GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Rekabetin Korunması Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:3
Birleşim:98
Tarih:11.06.2020

HDP GRUBU ADINA EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Konuşmama başlamadan önce garip bir durum olduğunu görüyorsunuz. Salonun bana göre sağ tarafında iyi kötü vekillerimiz var ama sol tarafta hiç kimseyi görmüyorum neredeyse, 3 kişi görüyorum, 2 de burada var, 5 kişiymiş pardon.

ABDULLAH GÜLER (İstanbul) - Biz varız Hocam.

TAHSİN TARHAN (Kocaeli) - Biz iktidar olmaya hazırlanıyoruz, onlar gidiyor.

EROL KATIRCIOĞLU (Devamla) - Yani, iktidar partisinin, Sayın Cumhurbaşkanımızın sık sık dile getirdiği ve taraftar olduğunu söylediği serbest piyasa ekonomisinin, bu ekonomik rejimin anayasası olan rekabet yasasının konuşulduğu bir günde gerçekten bu kadar koltuğun boş kalmış olması, tabii, sizleri daha fazla düşündürmeli doğrusunu isterseniz, biz neyin ne olduğunu biliyoruz.

Şimdi, değerli arkadaşlar, ben öncelikli olarak rekabetle ilgili birkaç şey söylemek istiyorum çünkü bu kanun gerçekten çok özel bir kanun bir tarafıyla. Özel olmasının sebebi çok teknik yanları olan bir kanun yani bu ekonomik olarak da çok teknik, hukuki olarak da çok teknik olan bir konu dolayısıyla da ben kısa da olsa bu rekabet yasaları niye gerekli diye bir sorunun cevabını sizlerle paylaşmaya çalışayım.

Bir kere, biliyorsunuz iktisadın babası kabul edilen veya serbest piyasa ekonomisinin ilk teorisyeni olan Adam Smith bir serbest piyasa ekonomisi kavramı etrafında bir tanımlama yaptı o günün kapitalizminin üzerinden yapılan gözlemlerle ve bir anlamda -ayrıntısına girmeyeceğim ama- serbest piyasa ekonomisi eğer işlerse -ki o zaman da "lord"lar vesaire vardı engeller çıkarıyorlardı- bir ülkenin kıt kaynaklarının en iyi şekilde dağılmasını sağlayacak olan bir rejim olarak tanımlamıştı. Dolayısıyla iktisatçılar da siyasetçiler de uzun, aşağı yukarı yüz elli yıl kadar bir sürede serbest piyasa ekonomisinin bütün sorunları çözeceğine dair bir inançla iş yaptılar. Fakat, gerçekten de o zamanlar işletmeler küçüktü dolayısıyla da rekabet gerçekten gerçekleşiyordu bir bakıma belki. Fakat yüzyılın sonuna doğru geldiğimizde veya 20'nci yüzyılın başına doğru geldiğimizde, teorinin öngördüğü, küçük işletmeler dünyasından farklılaşmış olduğunu gördüler bazı iktisatçılar. Yani gördüler ki bazı büyük firmalar var ve piyasada her şeyi belirliyorlar ve piyasada bu kadar güçlü firmaların oluşmasının teorik bir sebebi de yok veya en azından tartışmalı. Dolayısıyla da bu, iktisat camiasında epey uzun süre tartışılmış bir konu. Fakat pratik olarak, siyasi olarak şöyle bir noktaya gelindi, bütün Batı dünyası için söylüyorum, "Ya, bu serbest piyasa ekonomisi sonuç olarak bazı temerküzlere yol açıyor, bazı firmaların ekonomik güç elde etmelerine, bu ekonomik gücü kötüye kullanarak daha da büyümelerine sebep olan bir süreci besliyor. Dolayısıyla da bunların bir biçimde zapturapta alınması lazım gelir." diye bir düşünce gelişti. Diyebilirim ki 1900'lü yıllardan önce, 1894-1895 yıllarında Amerika'da ilk defa rekabet yasası gündeme geliyor, bir yasa hazırlanıyor ve bu yasaya göre şirketlerin ekonomik güç elde etmeleri ve piyasada rekabeti önlemeye yönelik davranışları bir biçimde zapturapta alınmış oluyor. Dolayısıyla da bundan sonra daha çok "karma ekonomi" denilen bir dönem başladı belki veya "sosyal devlet" diyebilirsiniz belki. O dönemlerde şöyle bir kabul geçerli oldu: Birtakım kanunlarla, "antitröst kanunları" denilen yani rekabeti... Biz hani Türkiye'de özel sektörün tepkisini çekmemek için, o zamanlar "Rekabeti Koruma Yasası" diye bir tabir getirdik, bu, bizde kullanılan bir tabirdir, dünyada başka yoktur bu. Ama antitröst yasaları bir, ikincisi de regülasyonlar yani bazı iş kollarının devlet tarafından regüle edilmesini sağlayan koşulların tanımlanması biçiminde bir çerçeve içinde serbest piyasa ekonomisinde gücün, ekonomik gücün piyasayı bozmaması için gerekli önlemler olarak görüldü ve öyle yaşandı.

