GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:3
Birleşim:118
Tarih:28.07.2020

HAYRETTİN NUHOĞLU (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 226 sıra sayılı İnternet Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi'nin 1'inci maddesi üzerine söz aldım. Öncelikle selamlarımı sunuyorum.

Bu maddede "sosyal ağ sağlayıcısı" kavramı düzenlenmek istenmiş fakat her türlü sosyal medya uygulamalarını kapsayacak şekilde muğlak ifade kullanılmıştır. Daha açık ifadelerin kullanılmasının gerekli olduğunu ifade ederek, kanun tekliflerinin hazırlandığı Külliye'yle ilgili bir konuya değinmek istiyorum. Külliye'de sağlıklı bir çalışma ortamının geliştirilemediğini düşünüyorum.

Değerli milletvekilleri, çağımızın en büyük hastalıkları ne coronavirüstür ne kanserdir; çağımızın asıl hastalıkları cehalettir, doymayan gözdür, aşırı egodur, vicdan eksikliği ve empati yoksunluğudur. Bu hastalıkların biri, birkaçı veya tamamı artık yaygın olarak bir kişide görülebilmektedir. Bizi ilgilendiren tarafı, bu hastalıklara maruz kalanların önemli görevlere gelmiş olmalarıdır. Bunların bir ortak tarafları daha vardır; kör ve sağırdırlar, kendilerinden başkasını görmez ve duymazlar; biat ettiklerine hizmet etmeyi ibadet zannederler. Aslında, yetişme tarzına uygun olarak gassalın elinde meyyit gibidirler; kendi iradeleriyle hareket etme kabiliyetleri yok olmuştur.

Bunları dile getirmemin bir sebebi vardır. İki yıldır partili Cumhurbaşkanlığı sistemiyle yönetilen bir ülkeyiz. Yönetim merkezi olan Külliye'de yani Cumhurbaşkanlığı sarayında yukarıda saydığım vasıflarda çok sayıda görevli olduğunu düşünüyorum. "Bunların dışında görevli yok mudur?" sorusu akla gelebilir. Elbette vardır ama onlar her işe karışmadıkları ve karıştırılmadıkları için sonuca etkili olamıyorlar.

Konuşmaları kimler hazırlıyorsa pek çok konuşmasında Cumhurbaşkanına tuzak kurmaktadırlar. 10 Temmuzda Ayasofya'yla ilgili konuşmanın içinde şöyle bir cümle geçmektedir: "Esasen tek başına veya tek parti döneminde alınan bu karar, tarihe ihanet olmanın yanında hukuka da aykırıydı." Cumhurbaşkanının Atatürk döneminde alınan karar için "tarihe ihanet" demesi mümkün değildir, üstelik Cumhurbaşkanının Ayasofya'nın 1936 yılında tapuya Ayasofya-ı Kebir Cami-i Şerifi adıyla kaydedilmiş olduğunu bilmemesi de mümkün değildir. O hâlde olanları nasıl yorumlayacağız?

Saraydaki aşırı masraflar gibi personel konusunda da aşırıya kaçılmıştır. Cumhurbaşkanının da "İtibardan tasarruf olmaz." demek suretiyle görüntüden rahatsız olmadığı anlaşılabilir; bize göre itibar böyle sağlanmaz. 2 örnekle açıklık getirmek istiyorum: Birincisi, büyük Türk Hakanı Attila'yla ilgilidir. Milattan sonra 450 yılında Roma elçilik heyeti, Hun Hakanı Attila'ya bütün Roma'dan topladıkları altınları haraç olarak götürüyorlardı. Heyette günlük tutan tarihçi Priskos anlatıyor: "Hazar Denizi'nden Adriyatik'e, Baltık Denizi'nden Karadeniz'e kadar neredeyse Avrasya'nın yarısına hükmeden Hun İmparatoru Attila'ya, büyük bir kafileyle Roma İmparatorluğu'nun haracını sandıklarla altın olarak götürüyorduk. Hun başkenti Sycambria'ya vardığımızda Attila'nın sarayını sorduk; büyükçe bir çadırın yerini tarif ettiler. Şaşkınlık içinde yaklaştık; çevrede ne muhafızlar vardı ne de korumalar, çadırın kapısında beli kılıçlı genç bir kız vardı. Ne istediğimizi sordu, sonra bizi çadıra Attila'nın yanına aldı. Attila bir sedire oturmuş, önünde tahta bir kap, tahta bir kaşıkla yemek yiyordu. Kim olduğumuzu ve geliş maksadımızı öğrenince bir yetkilisini çağırtıp 'Bu elçilik heyetinin önce yüklerini boşaltıp teslim alın, sonra bunları rahat ettirip yemek verin.' diye emir verdi, sonra dönüp yemeğini yemeye devam etti."

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Buyurunuz efendim.

HAYRETTİN NUHOĞLU (Devamla) - İkinci örnek de Halife Ömer'e aittir. 2 yabancı görkemli atları yedeklerinde Medine sokaklarında sarayın yerini soruyorlardı. "Ne sarayı? Burada saray yok." dediler. Yabancılar "Peki, kralınızın yeri nerede?" diye sordular. Bir Medineli "Ne kralı? Burada kral da yok." sonra "Siz Halifeyi yani Ömer'i soruyorsunuz galiba." dedi. Yabancılar "Evet, onu yani sizi yöneteni soruyoruz." dediler. Medineli tarif etti: "Şu ilerden dönün, karşınıza uzun yalaklı bir çeşme çıkacak. Çeşmenin arkasındaki küçük ev, onun yeri." Yabancılar oraya vardıklarında çeşmenin arkasında, evin önünde bir adam bekliyordu. Ona Ömer'i sordular. Bekçi onları Ömer'e götürdü.

Bu 2 yabancı, Bizans İmparatorunun İslam Halifesi Ömer'e gönderdiği 2 elçi idi.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

HAYRETTİN NUHOĞLU (Devamla) - Az bir şey kaldı Sayın Başkanım.

BAŞKAN - Devam edelim efendim.

HAYRETTİN NUHOĞLU (Devamla) - Onlar "Sen Halife Ömer misin?" dediler. "Evet, ben Halife Ömer'im." dedi. Elçiler "Biz sarayınıza gelmek isterdik." dediler. Ömer "Benim sarayım yok. Burası benim evim." dedi.

Bizans'ı dize getiren Müslümanların Halifesini böyle bulmaktan şaşkındı elçiler. Bu kadar eşit ve adil bir ülkede Müslüman olarak kalmaya karar verdiler.

Değerli milletvekilleri, biz elbette böyle olsun demiyoruz; demiyoruz ama asıl itibarın da şatafatlı saray görüntüsüyle değil, sade ve gösterişsiz bir görüntüyle sağlanabileceğini, vicdanlı ve adil davranmak gerektiğini düşünüyoruz.

Türk milletinin de bunu hak ettiğini söylüyor, Genel Kurula saygılar sunuyorum. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)