| Konu: | Türkiye Çevre Ajansının Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 4 |
| Birleşim: | 22 |
| Tarih: | 02.12.2020 |
HDP GRUBU ADINA MURAT ÇEPNİ (İzmir) - Teşekkürler Başkan.
Genel Kurul ve değerli halkımız; evet, yine bir sipariş torbayla karşı karşıyayız. Çevre Ajansı, çok süslü laflarla bezenmiş, çok parlak projelerle doldurulmuş bir şirket projesi. Çünkü proje, içeriği, dili, üslubu, araçları, amaçları, kârı merkezine koymuş bir şirket için düzenlenmiş. Düzenlemeye itiraz ederken soruyoruz: İhtiyacımız bu mudur? Biz öncelikle bu soruya yanıt verebilmek için içinde bulunduğumuz duruma bir ayna tutmak istiyoruz. Gerçekte durum nedir, ne yapılmak isteniyor? Krize giren sermaye gözünü emekçilere ve doğaya dikmiş durumda. İktidar, krizi atlatmak için emekçilerin sosyal ve ekonomik haklarını yıkıma uğratırken aynı zamanda sadece bir ham madde olarak gördüğü doğayı da yıkıma uğratmak için her türlü yasal düzenlemeyi yapıyor.
Şirketlere "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler." emekçiye gelince "Yürütmem." diyor iktidar. Bir taraftan savaş, güvenlikçi politikalar bir taraftan da daha çok talan ve sömürü. Tüm dünyada kapitalizmin krizi yaşanırken sermaye, çıkış için savaştan, emeğin ve doğanın vahşice sömürüsünden başka bir yol bulamıyor. İşçi sınıfının örgütsüzleştirilmesi, güvencesizleştirilmesi, kölece esnek çalıştırılması; fabrikaların birer toplama kampı düzenine sokulması, kazanılmış hakların tırpanlanması; doğanın ise vadedilmiş armağan olarak, kaynak olarak görülmesiyle acımasızca talan edilmesi... İnsan ve doğanın kâr uğruna sömürüsü ve talanı üzerine kurulu bir ekonomik birikim modeli.
Bu modelin çöküşünü en net olarak pandemi sürecinde gördük, görmeye devam ediyoruz. Covid-19 şirketlerin ve onların hükûmetlerinin doğaya açtığı savaşın sonucunda ortaya çıktı. Daha çok kâr için doğaya saldırı milyonlarca, milyarlarca yılda oluşmuş ekosistemlerin parçalanmasına neden olmuş, doğal yaşam dengesi bozulmuş, virüsler yer değiştirmiştir. Virüsü yerinden eden sermayenin bu kâr hırsıdır. Dolayısıyla çare de nerede kaybedildiyse orada aranmalıdır; nedenlerle değil, sonuçlarla uğraşmak kapitalizmin yöntemi.
Bizler, tam da bu süreçte, doğaya karşı geliştirilen bu yıkım politikasına karşı çıkmanın tüm gezegenin geleceğine sahip çıkmak anlamına geldiğini söylüyoruz. Kapitalizm, kâr uğruna insanı ve doğayı yok ediyor. Aç kalanlar, yoksullar; pandemide ölenler, yoksullar; yersiz yurtsuz kalanlar, yoksullar; savaşlarda ölenler, yoksullar. Sermaye bir avuç kâr için her şeyi yakabilir, yok edebilir.
Pandemiye karşı mücadele, onu yaratan kapitalist sisteme karşı mücadelenin doğrudan bir konusu olmak zorundadır. "Küreselleşme" adı altında emperyalist iş bölümü, sağlığın özelleştirilmesi, tarımın şirketleştirilmesi, en temel toplumsal hizmetlerin özelleştirilmesi ve insanların müşteri hâline getirilmesi, hastanelerin sektör hâline getirilmesi; işte, bugün, kitlesel ölümlerin sebebi tam olarak budur. Çarklar dönsün, şirketler zarar etmesin diye milyonlarca işçi, emekçi ölümcül koşullarda çalışmaya mecbur bırakılıyor; öte yandan da göstermelik önlemlerle sözüm ona pandemiye karşı mücadele programları açıklanıyor.