1980'lere geldiğimizde -şimdi sebeplerine girmeyeceğim, uzun bir tartışma ve konuşma konusu olur- Adam Smith zamanındaki algıya, anlayışa tekrar bir geri dönüş oldu. Buna biz neoliberal politikaların başlangıcı diyebiliriz O dönemde şöyle bir şey söylendi: "Piyasalarda giriş çıkışlar serbest olduğu sürece hiçbir firma tekel olamaz." diye bir anlayış belirlendi ve dolayısıyla da regülasyonlar kaldırıldı. Özellikle Amerika'da deregülasyon biliyorsunuz "Washington Consensus"u denilen consensusun altındaki temel meseleden bir tanesi serbestleştirmeydi, bir tanesi özelleştirmeydi ve bu dönem böyle yaşandı. Kaça kadar yaşandı? 90'lara kadar yaşandı. 90'larda tekrar rekabet yasalarına ve regülasyonlara bir dönüş oldu. Hızla geçtim buraları. Dolayısıyla da içinde bulunduğumuz dönem yine rekabet yasalarının, regülasyonların önem kazandığı bir dönem esasında. Çünkü, herkes görüyor ki şirketler dünyası, çeşitli taktiklerle, çeşitli stratejilerle pazarın büyüğünü elde etmek, büyük pazar elde etmek ve böylelikle de rekabeti önlemek ve kârlarını artırmak tabii ki... Dolayısıyla da bu anlayışa karşı olarak da rekabet yasaları tekrardan gündeme gelmiş oldu.

Şimdi, buradan bizim hikâyemize gelelim isterseniz. 1980'de biliyorsunuz rahmetli Özal "Türkiye'de serbest piyasa ekonomisi olacak." dedi. Daha önceki, daha karma ekonomi diyebileceğimiz bir yapıdan serbest piyasa ekonomisine evrilmeye çalıştık ve kendisi, ilginçtir pek de bilinmez ama Özal birkaç defa deneme yapmıştır, antikartellerle ilgili düzenleme yapmaya çalışmıştır fakat hepsi bu Mecliste kadük olmuştur, geçirilmemiştir. Çünkü Türkiye özel sektörü bundan hoşlanmamaktadır. Çünkü Türkiye'de öyle bir tezgâh vardır ki firmalar istediğini istedikleri gibi yapabilirler ve dolayısıyla da istediklerini engellerler, istediklerini desteklerler ve böylelikle de toplumda üretilmiş olan ürün üzerinden ortaya çıkan kârları büyük ölçüde onlar ele geçirebilirler. Şimdi, 80'lerde bu başarısızlık diyelim, rekabet yasaları gündeme gelmiş olmasına rağmen kadük kalması meselesi ta 90'lara kadar vardı. 90'lara geldiğimizde, hatırlayacaksınız, rahmetli İnönü ve rahmetli Demirel'in kurduğu 49'uncu Hükûmet vardı, bir koalisyon hükûmetiydi ve o günleri hatırlayanlar bilecektir, bir demokratik hava esiyordu gerçekten. Birbirine neredeyse tarihsel olarak rakip 2 parti birlikte koalisyon kurmuştu ve bir bakıma işler gayet de iyi gidiyordu ve bu yasa o esneklik içinde kuruldu.

Geçenlerde Sanayi Komisyonunda da söyledim, şimdi de söylemekte yarar var, o zaman biz bu Kurumu kurarken özerk bir kurum olmasını istedik yani sadece özel sektörün etki alanının dışında değil, aynı zamanda devlet alanının da dışında bir kurum olsun istedik. Neden böyle istedik? Şu sebeple tabii ki: Devlet işletmeleri de piyasalarda rekabeti bozabiliyor ve siyaset, devlet işletmeleri üzerinde ekonominin çarklarına ve rekabetin oluşmasına etki ediyor. Dolayısıyla da bu Kurumun özerkliği çok temel bir mesele olarak kabul gördü, zaten dünyada da böyledir, bizde de böyle kabul edildi ve bu Kurumun oluşması sağlandı.

