi kabul edilemez bir uygulamadır. Milyonlarca ağaç, binlerce hektar ormanlık alan, sırf golf sahaları, oteller, villalar, şehir kentler, çılgın projeler ve yeni yollar için kesilmekte, feda edilmektedir.
Bir de şöyle bir gerçek var: Çeyrek asırdan fazla süredir devam eden savaş ve şiddet ortamı nedeniyle, Kürt coğrafyasındaki ormanlar yakıldı, tahrip edildi. Ne acıdır ki, sırf PKK'liler içinde gizleniyor, daha rahat kamufle oluyorlar diye -ki bu bir iddiadır- binlerce hektar ormanlık alan bizzat askerler tarafından yakıldı. Buna birçok yerde kendim de tanığım.
Bunun yanı sıra, havadan ve karadan atılan milyonlarca bomba, top ve mermi bölgeyi, dağları, toprağı çoraklaştırdı, akarsuları zehirledi, canlılara yaşamı zehir etti. İddia ediyorum, son otuz yılda atılan bomba, mermi sayısı kadar ağaç dikilmiş olsa idi Kürt coğrafyasında çorak
Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin yüzde 80 oranında bir orman alanına sahip olma kapasitesi vardır. Ne yazık ki şu an ülke topraklarının ancak yüzde 27'si ormanla kaplıdır. Bir ülkenin ormanlarının yeterli seviyede olabilmesi için o ülkenin yüzde 30'unun ormanlarla kaplı olması gerekiyor. Türkiye bu açıdan bakıldığında çok kötü bir durumda değildir şüphesiz. Ancak, mevcut ormanların yaklaşık yüzde 80'inin verimsiz ormanlardan oluşması göz önüne alındığında, bu, hiç de olumlu bir tablo olarak karşımıza çıkmamaktadır.
Sayın Bakan komisyon toplantısı sunuş konuşmasında, ormanlık alanların 1972 yılında 20,2 milyon hektardan 2012 yılında 21,66 milyon hektara yükseldiğini övünerek anlattılar. Ancak şu hatırlatmayı yapmak zorundayız: Aradan kırk yıl geçmiş ve bu kırk yılın son on yılı kendi iktidarları dönemidir. Buna rağmen reel bir orman artışından söz etmek çok da doğru değildir. Zira 1970-80'li dönemlerde, hatırlanacağı üzere, odun gibi yakacak ihtiyaçlarının büyük kısmı ormanlardan sağlanıyordu. Son yirmi yılda alternatif çözümlerin de ortaya çıkması ve teknolojik gelişmeler de nazara alındığında ormanlık alanların 50 bin hektarı bulması gerekliydi diye düşünüyorum.
Yine, Sayın Bakanın övünerek söz ettiği başka bir konu ise orman yangınlarında aldıkları başarılı sonuçlardır. Bir soru önergesine verdiği yanıtta Sayın Bakan, 2002-2011 yılları arasında, yani kendi iktidarları döneminde 19.739 orman yangının meydana geldiğini, bunun sonucunda
Değerli milletvekilleri, bir başka önemli konu ise kanunlaşan 2/B Yasası'dır. Bilindiği üzere, orman köylerinde yaklaşık 7,8 milyon yurttaş yaşamaktadır. Köylerde yaşayan bu yurttaşlar sosyal sınıfın en yoksulları olarak ifade edebileceğimiz kesimdendir. Orman köylüleri gelir dağılımında en son sırada yer almaktadır. Yasanın mevcut şekliyle yoksul orman köylüsü ve bu alanlar üzerinde tarımsal faaliyet yapan üreticiler ile bu alanlar üzerinde lüks konutlar yapan varlıklı kişiler arasında hiçbir ayrım yapılmamıştır. Satış bedeli tespitine yönelik bu düzenleme hakkaniyete uygun değildir. Çok sayıda yurttaş, yakın zamanda, kendi arazileri üzerinde -en iyi olasılıkla- ücretle çalışan birer işçi durumuna düşeceklerdir. Söz konusu