Yaşadığımız sürecin en acil gündemlerinden biri de küresel iklim krizidir. Özellikle 2019 bu tartışmalarla geçti, tüm dünyada milyonlarca insanın katıldığı eylemler gerçekleştirildi. Söylenen şuydu: "Eğer ısınma 1,5 derecede tutulamazsa dünyamız çok yakın bir zamanda yaşanmaz hâle gelecek." Isınmanın temel sebebi fosil yakıtlar ve ormansızlaşmadır. Petrol, gaz ve kömür, karbon salımının esas sorumluları; bunların kullanımı 2030'a kadar sınırlanmak, 2050'ye kadar da tümden sıfırlanmak zorunda. İklim krizinin sorumlusu da her şeye rağmen büyümektir, her şeye rağmen kalkınmaktır, her şeye rağmen kâr üzerinde kurulu sermaye düzenidir. İklim krizinin sebebi olarak bireysel yanlış tüketimi gösterenler bizi meselenin gerçek kaynağından uzaklaştırmaya çalışanlardır. Kirliliğin, karbon salımının, susuzluğun, ormansızlaşmanın esas sorumlusu şirketler ve onların devletleridir. İklim krizinin sonuçları bugün hemen yanı başımızda yaşanıyor: Beklenmedik hava olayları, kuraklık, seller, şiddetli kasırgalar, deniz seviyesinde yükselme, buzullarda erimeler -bu belirtiler Türkiye için de son derece tanıdık- kuruyan göller, nehirler, her defasında can kayıplarına neden olan seller. Antalya Akseki ve İbradı ilçe sınırlarında bulunan Üzümdere Irmağı, hiç olmadığı kadar, ilk kez bu yıl, üç ayı geçkindir tümden kurumuş durumda. Üzümdere'yi kurutan kuraklık küresel ısınmanın bir sonucudur. Türkiye'de son elli yılda 36 göl kurudu ama iktidar Salda Gölü'ne insan temasını tümden kesmesi gerekirken millet bahçesi yapmanın peşinde. Dolayısıyla çevre konuşulacaksa iklim krizi ve ona karşı mücadele konuşulmadan hiçbir şey konuşmuş olmuyoruz.
Türkiye, imzaladığı Paris Anlaşması'nı Meclisten geçirip uygulamaya henüz koymayan Angola, Eritre, İran, Irak, Lübnan, Libya, Güney Sudan ve Yemen ülkeleri arasındadır; 197 ülkeden sadece 10'u uygulamaya koymamış. İktidar, uygulamak bir yana karbondioksit salımı konusunda yeni ayrıcalıklar peşinde, termik santraller konusunda hız kesmeden çalışmaya devam ediyor; yerlilik, millîlik namına kömür madenciliğine ve her türlü madenciliğe inanılmaz imtiyazlar tanıyor, devleti maden şirketlerinin hizmetine koşuyor. 2019 yılı sonu itibarıyla ormanlardan verilen kayıp toplam 698.955 hektardır, sadece madencilik faaliyetleri için verilen kayıp miktarı 135.487 hektar.
"Yenilenebilir enerji yatırımları" adı altında bir taraftan doğa talanı yapılırken bir taraftan da karbon emisyonu konusunda ayrıcalık kazanma peşindeler. Türkiye'nin 2005-2016 sürecinde sera gazı emisyonlarındaki artışı yüzde 49, OECD'nin en yükseğiydi. Türkiye, iklim acil durumu ilan etmek yerine kâr peşinde koşuyor. 2019 Temmuz ayında Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Trabzon, Rize, Samsun, Giresun, Ordu ve Artvin illerini kapsayan 15 maddelik Karadeniz Bölgesi İklim Değişikliği Eylem Planı'nı açıkladı. Kurum, dere yataklarında yer alan binaların tespit çalışmalarının başladığını, bunlar için kamulaştırma ve taşıma sürecinin planlanacağını belirterek dere yatağında bulunan ve iklim değişikliği nedeniyle risk altında olan acil ve öncelikli taşınması gereken 1.950 adet bina tespit ettiklerini, buralarda yaşayan 2 bin aileyi kentsel dönüşüm kapsamında yapacakları konutlara taşıyacaklarını söyledi. Bakan, riskli bölgelerdeki kamu binalarının da taşınacağını, bu bölgelerde bundan böyle inşaat faaliyetlerine izin verilmeyeceğini kaydetti.
