GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Cumhurbaşkanlığının, Türkiye'nin Milli Güvenliğine Yönelik Ayrılıkçı Hareketler, Terör Tehdidi ve Her Türlü Güvenlik Riskine Karşı Uluslararası Hukuk Çerçevesinde Gerekli Her Türlü Tedbiri Almak, Irak ve Suriye'deki Tüm Terör Örgütlerinden Ülkemize Bundan Sonra da Yönelebilecek Saldırıları Bertaraf Etmek ve Kitlesel Göç Gibi Diğer Muhtemel Risklere Karşı Milli Güvenliğimizin İdame Ettirilmesini Sağlamak, Türkiye'nin Güney Kara Sınırlarına Mücavir Bölgelerde Yaşanan ve Hiçbir Meşruiyeti Olmayan Tek Taraflı Bölücü Girişimler ve Bunlarla İlgili Olabilecek Gelişmeler İstikametinde Türkiye'nin Menfaatlerini Etkili Bir Şekilde Korumak ve Kollamak, Gelişmelerin Seyrine Göre İleride Telafisi Güç Bir Durumla Karşılaşmamak İçin Süratli ve Dinamik Bir Politika İzlenmesine Yardımcı Olmak Üzere Hudut, Şümul, Miktar ve Zamanı Cumhurbaşkanınca Takdir ve Tayin Olunacak Şekilde, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Gerektiği Takdirde Sınır Ötesi Harekat ve Müdahalede Bulunmak Üzere Yabancı Ülkelere Gönderilmesi
Yasama Yılı:4
Birleşim:3
Tarih:07.10.2020

İYİ PARTİ GRUBU ADINA AHMET KAMİL EROZAN (Bursa) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bir defa, bütün arkadaşlarımız müsterih olsunlar, biz bu tezkereye olumlu oy vereceğiz.

Ama olumlu oy vermeden, o konuya girmeden evvel izninizle iki konuya değinmek istiyorum. Bir tanesi, size bir açıklama metni okuyacağım, bunun sonra tam metnini tutanaklardan da bulursunuz: "Çin Halk Cumhuriyeti yönetimi camilere astığı 'Dini Çinlileştirme çalışmalarına aktif destek verelim.' panolarıyla İslam'ı Çinlileştirme çabası içine girmiştir. Anlamı barış olan yüce dinimizi Çinlileştirme bahanesiyle yanlış ve çarpık yaklaşımlara konu etmek hiç kimsenin haddi değildir. Bu yaklaşıma temel teşkil eden zihniyetin, Doğu Türkistan'daki sorunlara çözüm getirmekten ziyade, vahim sonuçlara sebebiyet vereceğini düşünüyoruz. İslam dinini sözde Çinlileştirme bahaneleriyle 'Çin İslamı' gibi kavramlar ortaya atarak disiplin altına alabileceğini zannetmek insani ve hukuki mülahazaların aksine hareket etmek anlamına gelmektedir. Herkesin inançlarını yaşarken alacağı din hizmetini ve benimsediği din anlayışını devletlerin yasalarla belirleme hakkı yoktur. Sosyolojik ve tarihî gerçeklerin yanlış okunmasından kaynaklanan bu zihniyetin Çin Halk Cumhuriyeti'nin giderek artan ırkçılık, ayrımcılık ve İslam karşıtlığını daha da körüklemeye çalışması, sadece kendi toplumlarını değil, bütün insanlığı ortak bir kaygıya sevk etmektedir. İnsanlara ve dinî konulara sırf güvenlik penceresinden bakmak yerine dinî ve ahlaki değerlere ilişkin toplumsal ihtiyaçların onurlu bir şekilde karşılanmasını teşvik edecek yapıcı söylemlerin benimsenmesi daha doğru ve faydalı olacaktır. Bu çabalarla ilgili süreci yakından takip ederek sakıncalarını Çin Halk Cumhuriyeti'yle ikili ve çok taraflı platformlarda da gündeme getirmeye devam edeceğiz."