yasa adaletsizdir çünkü herkesi aynı kefeye koymaktadır; orman alanına fabrika yapanla, orman içine villa yapanla, orman kenarına tatil köyü yapanla geçimini sağlayacak kadar geliri bu arazilerden sağlayanlar arasında fark görmemektedir. Orman köylülerinin yüzde 58'i yakacak odun gereksinimlerini ormandan karşılamaktadır, yüzde 13'ü gelirini ormancılıktan kazanmaktadır ve yüzde 84'ünün gelir düzeyi oldukça düşüktür. Orman köylülerinin büyük bölümünün yıllık toplam geliri 2 bin Türk lirası civarındadır. Bunları, tatil köyü, otel sahipleriyle eşitmiş gibi aynı kefeye koymak büyük bir haksızlık olacaktır. Ayrıca, doğrudan satışlar rayiç değerin yüzde 70'i üzerinden gerçekleşecektir. Peşin ödemelere yüzde 20, yarısını peşin ödeyenlere ise yüzde 10 indirim yapılacaktır yani parası olana rayiç değerin yüzde 45'i kadar indirim yapılarak ödüllendirilecektir.
Değerli milletvekilleri, son dönemlerde Türkiye'de, bir diğer önemli yıkım ve talan olayı ise ülkenin suları üzerinde gerçekleşmektedir. Hükûmet tarafından para kazanılan, kâr edilen bir meta hâline getirilmek istenen ülke sularının, yaşamsal bir varlık olduğu ve kamuya ait olduğu âdeta unutulmuş ya da artık tamamen inkâr edilir bir hâle gelmiştir. Doğaya ve insana can veren akarsular, yer altı suları Su Kullanım Hakkı Sözleşmesi'yle kırk dokuz yıllığına özel sektöre peşkeş çekilmiştir ve birçok yerde satılmıştır. Küresel rant ve sermaye gruplarının gün geçtikçe daha da saldırganlaştığı günümüzde, suyun ve doğanın farklı etkilerle ticarileştirildiği ve çıkar ortaklı proje ve çalışmalarla yok edilmeye çalışıldığı açıkça ortaya konulmaktadır.
Kamu ve özel sektör tarafından Türkiye genelinde yapılması planlanan 2 bine yakın nehir tipi HES projesi bulunmaktadır. Bu kadar kapsamlı ve yakıcı etkisi olan HES'ler, ne yazık ki projelerin tamamlanması öngörülen 2023 yılında elektrik talebinin sadece yüzde 5'ini karşılayabilecek durumdadır. Bu durum ise çevreye verilen zarar düşünüldüğünde çok ağır bir bedeli içermektedir.
Aynı hidroelektrik santralleri ile sularımızın kullanım hakkı çok uluslu şirketlere verilmektedir ve bu şirketlerde yüzlerce kişi değil sadece birkaç kişi çalışmakta ve söz konusu şirketler akla hayale sığmayacak oranlarda rant sağlamaktadır.
Her ne kadar ülkemizde henüz yeterince bir farkındalık oluşmamış olsa da veya vatandaşlarımızın ağır günlük sorunlarından sıra gelmese de küresel ısınma, ormanların yok oluşu, çölleşme konuları gittikçe artarak dünyanın gündemine girmiştir. Bergama'da, Fatsa'da, Diyadin'de, Artvin'de özel maden arama şirketleri, maden aradıkları yerde doğayı tahrip etmekte, temiz su kaynaklarını zehirlemektedirler.
HES projelerinin yapımının planlandığı vadilerin bir kısmı turizm bölgesi ilan edilirken birçoğu SİT alanı ilan edilmiş ve bir kısmı da millî park içerisinde yer almıştır.
Son birkaç yıl içerisinde Dersim,
Danıştay 13. Dairesi ve Ankara 8. İdare Mahkemesinin iptal ve yürütmeyi durdurma kararlarına rağmen, 4 baraj ile toplam 28 HES projesinin çalışmaları, üstün kamu yararı olduğu gerekçesiyle Dersim'de devam ediyor.
