| Konu: | Cumhurbaşkanlığının, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin UNIFIL'in görev süresinin uzatılması yönündeki 2539 (2020) sayılı Kararı çerçevesinde, hudut, şümul ve miktarı Cumhurbaşkanınca belirlenecek Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının; 1701 (2006) sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararı ve 880 sayılı Türkiye Büyük Millet Meclisi Kararı'yla tespit edilen ilkeler kapsamında; Birleşmiş Milletler Geçici Görev Gücü bünyesinde UNIFIL'e, 31/10/2020 tarihinden itibaren bir yıl daha iştirak etmesi ve bununla ilgili gerekli düzenlemelerin Cumhurbaşkanınca yapılması için Anayasa'nın 92'nci maddesi uyarınca izin verilmesine dair tezkeresi (3/1325) münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 4 |
| Birleşim: | 2 |
| Tarih: | 06.10.2020 |
İYİ PARTİ GRUBU ADINA ZEKİ HAKAN SIDALI (Mersin) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; konuşmama başlamadan önce 27'nci Dönem Dördüncü Yasama Yılının aziz milletimize, yüce Meclisimize ve sayın milletvekillerimize hayırlı olmasını diliyorum.
Bu dönemde yapacağımız görüşmelerin, çıkaracağımız yasaların milletimize, devletimize faydalı ve olumlu sonuçlar getirmesini temenni ediyorum. Yüce Meclisimizin asırlık bir çınar olmasını sağlayan, başta kurucumuz ve ilk Meclis Başkanımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere ebediyete intikal etmiş sayın milletvekillerimize ve devlet insanlarımızı saygı ve rahmetle anıyor, hayatta olanlara sağlıklı bir ömür diliyorum.
Sayın milletvekilleri, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin kararına dayanarak barışı koruma harekâtına katkı sağlayan, Türk Silahlı Kuvvetlerimizin Lübnan'daki görev süresinin bir yıl daha uzatılmasını İYİ PARTİ olarak desteklediğimizi belirterek konuşmama başlamak istiyorum.
UNIFIL kapsamında görev yapan uluslararası misyon, Doğu Akdeniz çanağının ülkemize çok yakın bir bölgesinde önemli bir vazifeyi yerine getirmekte ve bölgedeki barış ve istikrar gayretlerine katkı sağlamaktadır. Lübnan'da barış ve istikrarın hâkim unsur hâline gelmesi yalnızca o ülke için değil, istisnasız bölge ülkelerinin tamamı için büyük bir önem taşımaktadır. Yüz ölçümü bakımından küçük olan Lübnan'ı, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz istikrarının kilit taşı olarak tanımlayabiliriz. Deniz komşumuz sayılabilecek olan Lübnan'la tarihsel açıdan da büyük bir yakınlık içindeyiz. Toplumsal ve siyasal hafızamızda önemli yer tutan ve çok sayıda soydaşımızı barındıran Lübnan'da ülkemizin bölgesel ve küresel istikrar çabalarına katkıda bulunması hem devlet aklımıza hem de cumhuriyetin geleneksel dış politikasına uygun bir tutum ve davranıştır. Diplomatik girişimler başta olmak üzere bölge barışına katkıda bulunacak hamleler ülkemizin yalnızca sorumluluğu değil aynı zamanda kendi güvenliği açısından da bir zorunluluğudur. Lübnan'la stratejik ve karşılıklı güvene dayalı ilişkileri geliştirmek, deniz yetki sınırlandırma anlaşması yapacak düzeye ulaşmak ülkemizin Doğu Akdeniz'deki hak ve menfaatleri açısından da oldukça önemlidir. Diğer yandan, Doğu Akdeniz'i paylaştığımız diğer kıyıdaş devletlerle de yeniden iyi ilişkiler geliştirilmeli ideolojik ve şahsi çekişmelerden uzak bir devlet aklıyla ülke menfaatlerini önceleyen bir tavır içinde olmalıyız. Karşılıklılık esasına dayalı, uluslararası meşruiyeti ve kazanımı olan anlaşmalar yaparak Doğu Akdeniz denkleminde daha güçlü bir pozisyon elde edebiliriz. Dolayısıyla, hem barışa destek olmak hem de bölgesel sorumluluk almak adına 2006 yılından beri Lübnan'da bulunan Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu görevinin bir yıl daha uzatılmasını desteklememiz de tamamen bu amaca yöneliktir.