Beğendiniz mi? Beğendiniz. Niye beğendiniz? Çünkü bu, Macron'la ilgili olarak, İslam'ın Fransa'ya göre yapılandırılmasına ilişkin açıklamanın noktasına virgülüne kadar aynısı. Benim tek yaptığım, "Macron" kelimesini çıkardım, yerine "Çin Halk Cumhuriyeti" dedim. Bunu siz diyebilir misiniz? Okuyorum tekrar: "Dinin Çinlileştirilmesi çalışmalarına aktif destek verelim." panoları bugün Doğu Türkistan'daki camilerde asılı. Bu ülkeyi kim yönetiyor? İktidar. Yarın yapabiliyor musunuz böyle bir açıklamayı? Dolayısıyla ben bu kürsüden iktidarı yerli ve millî olmaya davet ediyorum. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)

LÜTFÜ TÜRKKAN (Kocaeli) - Bravo.

AHMET KAMİL EROZAN (Devamla) - Bunu başka bir sebeple de diyorum. Biliyorsunuz, Çavuşoğlu Japonca ve Rusça bildiğini de ifade etmişti. Ben kendisine bir an evvel Çince de öğrenmesini tavsiye ediyorum. Böylelikle belki bu konulara biraz daha erken tepki vermek imkânını bulur. Ayrıca Çince bildiği varsayılan Büyükelçiyi de herhâlde bu benim söylediklerim üzerine ayrıca bir uyarmaları gerekecektir.

Doğu Türkistan konusundaki mesele burada da bitmiyor. Biliyorsunuz, dün Birleşmiş Milletlerin insan hakları ve sosyal konulara bakan Üçüncü Komite birimindeki 39 ülke bir bildiri yayınladı. Bu bildiriyle şu çağrıda bulunuyorlar: Bir defa "Doğu Türkistan'daki baskıcı düzene son verin." diyor. İkincisi: "Orada denetleme imkânını sağlayacak bir fırsat yaratın." diyor. 39 tane ülke var. 2 defa okudum, Türkiye'yi bulamadım. Şimdi ben yine soruyorum iktidara: Türkiye niye insan haklarını Doğu Türkistan'da savunan böyle bir metnin altına imza atamıyor?

Doğu Türkistan konusunda üçüncü bir konu: İktidar, Suriye'den gelen sığınmacılardan 490 bininin geriye gönderildiğini ifade etti yani 490 bin Suriyeliye sağlanmış olan sosyal yardımlardan tasarruf ediyor. Şimdi ben o tasarruftan başka bir imkân yaratmaları çağrısında bulunacağım. Ahıskalı olup, Uygur olup, Tatar olup, Türkmen olup ülkemizde mağdur durumda olan pek çok insan var. İktidara çağrım: O 490 binden tasarruf ettiklerinizi lütfen bu kardeşlerimize lütfedin. Bunlar bizim kardeşlerimiz. Suriyeliler dediğiniz kardeşler ise, onlar sizin din kardeşleriniz; arada büyük bir fark var. Bunu da yine yerli ve millî olmak çağrısı çerçevesinde dile getiriyorum.

İkinci konuya geçeyim müsaade ederseniz, Yukarı Karabağ. Bunun özüne değinmeden önce, öncelikle, otuz yıla yakın bir süreden beri devam eden çatışma ortamında Ermenistan'ın saldırıları sonucu bugüne kadar şehit düşen asker ve sivil kardeşlerimize, ayrıca Hocalı katliamı kurbanlarına Allah'tan rahmet; geride bıraktıklarına, ailelerine sabır; gazi ve sivil yaralılarımıza da şifalar dilerim.

Bir kez daha bu kürsüden üzerine basa basa söyleme gereğini duyuyoruz, Ermenistan'ın dost ve kardeş Azerbaycan'a yönelik saldırıları ve süregelen işgal durumu kabul edilemez. Sadece kardeşlerimiz oldukları için değil, ülkelerin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesi gibi uluslararası ilişkilerin temel ilkelerinden birinin de ihlal edilmiş olmasından dolayı bu konudaki tavrımız açıktır. Bir yanda işgalciler, diğer yanda toprak bütünlüğü ihlal edilen ve işgale uğrayan varsa burada kimin haklı olduğu sorusunu sormak bile abestir. Azeri kardeşlerimiz günümüzdeki çatışmalarda Ermenistan'ı hedef alan bir savaş içinde olmayıp aynen bizim 1920'li yıllardaki mücadelemiz gibi vatanlarını işgalcilerden temizlemek üzere bir kurtuluş mücadelesi vermektedirler. Bugün olduğu gibi yarın da onların yanında olacağız.

