GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:3
Birleşim:114
Tarih:16.07.2020

HDP GRUBU ADINA ZÜLEYHA GÜLÜM (İstanbul) - Tekrar merhabalar.

HMK'ye başlamıştık, sanırım devamı. Şimdi, yine, söylemiştik "Bir torba yasayla karşı karşıyayız." diye. Maalesef, uzun bir süredir yasalar, bir türlü kendi adıyla tartışamadığımız süreçlerle ilerliyor. Birçok yasal düzenlemeye ilişkin, farklı farklı yasal düzenlemelere ilişkin maddeler bir torba yasa içerisine alınarak burada tartışılmaya çalışılıyor. AKP'den önce bu ülkede sadece 1 adet torba yasa gelmişken AKP döneminde neredeyse bütün yasal düzenlemeler torba yasa düzenlemesi şeklinde gelmeye başladı.

Aslında bu düzenlemenin kendisi bile yasama faaliyetine nasıl bakıldığının, nasıl görüldüğünün göstergelerinden bir tanesi; otoriterleşmenin, tekelleşmenin aslında yansıması buraya da. Yasama faaliyetleri teknik bir formata dönüştürüldü -toplumsal etkileri- müzakere kanalları kapatıldı; demokratik kitle örgütleriyle, konunun muhataplarıyla, sivil toplum örgütleriyle, kurumlarla görüşme gereği duyulmuyor, sadece saraydan gelen teklifler virgülüne dahi dokunmadan komisyonlardan, Genel Kuruldan geçerek yasalaşıyor. Aslında, yasama faaliyeti içerisinde de yaptığımız hiçbir tartışmanın bir karşılığının olmadığı, ne komisyonlarda yapılan görüşmelerde bir etkisinin olduğu ne de aslında Genel Kurulda yapılan tartışmalarda bir etkisinin olduğu çok açıkça gözlemleniyor.

Bunu geçtik, çok açık olarak yasalara ilişkin tarafların, muhataplarının açıkça "hayır" demesine rağmen, bu yasa geçerse tümüyle antidemokratik, insan haklarına aykırı, demokrasiye aykırı bir düzenleme geleceği söylenmesine rağmen, taraflarının yüzde 90'ının "hayır" demesine rağmen, maalesef, iktidar kendi bildiğini okuyan bir yerden yasal düzenlemeler yapmaya devam ediyor. Bu yasal düzenleme de böyle bir düzenleme. Yapboz tahtasına dönüşmüş yasal düzenleme hikâyelerimiz var. Hayatla, pratikle, uygulayıcılarla aslında teması olmayan kişiler tarafından yapılan yasal düzenlemeler sürekli tamir gerektiriyor; sürekli bir yerlerinden yamalı bohça gibi düzenlemeler yapılıyor ama bu düzenlemeler bu sefer pratikte başka sorunlarla karşı karşıya geliyor, bu sefer o kısmı düzeltelim derken aslında bütünü üzerinde sürekli parçalı hâlde oynanması durumu yasayı bir bütün olarak içinden çıkılmaz bir hâle getiriyor.

Şu anki bütün yasal düzenlemelere baktığımızda aslında aynı sonucu gözlemliyoruz. Çünkü gerçek anlamda uygulayıcıların ne düşündüğünü, nasıl kararlar aldığını, mesela avukatların bu konuda nasıl önerilerde bulunduğuna, uygulamada hangi sorunlarla karşılaşıldığına dair dinlemek, anlamak ve bunun üzerinden yasal düzenlemeleri zamanında ve yerinde yapmak gibi bir derdimiz maalesef olmayınca yasalardaki düzenlemeler bu hâle geldi.