Değerli milletvekilleri, Türk ordusunun görev yaptığı Lübnan'ın sosyal ve siyasal yapısına baktığımızda karşımıza çıkan ilk sorun kronikleşmiş hâldeki toplumsal gerginlik, ekonomik ve siyasal istikrarsızlık. Yakın geçmişin en gözde odaklarından birisi olan Lübnan uzun süre çok müreffehti ve bölgesel bir çekim merkeziydi. Fakat ülkedeki kötü yönetimlerin politik tutum ve davranışları bu muazzam potansiyele sahip ülkeyi olması gerekenden çok uzaklara savurdu.
Bağdat, Halep, Şam, Musul gibi kadim kentlerin yaşadığı kaderi bugün Beyrut yaşıyor. Artık bugün Lübnan denildiğinde "kriz" kelimesi de beraberinde geliyor. Lübnan'da uzun yıllardan beri biriken kamu borçlarının ekonomiden anlamayan siyasetçiler tarafından yanlış yönetilmesi ekonomik krizi doğurdu. Bununla birlikte, ulusal para biriminin döviz karşısındaki değer kaybının bir türlü önlenememesi hayat pahalılığını, işsizliği ve yoksulluğu ülkenin yeni normali hâline getirmiş durumda. Lübnan'da her 2 kişiden 1'i yoksulluk sınırının altında yaşıyor. İmkânı olanlar ise ülkeyi terk etme yarışındalar. Avrupa, Amerika gibi görece çekim merkezlerine baktığımızda çok sayıda Lübnanlı bilim insanı, yönetici, akademisyen ve iş insanı görüyoruz. Peki, neden kendi ülkelerinde değil de oralarda çalışıyorlar? Çünkü ülkedeki kötü yönetim ve istikrarsızlık, siyasal, sosyal ve ekonomik şartları artık dayanılmaz hâle getirmiş ve onlar da geleceklerini dünyanın başka ülkelerinde aramak zorunda kalıyorlar. Nihayetinde Lübnan bölgede en çok beyin göçü veren ülkelerden biri hâline gelmiştir. Tüm bu olumsuzluklara karşı, ülkelerinde kalmayı savunan ve ülkelerine hizmet etme arzusunda olan gençlerin sayısı da hiç azımsanamayacak kadar fazla. Lübnan'da hâlâ kendi yeteneklerini ülkeleri için kullanmak isteyen yüksek eğitimli bireyler, gençler mevcut fakat onlar da ülkede kronik hâle gelen yozlaşma, rüşvet, torpil ve nepotizm engeline takılarak umutsuzluk sarmalının içine düşüyorlar. Kutuplaşmanın hâkim dil hâline geldiği Lübnan'da halk kendisini vatana ve millete bağlayan en güçlü bağın vatandaşlık değil; klanlar, tarikatlar ve cemaatler olduğunu düşünüyor ve bu çerçevede hareket ediyor. Ülkede en az 20 topluluk ve cemaatin yer aldığı ve bunların her birinin kendi tarihi, kültürü, korkuları ve gelecek ideali olduğu düşünüldüğünde, ortak bir vatandaşlık idealinden bahsetmek mümkün olmuyor. Lübnan'da insanlar ülkenin ve toplumun menfaatlerinden çok kendi menfaatlerini düşünüyor. Bu durum, mevcut siyasi tablodan dolayı genel kabul gören bir tutum hâline geliyor. Lübnan, bir millet projesi denedi, tüm toplulukların temsil edilmesini ve nihayetinde, bir Lübnan milleti oluşturmayı amaçladı fakat uygulamaya çalıştıkları kota sistemi, önemli görevlerin sadece cemaat liderlerine ait olduğu kilitlenmiş bir yapıya evrildi. Diğer bir ifadeyle Lübnan, âdeta cemaat liderlerinin koalisyonuna dönüştü, gerçek demokrasiye geçmeyi başaramadı. Örneğin, Lübnan'da bir kuruma personel alınırken artık liyakat ve yeteneğine bakılmıyor, adayın hangi cemaat ve tarikata bağlı olduğuna bakılıyor. Bu da yetmiyor, ilgili cemaatteki en layık ve başarılı olan değil, cemaat liderleriyle en yakın ilişkisi olan, göreve seçiliyor. Böyle bir kayırmacılık ortamında demokrasiden de, etik ilkelerden de bahsetmek mümkün değil. Bu, hem siyasal hem de toplumsal bir yozlaşmanın açıkça ilanıdır.