Kurul nasıl oluşacaktı diye baktığımızda, 11 kişiden oluşuyordu ve bu 11 kişi içinde siyasete ait 3 kişinin dışında toplumun çeşitli kesimlerinden üyelerin yer aldığı bir kurum düşünüldü yani Üniversitelerarası Kuruldan Odalar Birliğine, Yargıtay ve Danıştaya kadar çeşitli kurumlardan ikişer kişi aday gösterilerek Bakanlar Kurulu tarafından 11 kişi seçilerek bir bağımsız kurum oluşturulmaya çalışıldı. O zamanlar biz idari hukukçulara dedik ki: "Ya böyle bir şey yapmak istiyoruz, bağımsız olsun, özerk olsun." O zamanın idari hukukçu hocaları bize dediler ki: "Bu ülkede idari yapımız, idare hukukumuz buna müsait değildir. İdare hukukunda özerk bir yapı olamaz, olacaksa devletin kurumu olması lazımdır." Fakat biz -demin de söylediğim gibi- o günün gevşemiş demokratik koşulları altında bir anlamda bunu yapabildik. Yani en azından 11 kişiden oluşan ve bunu tek bir siyasi kurumun atadığı değil, çeşitli kurumların tercihlerinin yansıdığı bir biçimde bir yönetim kurulu ya da bir üst kurul oluştu. Bunun yanı sıra, bu Kurulun bütçesinin de özerkliği sağlayacak bir şekilde oluşması sağlandı. O zamanlar verilen cezalardan yüzde 25 civarında bir pay Kurula kalacaktı ve Kurul kendini öyle idare edecekti yani Kurulun bütçesi devletle ilişkili değildi. Fakat arkadaşlar, daha sonraki yıllarda bu işler değişti ve önce, 2005 yılında bu 11 kişiden oluşan Kurul kaldırıldı, yerine, 3'ünün siyaset tarafından belirlendiği bir biçimde 7 kişiden oluşan bir Kurul hâline getirildi. Daha sonraki yıllarda -şimdi tarihlerini hatırlamıyorum ama- mesela Kurulun kendi başkanını aday gösterme şansını elinden aldılar ve sonunda, yanılmıyorsam 2012'de, 649 sayılı mı nedir, bir kanun hükmünde bir kararnameyle Kurul esas itibarıyla Bakanlığa bağlanmış oldu. Şimdi, dolayısıyla arkadaşlar konuştuğumuz veya konuşacağımız Rekabet Kurumu ve Yasası esas olarak, amaç olarak ve teorik olarak bağımsız olması, özerk olması gereken bir kurumken tıpkı o dönemde bizim danıştığımız idare hukukçu profesörlerin bize söylediği gibi özerk bir kurum olamadı, şu anda geldiğimiz yerde de özerkliği asla söz konusu değil çünkü 7 kişiyi Cumhurbaşkanının kendisi atıyor zaten. Dolayısıyla da ben Varlık Fonuyla ilgili olarak geçen gün yaptığım bir konuşmada Varlık Fonuna Sayın Cumhurbaşkanının ekonomide eli demiştim, bu da galiba sopası olacak gibi gözüküyor. Bunun ayrıntısını konuşacağız çünkü maddelere girince çeşitli maddelerde söz hakkımızı kullanacağız ve itirazlarımızı söyleyeceğiz fakat ben geri kalan zamanımı şöyle kullanmak istiyorum. Şimdi, Rekabet Kurumu oldu da ne oldu? Yani Rekabet Kurumu bunca yıldır -97'de yanılmıyorsam çalışmaya başladı- bunca geçen zaman içinde gerçekten ne yaptı diye baktığımızda; arkadaşlar, şimdi vereceğim bilgiler gösteriyor ki Rekabet Kurumunun esasında bunları değil, şu anda kendi kanununun ima ettiği şeyleri sonuna kadar yapabilme alanını doldurması için bir şeyler yapması lazım. Çünkü Rekabet Kurumu Türkiye'de adına yoğunlaşma dediğimiz tekelleşme, kartelleşme sürecine neredeyse hiçbir katkıda bulunmamış gibi gözüküyor. Şimdi, bunu ben yıllardır söyleyen insanlardan biriyim, araştırmalar yapmış insanlardan biriyim fakat ben söylediğim zaman işte... Şimdi de Halkların Demokratik Partisinin yani sizin ifadenizle terörizmle iltisaklı bir partinin bir milletvekiliyim ve şimdi tabii ki benim araştırmalarıma referans vererek konuşmamın herhangi bir kıymetiharbiyesi olmayacak sizler açısından. Onun için ben şöyle bir tercihte bulundum: 2019 yılında Merkez Bankasından yanılmıyorsam 4-5 tane uzmanın dâhil olduğu, başında da Chicago Üniversitesinden çok başarılı bir iktisatçının yer aldığı bir heyetle yapılan bir çalışmada yapılan tespitleri size göstermek istiyorum. Tabii göstermek istiyorum dediğim yani uzaktan, görmeyeceksiniz muhtemelen ama. İlginç olan şu, bu çalışmada: 2012 tarihinden sonra tekelleşme, kartelleştirme dediğimiz süreci ölçen birtakım ölçüler var. Bunlardan biri, dört firma yoğunlaşma oranı veya yirmi firma yoğunlaşma oranı dediğimiz ölçüler veya Herfindahl İndekslerinden yine bu literatürle üretilmiş olan bir indeksle bu yoğunlaşmanın, tekelleşmenin sürecini ölçmemiz mümkün. Fakat bizim bunu TÜİK'in verdiği bilgilerle yapmamız çok zor çünkü en azından yanılmıyorsam beş altı yıl geriden geliyorlar zaten, vermiyorlar güncel bilgileri. Ama bunlar, tabii, Merkez Bankası kaynaklarını kullandıkları için, bilgilerini de kullandıkları için -benim anladığım kadarıyla, bence- bizim bulmamızın mümkün olmadığı bir veri setiyle çalışmışlar ve şöyle bir sonuç çıkmış: 2012'den sonra, bakın -tarih de çok ilginç, bilmiyorum görebiliyor musunuz- bu, dört firma yoğunlaşma oranlarını gösteriyor, bu da Herfindahl İndeksi gösteriyor. Bakın, ikisi de roket gibi yukarı doğru fırlamışlar. Bunlar neyi söylüyor? Bunlar şunu söylüyor: 2012'den sonra Türk ekonomisinde tekelleşme süreci artmış. "Peki, niçin artmış?" diye sorabilirsiniz, "Ne oldu da arttı?" Ben size söyleyeyim ne olduğunu: 2011'de çıkarılan ve sadece Rekabet Kurumu değil, bütün diğer kurumları da devlete bağlayan, daha doğrusu Adalet ve Kalkınma Partisinin -bence- kurduğu Hükûmete bağlı hâle getiren... Devlet organı değil artık bunlar bence, yani bunların devlet kurumu olabilmesi için topluma ilişkin, belli bir mesafeden eşit davranması gereken kurumlar olmasına rağmen öyle olmadığından giderek söylüyorum size bunu, özerkliği kalkmış bir kurum olduğundan dolayı söylüyorum, efendim... Merkez Bankasının desteklediği bir çalışmada ortaya çıktığı gibi, 2011'den sonra yani 2012 tarihinden itibaren yani bu kurumlar bakanlıklara bağlandıktan sonra yoğunlaşma oranları hızla artmış. "Peki, yoğunlaşma oranları hızlı artınca ne olur?" diye sorabilirsiniz. "İyi, işte kârlılık artmış." filan diyebilirsiniz. Öyle değil yani niçin öyle değil? Çünkü bu rekabet sürecinin normal bir kâr marjıyla yaşanan bir süreç olması gerekirken -bakın, yine bir tablo göstereceğim- şurada ortalama kâr marjlarının yine bir roket gibi yukarıya doğru çıktığını görüyorsunuz. Şurada yeşille gösterdiğim küçük sanayi sayılabilecek olan firmaların kârları, bu da büyük firmaların kârları. Görüyorsunuz, mesafe giderek açılan bir şekilde büyüyor.