Şimdi, HMK'yle ilgili tabii çok sorun var, bunları birinci ve ikinci bölümde anlatmıştık. Bu bölüme ilişkin birkaç şeyi tekrar hatırlatmak istiyorum: İhtiyati tedbir kararına muhalefet edilmesi durumunda disiplin hapsi öngörülüyor. Şimdi, disiplin hapsi, bir cezai müeyyide aslında; maddi hukuk açısından bir hapis cezasını tanımlıyor ve biz hapis cezasını Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu üzerinden tarifliyoruz ki bu ceza yargılamasının konusu olan bir mesele. Dolayısıyla, haklar ve savunmanın geniş olması gereken bir mesele, çünkü bir kişinin hürriyetini kısıtladığınız bir durum var, doğal hâkim ilkesine de aykırı çünkü ceza yargılamalarının konusu ceza hâkimliği tarafından görülmesi gereken bir durum. Dolayısıyla, Anayasa'nın 2'nci maddesinde ve 36'ncı maddedeki adil yargılanma hakkının ihlalini doğuracak bir düzenleme olarak burada duruyor. Bu nedenle, bu düzenlemenin buradan çıkarılması gerekiyor.

Yine, diğer bir maddede hâkime geniş bir takdir hakkı verilen bir düzenleme var. 36'ncı maddede, tarafların gösterdiği delillerin değerlendirilmesi konusunda hâkime çok fazla geniş bir yetki tanınmış durumda. Bu yetkinin bu kadar geniş olmasının nasıl kullanılacağının örnekleri sanırım Man Adası yargılamasında da önümüze çıkmıştı. Toplanması istenen delillerin toplanması hâkim tarafından reddedilmişti.

Yine, en önemli maddelerden bir tanesi, tüketici haklarını ilgilendiren davalarda zorunlu ara buluculuk şartının getirilmesi, dava şartı olarak getirilmesiydi. Bu aslında iş hukuku davalarından çok yakından bildiğimiz bir uygulama. Nasıl gerçekleşti? İş hukukunda, güçlü olanın güçsüz olan karşısında haksız da olsa haklı çıktığı, zayıfın ezildiği bir ara buluculuk sisteminin hâlen pratikte yürüdüğünü çok yakından biliyoruz. İş hukukuna getirilmemesi gereken bu düzenleme, yine güçlü ile güçsüz arasında eşitsizliğin olduğu ara buluculuk meselesi tüketici haklarına da getirilmek isteniyor bu yasal düzenlemeyle. Oysa ki bir tarafta şirket var, bir taraftaysa tüketici var. Yani eşit koşullarda olmayan iki tarafı siz zorunlu ara buluculukla görüşmeye zorluyorsunuz, buradan şirket avukatıyla gelecek, yanında bir sürü bilirkişisiyle gelecek ama tüketici tek başına bütün bu güçlü donanımın karşısında yalnız başına bırakılacak ve bir uzlaşmaya zorlanacak. Böyle bir uzlaşmanın sonucunun, daha baştan kurulmuş eşitsiz bir ilişkideki sonucun ne olacağını hepimiz herhâlde çok yakından biliyoruz. Daha önce örnek vermiştim iş hukuku davalarının nasıl gerçekleştiğine. İşçiler ara buluculuk görüşmelerinden şöyle çıkıyor: Neye imza attığını bilemeden, hangi haklardan vazgeçtiğini bilemeden bir sözleşmeye imza atmış şekilde ara buluculuk görüşmelerinden çıkıyor. Aynı durum tüketiciler açısından da geçerli olacak ve ara buluculuğu zorunlu, üstelik dava şartı hâline getirdiğiniz, üstelikse avukattan yararlanma hakkını da zorunlu hâle getirmediğiniz bir düzenlemeyle burada elbette ki tüketiciler korunmuyor, maalesef büyük şirketler, büyük firmalar korunuyor. Her zaman yaptığınız gibi yine onları koruyan düzenlemeler yaptınız.

Buradan yargıya geçmişken Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal'ı bir kez daha hatırlatmak istiyorum, bıkmadan, usanmadan hatırlatacağız. Çünkü 2 avukat arkadaşımız ölüm orucundalar. Talepleri bu ülkede olmayan bir şey için, adil yargılanma için. Çünkü dosyalarında adil yargılanmanın emaresi olan hiçbir şey olmadı. Hiçbir delil olmaksızın arkadaşlarımızı yıllara varan cezalarla cezalandırdılar. Bu ülkede maalesef avukatlar, adil yargılanma için ölüm orucuna girmek zorunda kalıyorlar. Adil yargılanma talepleri bir an önce kabul edilsin diyorum. Yargıtayda olan dosyaları bir an önce ele alınsın ve adil yargılanma talepleri de kabul edilsin. Ebru ve Aytaç arkadaşımız yaşasın, bir ölümü daha kaldıracak durumda değiliz zira.