Türkiye'de, ilk defa bir millî parka yapımı planlanan baraj için "Üstün kamu yararıdır." şeklinde karar alınmıştır. Hiçbir kamu yararı, ekolojiden, doğal tabiatın korunmasından daha üstün değildir. Keza, Mezopotamya uygarlığının günümüze kadar kalan en önemli tanık ve kültürel mirası olan Hasankeyf'in bu politikaya kurban edilmesi kabul edilemez. Yapılacak Ilısu Barajı ile tarihî ve kültürel açıdan değeri biçilmeyen 10 bin yıllık kültür mirası, bu yapay suda boğulmak istenmektedir.
Değerli milletvekilleri, HES projeleri, ayrıca, AKP Hükûmetinin uyguladığı Kürt coğrafyasını insansızlaştırma politikası amacı gereği, Fırat'ın ötesinde "Enerji kaynağı yaratma." adı altında stratejik bir silah olarak kullanılmaktadır. Kürt coğrafyasında tarım ve hayvancılık alanında yaşamsal öneme sahip olan Dicle, Zap ve Munzur gibi akarsuların üzerine kurulan HES projeleri, kuruldukları coğrafyayı insandan arındırmaktadır.
Zap Suyu'nun üzerine kurulması düşünülen ve hâlen inşaat aşamasında olan HES projesi, Kazan Vadisi'nin girişine yapılacak Irak Federe Kürdistan sınırıyla Türkiye sınırını birbirinden ayırmaya yönelik projedir. Buradaki güzergâhın sular altında kalmasıyla birlikte, Çukurca'nın bazı köylerinin Kuzey Irak ile irtibatının kesilmesine yol açacaktır. Bu vesileyle Zap Vadisi'ndeki bazı köylerin boşaltılması açıkça hedeflenmektedir. Tıpkı Munzur Vadisi'nde olduğu gibi, devlet, bir dönemler yakarak, yıkarak, silah zoruyla boşalttığı köyleri, strateji değiştirerek, insanın ortak kullanımında olan akarsuları kullanarak boşaltmayı amaçlıyor. Yıllarca devam eden her türlü asimilasyon politikalarının ardından silahlarla, tanklarla, bombalarla ellerinden dilleri, kültürleri, kimlikleri, toprakları, yaşam hakları alınmak istenen Kürtlerdir. Elbette ki daha önceki yöntemlere karşı gösterdiği direnişin aynısını Kürtler, HES projesiyle uygulanmak istenen insansızlaştırma stratejisine karşı da gösterecektir. Bundan kimsenin kuşkusu olmamalıdır.
Değerli milletvekilleri, diğer önemli husus da kuşkusuz HES projelerinin yapımı aşamasında meydana gelen iş kazalarıdır. HES şantiye alanlarında yaşamını yitiren işçilerin sayısı 300'ü aşmış durumdadır. Bu çok hazin ve korkunç bir rakamdır. Artık, bu tarz işçi cinayetlerinin kasıt içerdiği de bir gerçektir. Alınmayan tedbirler, güvensiz çalışma koşullarının yaratmış olduğu bu durum artık daha fazla can almasın istiyoruz. Yaşanan bu ölümlerden, acılardan siyasi iktidarlar sorumludur çünkü bu yasal düzenlemeleri, bu pazarlıkları, bu güvencesiz çalışma ilişkilerini onlar hazırlamakta ve uygulamaktadırlar. Bu cinayetlerin toplumumuzdaki diğer cinayetler gibi köklü değişiklik ve kültürel değişimler ile önlenmesi de mümkündür. Sayın Bakan, bu konuda daha duyarlı olmaya çağırıyoruz sizi, HES inşaatlarında daha duyarlılık gerekir.
Bu duygularla hepinizi saygıyla selamlıyorum. (BDP sıralarından alkışlar)