Esasen son günlerde ateşkes çağrılarını artıran Ermenistan bu tavrıyla bir anlamda işgalci olduğunu da kabul etmiş bulunmaktadır. Zira çatışmalar Ermenistan topraklarında değil, Azerbaycan topraklarının içindeki işgalci Ermenistan askerî birliklerine karşı yönetilmektedir. Ermenistan'ın destek arayışıyla üyesi olduğu Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütüne yaptığı çağrılar bile bu nedenle karşılıksız kalmıştır. Zira Ermenistan'ın topraklarına yönelik hiçbir saldırı söz konusu değildir. İsmi Minsk olsa da cismi buzdolabı olan sürecin sorunu dondurmaktan öteye giden bir işlevi olmamıştır. Hele eş başkanlardan birinin yani Fransa'nın Ermenistan'ın yanında olması bu süreci artık yürütülemeyeceği bir noktaya getirmiştir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde yaratıcı fikirlere ihtiyaç vardır.

Ermenistan işgal ettiği toprakları terk ettikten sonra yapılacak doğrudan görüşmelerin, bugün çatışan tarafların sadece ikili sorunlarını aşmak açısından değil, Kafkaslara istikrar getirmek açısından da bir faydası olabileceğine inanmaktayız. Başından beri Minsk Grubunun üyesi olduğu hâlde ancak ateşkes ihlalinden ateşkes ihlaline sesini yükseltmekten öteye gidemeyen iktidarı da soruna çözüm bulunması yolunda daha aktif bir rol almaya çağırıyoruz. Bunu özellikle başka bir anlamda söylüyorum. "Dünya 5'ten büyüktür." diyen bir iktidarımız var, o zaman ben aynı iktidarın Minsk Grubunun 3'ten büyük olduğunu da söylemesini istiyorum çünkü biz onun üyesiyiz ama bir işlevimiz olmadığı kanaatindeyim.

Birleşmiş Milletler çerçevesinde bu alanda alınan kararlar ve yürütülen çabaların henüz bir sonuç vermemiş olmasından ötürü Yukarı Karabağ meselesi, Ermenistan'ın saldırgan ve işgalci tavırları sonucu günümüzde sadece iki ülke açısından değil bölge açısından da bir riskler yumağına dönüşmüş bulunmaktadır. Sorunun başka coğrafyalara sirayet etmesi riski de bulunmaktadır. Azerbaycan-Ermenistan ihtilafını ele alan uluslararası örgütler, bugüne kadar almış oldukları kararlar ışığında Ermenistan'ı bir kere daha kınamalı, Azerbaycan'ın toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesini ve Ermenistan'ın işgal ettiği topraklardan çekilmesini sağlamalıdır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi konuyu sorunun çözümü bulununcaya kadar gündeminde tutmalı, meseleyi donmuş sorunlar kategorisinden çıkaracak adımlar atılmalıdır. Bu uluslararası örgütlerin görevi sadece işgalci ile işgale uğrayanı ayrıştırmak değil, ateşkesi sağlamak değil, işgale uğrayanın haklarını savunurken işgalciyi de kınamak olmalıdır.

Azerbaycan devletinin işgal edilmiş topraklarını geri alma konusunda yapacağı siyasi, askerî ve diplomatik her türlü girişimi destekliyor, tarihî bir sorumlulukla Azerbaycan Türklerinin yanında olduğumuzu bir kere daha belirtiyoruz. Azerbaycan ordusunun sahada, hariciyesinin de zamanı geldiğinde masada muzaffer olacağına inancımız tamdır.

Buradan asıl gündem maddesine geçmek isterim. Biliyorsunuz biz bu tezkereyi bir sene evvel kabul ettik. O sefer yaptığım konuşmada, her gelen tezkerenin bana göre bir başarısızlık öyküsü olduğunu söyledim. Niye? Biz bir görev veriyoruz ve o görev çerçevesinde bir sene içinde -ki son sene içinde- bu işin halledileceğini varsaydık. Yani bu Suriye açısından belki yeni bir tezkere ama Irak konusunda sayısını belki unuttuğumuz tezkereler arka arkaya geliyor.