Şimdi, dolayısıyla da buradan şunu söylememiz mümkün: Olan şey nedir? Türkiye'de olan şey şudur: 2011'den itibaren Rekabet Kurumunun bağımsızlığı yok edildikten sonraki süreçte -başka sebepler de var ama onlara şimdi girmeyeyim- Türkiye artık serbest rekabet veya serbest piyasa ekonomisinden vazgeçmiştir. Bu "piyasa ekonomisi" denilen ekonominin adı komuta ekonomisidir arkadaşlar, komuta ekonomisidir. Şu anda bir komuta ekonomisi içinde şirketlerimiz faaliyet gösteriyor. Ne demek bu? Şu demek arkadaşlar: "Komuta ekonomisi" demek piyasada verilen kararların çok az sayıda sanayici ve iş adamı ve çok az sayıda siyasetçi tarafından veriliyor olması demek. Serbest piyasa ekonomisinden biz çoktan uzaklaşmış durumdayız. Zaten bu söylediklerim de bunu gösteriyor. Ne oluyor diye baktığımızda, tekelleşme artıyor. Tekelleşme artınca ne oluyor? Firmalar pazar gücü elde ediyorlar. Dolayısıyla da ne yapıyorlar? Fiyatları şişirmeye başlıyorlar, kâr marjlarını yükseltmeye başlıyorlar, "markup"ları daha yüksek koymaya başlıyorlar ve küçük firmaların aleyhine olmak üzere ve tabii, tüketicilerin aleyhine olmak üzere yüksek fiyatlar üretiyorlar. Daha bir sürü bulgusu var bu çalışmanın ama oralara girmeyeyim artık çünkü zaten çok az bir zamanım kaldı.