Değerli milletvekilleri, Lübnan'da tüm bu sorunlar yaşanırken bir de her topluluğun kendisine bir yabancı koruyucu edinmeye çalıştığını görüyoruz. İstikrarın bir türlü sağlanamadığı bir siyasi atmosferde toplumların kendisine hami aramaları ülkenin siyasi geleceğini de tehlikeye düşürüyor. Bu yanlış davranış hem Lübnan hem de Doğu Akdeniz çanağı için ciddi bir tehdit olarak karşımızda duruyor. Lübnan halkının yapması gereken, modern, müreffeh, demokratik bir ülkenin kendi ellerinde büyüyebileceğinin farkında olmaktır. Önemli olan, ülkenin bağımsızlık ve demokrasisini güçlendirecek adımlar atma gücünü kendi öz dinamikleri ve değerleri içerisinde bulmaktır. Tarih, kutuplaşan, yozlaşan, demokratik kurumlardan ve liyakatten uzaklaşan ve millet olma şuurunu kaybeden devletlerin hazin sonlarıyla doludur. Bu sebeple Lübnan halkı için bugün hesap yapma ve yeni bir çatışmaya hazırlanma günü değil, ülkeyi yeniden inşa etmeye koyulma günüdür.
Değerli milletvekilleri, 4 Ağustos 2020 tarihinde Lübnan'ın başkenti Beyrut Limanı'nın depolarında tutulan 2.700 ton amonyum nitratın patlamasıyla son yılların en büyük iş kazası, sanayi faciası gerçekleşti. Akdeniz'in en büyük limanlarından Lübnan ticaretinin yüzde 70'inin yapıldığı Beyrut Limanı yaşanan patlamayla harabeye döndü. Gerçekleşen bu patlama, sağlık, enerji ve gıda krizini de beraberinde getirdi ve Lübnan'da âdeta bir kaos ortamı hâkim oldu. Beyrut'ta yaşanan bu kaos dünya devletlerine bir ihtar gibiydi. Şöyle ki: Kalkınmanın ve yatırımların tek bir kente yığılmasının ne kadar riskli olduğunu da gösteren acı bir örnek olarak karşımızda duruyor. Sadece bir patlama bir şehrin değil, koca bir ülkenin ekonomiden sağlığa, ulaşımdan enerji tedarikine kadar bütün yönetim sistemine zarar verebiliyor. Bu nedenle, Türkiye olarak biz de bu patlamadan ders çıkartmalıyız. Olası bir büyük Marmara depremi de düşünüldüğünde İstanbul ve Marmara Bölgesi'ne yığılmış ekonomi merkezlerini ülke geneline dağıtmayı hızlıca planlamalı ve zararı en aza indirecek önlemleri bir an önce almalıyız.
Beyrut'ta göz göre göre gelen bu olumsuz durumun Türkiye'de de yaşanmayacağının maalesef bir garantisi yok. Örneğin, Mersin Limanı'nı ve art bölgesini ele alalım. Mersin'deki limanın hemen sağında serbest bölge, onun yanında amonyum nitrat depolayan bir gübre fabrikası, bunun önünde kurulması planlanan petrokimya ürünü polipropilen tesisi, onun yanında petrol rafinerisi bulunmakta, limanın hemen sol tarafındaysa kent merkezi uzanmakta. Mersin Limanı ülkemizin çok amaçlı en büyük limanı olup hinterlandı çok geniştir. 21 adet rıhtımı bulunan limanda aynı anda 30'a yakın gemi yükleme boşaltma yapabilmekte. Mersin, hinterlandıyla birlikte değerlendirildiğinde, yüzde 6'lık oranla 10,2 milyar dolarlık ihracatın, yüzde 5'lik oranda 9,9 milyar dolarlık ithalatın yapıldığı ülkemizin önemli bir lojistik ve ticaret merkezidir. Bu sebeple, Mersin Limanı'nda meydana gelebilecek olası bir aksaklığın yerelden genele ekonomik yapıyı, ulaşım ve tedarik zincirini olumsuz yönde etkileyeceği çok açıktır. Dünya Bankası ve Çukurova Kalkınma Ajansının yaptığı bir çalışmaya göre Mersin Limanı'nda on iki ay süreyle yaşanabilecek bir aksaklığın doğrudan ve dolaylı olarak ülkemize 1,45 milyar dolar gelir kaybı yaratacağı ve olası aksaklığın tedarik zincirinde yüzde 40'ları bulan ürün kayıplarına yol açacağı tespit edilmiştir. Toplamdaysa ulusal ekonomik etkilerinin Türkiye'nin gayrisafi yurt içi hasılasının yüzde 1,1'ine ulaşacağı tahmin edilmektedir. Yerelden küresele bir domino etkisi yaratacak bu olumsuzluk, Türkiye'ye günde 21 milyon dolar para kaybettirecektir.