Şimdi, Irak'la başlayayım isterseniz. Irak'ta PKK'ya karşı bir harekât hâlâ sürüyor zaman zaman, türlü çeşitli veçheleri var bunun ama dikkat ederseniz son zamanlarda uluslararası toplumdan Türk Silahlı Kuvvetlerinin PKK'ya karşı Irak'ta yönettiği operasyonlara bir yankı gelmiyor, bir menfi yankı da gelmiyor. Bağdat'tan ara sıra ses geliyor, onlardan da "Ya, burası bizim topraklarımız, böyle yolgeçen hanı değil, bir evvelden haber verseniz de, ne yapacağınızı bilsek de biz de ona göre tedbir alsak." gibi birtakım sitemlerle karşılaşıyoruz. Ama hiç kimsenin ses çıkarmamasının bir sebebi var, çünkü herkes artık PKK'nın geleceğinden bir fayda beklemiyor, Amerika da beklemiyor, başka ülkeler de beklemiyor, dolayısıyla PKK temizlenecek, yurt dışında ve yurt içinde de. Ama arkasından şöyle bir şeyle karşılaşacağız: PKK bitti, herkesin terörist olarak tanımladığı PKK bitti, şimdi şu PYD-YPG'yi veya başka isimle SDG'yi veya başka isimle Suriye X konseyini hazmedin diyecekler bize. Benim buradan çağrım: Bu bir satranç oyunu, dolayısıyla sadece bugün olup bitenle değil, lütfen müteakip bir, iki, üç, beşinci adımlarla da ilgilenmenizi bekleriz.

Irak deyince başka bir hususa daha dikkat çekmek isterim. Bizim Türkmen kardeşlerimizin hâlâ anayasal bir statüsü yok, "Türkmeneli" dediğimizin bir coğrafi tanımı yok anayasada. Beklentilerimiz oldu bir Türkmen bakanın atanacağı şeklinde, maalesef o arkadaşımızı da kaybettik, burada kendisine de Allah'tan rahmet dilerim. Ama Irak yeniden seçime gidiyor şimdi, önümüzde yeniden seçimler yapılacak. Dolayısıyla bir yandan bu PKK'yla mücadele meselesi devam ederken Irak'la ilgili olarak, benim çağrım iktidara, aynı zamanda oradaki Türkmen kardeşlerimizin geleceğine ilişkin de birtakım adımlar atılması lazım.

Sayın Muş hatırlayacaktır, geçen sefer bu tezkere geldiğinde ben kendisine yukarıda koridorda "Bu Jandarma Özel Harekât ve Polis Özel Harekât ne olacak?" dedim. Niye bunu söylüyorum? Aynı durum bugün de geçerli. "Bunu bir düzeltin." dedim. Ama benim o çağrımın hiçbir anlamının olmadığını görüyorum bugünkü metinde de çünkü metinde görev verdiğimiz Türk Silahlı Kuvvetleri; Jandarma Özel Harekât ve Polis Özel Harekât Türk Silahlı Kuvvetleri değil, onlar İçişleri Bakanlığına bağlı birlikler. Şimdi, bu büyük millet bu kürsüde, bu camiada, bu tavanın altında Türk Silahlı Kuvvetlerine Irak ve Suriye'de bir görev veriyor ama iktidar o coğrafyada hem Jandarma Özel Harekâtı hem Polis Özel Harekâtı da kullanıyor. Yetkisiz, Türkiye Büyük Millet Meclisi vermiyor böyle bir yetki. Ben bunu Sayın Süleyman Soylu'ya sordum; yazılı soru, metnini bulabilirsiniz. Aldığım cevap nedir biliyor musunuz? "Jandarma Özel Harekât, Güvenlik İşleri Genel Müdürlüğünün yazısıyla görevlendiriliyor." Yani Türk Silahlı Kuvvetlerini biz Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak görevlendiriyoruz; yazısı var, altında imzası var "Zeytin Dalı Operasyonu'nda Güvenlik İşleri Genel Müdürlüğünün imzasıyla görevlendirildi." diyor. Bu garip değil mi? Aynı vatan evlatlarının bir kısmını Türkiye Büyük Millet Meclisi görevlendiriyor, diğerini bir Genel Müdür görevlendiriyor. Şehitlerimiz oluyor, gazilerimiz oluyor, yaralılarımız oluyor; bunun sorumluluğunu Türk Silahlı Kuvvetleri adına biz üstleniyoruz, Jandarma Özel Harekât, Polis Özel Harekât için bir Genel Müdür üstleniyor. O Genel Müdür mü hesabını verecek sonra bu ailelere? Bunu geçen sefer hatırlattım, bu düzeltmeyi yapmalarını beklerdim, yapmadılar. Bir kere daha uyarıyorum.