Şimdi, bu kanunun gerçekten bu kadar az ilgiyle karşılanmış olmasını ben hakikaten kınıyorum. Demin de ifade ettiğim gibi konuşmanın başında, bir anayasa anlamına gelebilecek olan yani içinde bulunduğumuz ekonomik koşulları büyük ölçüde dizayn eden bir kanunla karşı karşıyayız ve bu kanunun konuşulması sırasında bu kadar az sayıda insanın olması bence düşündürücü.

Özetle, Türkiye'de, Adalet ve Kalkınma Partisi, iktidarının en azından bir döneminden sonra diyeyim, hani hakkaniyetli davranayım -o da 2009-2010 yıllarıdır- 2009 yılına kadar biraz daha makul bir politika izlemiştir, kabul edilebilecek işler yapmıştır. Fakat 2009'dan sonra -2008 krizi bizi 2009'da vurdu- benim anladığım kadarıyla, Adalet ve Kalkınma Partisi Hükûmetinin bence kimyası bozuldu, ne yapacağını bilmiyordu çünkü.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

EROL KATIRCIOĞLU (Devamla) - Galiba sürem bitti.

Sayın Başkanım, bir dakika daha verirsiniz, değil mi?

BAŞKAN - Buyurunuz Sayın Katırcıoğlu.

EROL KATIRCIOĞLU (Devamla) - Başka bir zamanda yine bu konudan devam etmek isterim ama şunu söyleyeyim size: Adalet ve Kalkınma Partisinin gerçekten şirazesi bozuldu. Yani hiç olmazsa eskiden... Serbest piyasa ekonomisiyle bizim Halkların Demokratik Partisi olarak sorunlarımız var, bizim eleştirilerimiz var. Biz serbest piyasa ekonomisinin böyle olmasını istemiyoruz veya Rekabet Kurumunun böyle çalışmasını istemiyoruz ama her ne ise, mevcuttan gidecek olursak görüldüğü kadarıyla kurumların tek tek Cumhurbaşkanlığına bağlanması ve böylelikle bir komuta ekonomisinin yaratılmış olması bugün içinde bulunduğumuz ekonomik krizin de ana sebebidir arkadaşlar, pandemi falan değildir ana sebebi; bu ülkede ekonomik kararları çok az sayıda insanın alıyor olmasıdır sorun. Dolayısıyla da bunu dikkatinize getirmek istiyorum.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

EROL KATIRCIOĞLU (Devamla) - Bitti galiba.

Bir şey daha söyleyebilir miyim acaba, izin istesem sizden?

ABDULLAH GÜLER (İstanbul) - Buyurun Hocam, dinliyoruz biz yani.

BAŞKAN - Buyurun.

EROL KATIRCIOĞLU (Devamla) - Teşekkür ederim, sağ olun.

Bir şey daha söyleyeceğim: Bunu yine, Komisyonda konuşurken de söyleme ihtiyacı hissetmiştim. Çünkü gerçekten de Türkiye'de Adalet ve Kalkınma Partisinin içinde bulunduğu bu şiraze bozukluğu mesela, medya sektörüne inanılmaz bir şekilde yansımış vaziyettedir arkadaşlar. Bugün medya sektörü devletten yani davet usulüyle üstelik ihale alan çok büyük şirketlerin uzantıları olarak çalışmaktadır. Dolayısıyla, onun için bizi çıkarmıyorlar. Onun için muhalefeti genel olarak çıkarmıyorlar ve onun için bir algı operasyonu... Ki Adalet ve Kalkınma Partisinden arkadaşlar bize söylerler bunu çoğunlukla ama şunu söyleyeyim: Algı operasyonu yapma imkânı sizin elinizde, bizim değil.

Hepinize teşekkür ediyorum. (HDP sıralarından alkışlar)