Değerli milletvekilleri, görüyoruz ki Beyrut patlaması devletler için "kritik altyapı" kavramının ne kadar önemli olduğunu acı bir şekilde gösterdi. Kritik altyapı, yerel, bölgesel, ulusal ve uluslararası ekonomiler için belirleyicidir. Bu altyapılar kesintiye uğrarsa sağlık, ekonomi, ulaşım, enerji, güvenlik, telekomünikasyon ve daha pek çok alanda telafisi zor olumsuz etkiler ortaya çıkar. Beyrut örneğinden hareketle devletlerin kritik altyapılarında olası aksaklıklara karşı risk analizlerini zamanında yapmaları hiç olmadığı kadar önemli hâle gelmiştir. Beyrut Limanı'ndaki patlama Lübnan için büyük bir kayıp oldu. Limanın eski hâline dönüşmesi geciktikçe maddi kayıplar da artmaya devam edecek. O nedenle, bu faciadan önemli dersler çıkarmak zorundayız. Bu tip risklere karşı kritik altyapılarımızın direncini artırmalı ve benzer örneklerin yaşanmasının önüne geçmeliyiz. Öncelikle ülkemizin kritik altyapıları tanımlanmalıdır. Bu yapılar limanlar, barajlar, enerji nakil hatları, enerji tesisleri, köprüler, tüneller ve haberleşme hatlarıdır. Bu kritik tesisler arasında da önem sıralaması yapılmalı, ardından bu yapılara yönelik olası her türlü risk tespit edilmeli, önlem almanın maliyetleri hesaplanmalı, olası krizlere yönelik olarak da acil eylem planları oluşturulmalıdır. Bu hazırlıkları oluşturmak Türkiye'nin rekabetçiliğini, ekonomik, ulusal güvenliğini, enerji, haberleşme ve ulaşım risklerini kontrol altına almak demektir. Bu altyapıların teknolojik gelişmelerin etkisiyle birbiriyle bağlantılı hâle geldiği günümüzde kamu güvenliği ve sağlığı, toplumsal refah ve kamu hizmetlerinin sürdürülebilirliği açısından kritik altyapıların korunması hayati önem arz ediyor. Ülkenin bir kritik altyapısında meydana gelecek hasarın diğer kritik altyapıları da etkilediği bir gerçektir. Bu sebeple çok paydaşlı ve çok boyutlu çalışmalara ivedilikle başlanması gerekmekte. Aksi hâlde, Lübnan gibi, ülkemiz de çoklu şoklarla karşı karşıya kalabilir. Unutulmamalıdır ki krizleri henüz oluşmadan önlemek hem daha güvenli hem de daha az maliyetlidir.
Değerli milletvekilleri, Azerbaycan topraklarının yüzde 20'sini yaklaşık otuz yıldır işgal altında tutan Ermenistan müzmin saldırganlığına yeni örnekler eklemiştir. Sivil yerleşim yeri-askerî nokta ayrımı dahi yapılmadan gerçekleştirilen bu saldırıları kabul etmemiz, bu duruma sessiz kalmamız mümkün değildir. Bu tavır Kafkaslarda arzulanan barış ve istikrar idealine vurulan en büyük darbedir. Ermenistan, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, AGİT kararları ve uluslararası hukuk normlarına uygun hareket etmeli ve işgal altında tuttuğu Azerbaycan topraklarından hemen çekilmelidir. İktidar bu işgal ve saldırılar karşısında Azerbaycan'a olan desteğini koşulsuz olarak devam ettirmeli, gerekli tüm diplomatik yolları kullanarak uluslararası kuruluşları da işgalin son bulması ve sorunun hakkaniyetle çözümü için adım atmaya teşvik etmelidir. Artık, asırlık Türk illeri azatlığa kavuşmalı, semalarında hasreti çekilen ay yıldızlı bayraklar yeniden dalgalanmalıdır.
Bu vesileyle, İYİ PARTİ olarak "iki devlet, bir millet" olarak gördüğümüz can Azerbaycan'ın haklı davasında yanında olduğumuzu bir kez daha belirtiyor, Ermenistan saldırılarında şehit olan Azerbaycan Türkü sivillerimizi ve askerlerimizi rahmetle anıyor, gazilerimize geçmiş olsun dileklerimizi iletiyorum.
Yüce Meclisi saygıyla selamlarım. (İYİ PARTİ ve CHP sıralarından alkışlar)