Diğer bir meselemiz İstanbul Sözleşmesi, yine çok gündem olmaya başladı sürekli tartışılıyor, kaldırılması, imzanın çekilmesi vesaire gibi tartışmalar yapılıyor. Ya, buradan gerçekten sormak istiyorum. İstanbul Sözleşmesi'nin koruduğu haklardan neden vazgeçilmek isteniyor? Kadına yönelik aile içi şiddet, cinsel istismar, tecavüz, zorla erken evlendirme, namus cinayetleri, kadına yönelik her türlü şiddetin önlenmesi, çocukların korunması meselesini düzenleyen bir İstanbul Sözleşmesi'nden imzayı neden geri çekmek istersiniz? Kadınların korunmasından yana değil misiniz? Kadınların şiddete uğramasından yana mısınız? Kutsal aile dediğiniz mekânlarda kadınlar öldürülüyorsa, kadınlar şiddete maruz kalıyorsa, kadınlar ve çocuklar tecavüze maruz kalıyorsa, aman ailemiz korunsun ama kadınların başına, çocukların başına ne gelirse gelsin mi diyorsunuz? Herhâlde bunları diyorsunuz ki İstanbul Sözleşmesi'ndeki imzayı geri çekmeye, kaldırmaya çalışıyorsunuz. Gerçekten anlaşılabilir bir şey değil. Yarattığınız algı da gerçeklere dayanmıyor. Kesinlikle bu Sözleşme'den kadınlar vazgeçilmesinden yana değiller. Zaten kadınları korumadığınız bir sistem var, zaten erkek yargı var ve İstanbul Sözleşmesi kadınlar açısından gerçekten büyük dayanak. Bu dayanağı kaldırdığınızda kadınlar daha fazla şiddetle baş başa kalacaklar, tecavüze, tacize uğramaya devam edecekler, erken evlendirmeye, namus cinayetlerine kurban gidecekler. Siz bunları mı istiyorsunuz gerçekten? Lafı geldiğinde en büyük kadın hakları savunucusu siz olurken, nasıl oluyor da kadınların kazanımları olan, kadınların yıllarca mücadele ederek kazandığı böyle bir sözleşmeden geri çekilmeyi düşünebiliyorsunuz, bunu tartışabiliyorsunuz? Kusura bakmayın, makbul kadınlarınız da, şiddete boyun eğen kadınlar da olmayacağız, aile içerisinde cinayete kurban gitmeye de sessiz kalmayacağız. Kadınlar bunun için sokaklardalar, İstanbul Sözleşmesi'ni savunmak için sokaklarda, meydanlardalar.

Kadın intiharları çok ciddi oranda artmış durumda. Kadınlar, intihara sürükleniyorlar, zorlanıyorlar. Erkekler, ceza almaktan kurtulmak için kendileri öldürmek yerine kadınları intihara zorluyorlar. Bu meseleyle ilgilenin, bu meselenin çözümüyle ilgilenin, sizin kadınları korumak gibi bir derdiniz varsa asıl olarak kadınlara yönelik şiddeti azaltacak tüm düzenlemeleri hayata geçirin diyorum.

Diğer bir meselemiz, öğrencilerin bursları kesildi biliyorsunuz, Kredi ve Yurtlar Kurumundan aldıkları öğrenim kredisi ve bursları kesildi, hiçbir bildirim yapılmadan kesildi. Zaten öğrenciler, bu kredilerle, burslarla geçinemez durumdaydılar, iş yerlerinde çalışmak zorunda kalıyorlardı. İş cinayetlerinde üniversite öğrencileri ölüyor. Bu yetmeyen krediyi bile kestiğinizde bazı öğrenciler öğrenciliklerine nasıl devam edecekler, öğrenimlerine nasıl devam edecekler, hayatlarına nasıl devam edecekler? Bir de buradan bakın, gençlerin geleceklerini karartmayın, öğrenim kredisi ve bursları tekrar bağlansın. Bırakın kesmeyi, daha fazla geçinebilecekleri seviyede artırılması gerektiğini de buradan bir kez daha hatırlatalım.

Teşekkürler. (HDP sıralarından alkışlar)