Bir sene geçti üstünden, bir senede neler oldu Suriye'de diye bir bakalım isterseniz. Hemen hemen bizim tezkerenin ertesinde, 9 Ekimde bir mektup geldi hatırlarsınız, Trump'tan bir mektup geldi, Suriye'yle ilgili bir mektup geldi. İçinden, ben anlaşılacak cümlelerle tekrarlayayım: "Aptal olma, sana çektiğim kıyakları da unutma." Böyle bir mektup geldi, 9 Ekimde.

MEHMET MUŞ (İstanbul) - 40 sefer cevabını verdik ya! Konuşuyorsun! Ne konuşuyorsun ya!

AHMET KAMİL EROZAN (Devamla) - Benim hesabını sormam lazım geçen sefer verdiğimiz tezkereden bu tarafa ne oldu diye.

MEHMET MUŞ (İstanbul) - Çeviri hatası, 40 sefer söyledik ya.

BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Çeviri hatası mı vardı Mehmet Muş, çeviri hatası mı var; hayırdır(!)

AHMET KAMİL EROZAN (Devamla) - 14 Ekimde Sayın Hulusi Akar bize geldi, bu mektuptan bahsetmedi.

MEHMET MUŞ (İstanbul) - On beş dakikadır dinliyorum ne diyeceksiniz tezkereyle alakalı diye. Yazık, yazık!

AHMET KAMİL EROZAN (Devamla) - 16 Ekimde Sayın Çavuşoğlu buraya geldi, bu mektuptan bahsetmedi. Ta ki Amerikalılar bunu basına verinceye kadar. Otuz iki gün sonra da takdim edildi bu mektup. Mektup takdim edildi, ekinin ne olduğunu hiç kimse hiçbir zaman öğrenemedi. Oysa biz şunu beklerdik: O mektubu getirenin kafasına vuracaksın, almayacaksın, geri göndereceksin. Bizim oradaki Büyükelçi midir, buradaki Amerikan Büyükelçisi midir, bilmiyorum ama bu da yapılmadı.

SÜLEYMAN BÜLBÜL (Aydın) - Beklemeyeceksin.

AHMET KAMİL EROZAN (Devamla) - Arkası var, yüz yirmi saatlik ve yüz elli saatlik 2 tane ateşkes imzaladık biz. Fırat'ın doğusundan Irak'ın sınırına kadar 400 kilometre, 30 kilometre derinliğe kadar kontrol edecektik. Olmadı. O ateşkesi kabul edenler... Tek taraflı ateşkes değil ki, bunu biz de kabul ettik. Yani biz o 400 kilometrelik güzergâhta bu işlemi yerine getirecekken bunun 120 kilometresiyle sınırlı kaldık. Arada verdiğimiz şehitleri de ayrıca rahmetle anıyorum.

Suriye'de bir konu daha var: Süleyman Şah Türbesi diye bir şey hatırlayan kaldı mı? Seyyar oldu o türbe, gitti dolaştı, hâlâ vatan toprağı olan yere gelemedi. (İYİ PARTİ ve CHP sıralarından alkışlar)

34 şehidi kimin vurduğu belli değil, meçhul. Biz şimdi o coğrafyada, İdlib'de, dağınık bir düzende, havadan savunmasız, Esad ve Rusların M4 Kara Yolu'nun eşiğine geldikleri bir ortamdayız ve oradaki teröristler kaçışıp duruyorlar, M4 Kara Yolu'nun kuzeyine geçiyorlar. Geçen hafta Ruslardan kaçan Çeçen teröristlerin "Bundan sonra mücadelemiz Türk Silahlı Kuvvetleriyledir." dediklerini ben duydum. Ne gibi risklerle karşı karşıya olduğumuzun altını çizmek için söylüyorum. Müteakip taşlara da dikkat edin diyorum. Önümüzdeki yıl Suriye'de Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılacak, o Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Türkiye'deki Suriyeliler de oy kullanacak. Nedir hazırlığınız diye buradan bir kere daha soruyorum.

Libya... Libya'ya da geçmeden bırakmayayım bu kürsüyü bugün. Biliyorsunuz Libya'da bütün yumurtaları aynı sepete koyduk, şimdi omlet yemek riskiyle karşı karşıyayız. "Omlet yemek riski" derken bütün bu yumurtaların kırılması gündemde çünkü Serrac'a yaptığımız yatırımlar galiba boşa gidiyor çünkü Serrac "Ekim ayı sonunda ben bu görevi bırakıyorum." dedi. Şimdi iktidarın bir telaş içinde Libya'yla yaptığımız Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası'nı kurtarma arayışında olduğunu gözlüyorum. Arayışında olduğunu gözlüyorum derken, geçen gün Sayın Çavuşoğlu bir açıklama yaptı "Bu anlaşmayı -daha doğrusu, mutabakat muhtırasını- Birleşmiş Milletler tescil etti." dedi. "Tescil" kelimesini hangi anlamda kullandığını bilmiyorum ama gazeteciler bunu "onayladı" diye yazdılar. Aslında bu tescil sadece o anlaşmanın gelen evrak kaydından ibarettir, uluslararası hukuk açısından hiçbir değeri yoktur. Eğer o tescil onay ise şunu da hatırlatmam lazım: Birleşmiş Milletler Lübnan'ın yaptığı anlaşmayı da tescil etti, İsrail'in yaptığı anlaşmayı da tescil etti, GKRY'nin yaptığı anlaşmayı da tescil etti, Yunanistan'ın yaptığı anlaşmayı da tescil etti, Mısır'ın yaptığı anlaşmayı da tescil etti. Ne oldu şimdi? Hepsi mi onaylandı? Dolayısıyla, benim iktidara çağrım, lütfen kamuoyunu yanıltıcı beyanlarda bulunmasınlar.

Bütün bu meselelerle ilgili olarak iktidarın önemli bir açığı var. Yabancı basının üstümüze nasıl aktif bir şekilde yönlendirildiğinin farkındasınızdır. Niye bunu söylüyorum? Türkiye'nin şu anda bir kamu diplomasisi zafiyeti var, lobi zafiyeti var ve bizim o değerli yalnızlığımızın maalesef Azerbaycan'a da sirayet etme riski var. Yani Azerbaycan'ın bugünkü mücadelesini destekleyen ülke sayısı deseniz 10 parmaktan daha az olduğunu bilmenizi isterim. Bu bizim müdahil olmamızın müşterek bir bedeli olarak gündeme geliyor. Dolayısıyla, mesele sadece arazide bu mücadeleyi yapmak değil, aynı zamanda kamuoyu diplomasisi açısından da...

"Libya" deyince mavi vatana da değineyim izin verirseniz. Oruç Reis ne zaman dönüyor göreve?

İLHAMİ ÖZCAN AYGUN (Tekirdağ) - Arızalı, arızalı.

AHMET KAMİL EROZAN (Devamla) - Personel değişimi oldu herhâlde. Mazotunu da almıştır. Ne zaman göreve gideceğini bekliyorum.

Burayı geçeyim, biraz vaktim daraldı.

Burayı da geçeyim. Bakanlıkla bitireyim.

Bu Biden meselesine de dikkat etmek lazım, başka bir felaket geliyor. Yani adam delegeler itibarıyla seçimi kazanmanın ötesine geçti şu anda.

Bakanlıkla bitireyim izin verirseniz. Biliyorsunuz benim gibilere, Sayın Çeviköz gibilere "monşer" lafı yakıştırılıyor. Bu benim için bir onurdur çünkü "monşer" dediğimiz insanlar devlete hizmet etmişlerdir, neomonşer dediğimiz yeni monşerler ise devlete değil iktidara hizmet etmektedirler; arada önemli bir fark var. (İYİ PARTİ ve CHP sıralarından alkışlar)

Ben ayrıca Sayın Çavuşoğlu'na bir çağrıda bulunuyorum: Bu Bakanlık tehlikeli bir Bakanlıktır, Bakanını vezir de eder, rezil de.

Hepinizi saygıyla selamlarım. (İYİ PARTİ ve CHP sıralarından alkışlar)