Peki, şimdi buradan soruyoruz: Giresun Dereli'de yaşanan felaketten sonra hangi dersleri çıkardınız, hangi adımları attınız? Dere yataklarında kentler inşa etmek, HES yapmak dışında, denizi kum doldurup yol yapmak dışında, kaçak yapıları affetmek dışında, dağı taşı delip yaylaları talan etmek dışında ne yaptınız?
Tüm dünyada ve Türkiye'de ekoloji hareketleri iklim krizi konusunda mücadele yürütüyorlar, hem iktidarları uyarıyor hem de çözüm yolları üretiyorlar. Türkiye, hızla çölleşme tehdidi altında; tarım alanları, su varlıkları, ormanlar yok oluyor fakat iktidar çare üretmek yerine krizi derinleştirmenin peşinde. On sekiz yıllık AKP iktidarı süreci, bu açıdan en karanlık dönem olmuştur. Siyasal olarak iktidarlaşma hedefine bağlı olarak acil ekonomik kalkınma zorunluluğu; dizginsiz, gözünü karartmış bir talan siyasetini ortaya çıkardı. Sözüm ona dışa bağımlılıktan kurtulma hedefi tüm bunların kılıfı hâline getirildi. Oysa ne böyle bir enerjiye ihtiyaç var ne de insanın ve doğanın talanı üzerinden bir gelişme tarifi yapılabilir. Kendi kendine yeter bir ülke hedefi vazedenler öte yandan tüm ülkeyi yerli ve yabancı şirketlere peşkeş çekmekten bir an bile geri durmuyorlar. "Yerlilik" ve "millîlik" adı altında benzerine az rastlanır bir satış sistemi işletiliyor.
Ülkenin dört bir yanı delik deşik hâldedir; ormanlar, tarım alanları, sular işgal altındadır; kentler beton yığını hâline gelmiş durumda. İktidarın beton sevdası ölümcül bir sevdaya dönüşmüş durumda. İnşaat ekonomisi, telafisi mümkün olmayacak bir yıkım inşa etmektedir. Ülke, enerji yatırımları çöplüğüne dönüşmüş durumda, ömrü maksimum elli yıl olan barajlar tüm ekosistemi yani geleceği tehdit ediyor. Binlerce yıllık insanlık tarihi olan miraslar, Hasankeyf'te olduğu gibi, sulara gömüldü. Ormanlar yer yer güvenlik gerekçesiyle yakıldı, tahrip edildi yer yer de rant için yakıldı, yok edildi. Karadeniz'de dereler, yaylalar, sahiller şirketlere satıldı. "Kâr etmiyorsa zarardır." denilerek tüm bunlar politika hâline getirildi.
Son yıllarda söz konusu politikalara karşı ciddi bir halk direnişi de açığa çıktı. Kanal İstanbul'dan Karadeniz'e, Kaz Dağları'ndan Dersim'e, üçüncü havalimanından Zilan Deresi'ne, Aydın'a, Bursa'ya tüm coğrafya teyakkuz hâlinde. Bir şirket geliyor ve "Çıkın, burası artık benim." diyor, arkasında devlet var, devletin kolluk güçleri, mahkemeleri var. Halkı nefessiz, ekmeksiz, susuz bırakıyorlar. Şirketlerin özel güvenliğine dönüşen kolluk güçleri de bunlara direnen insanların önüne barikatlar kuruyor, gözaltına alıyor ve tüm bunlar vatan, millet adına yapılıyor. Şirketler için "Borcu yoktur." yazısı alma zorunluluğu kaldırılırken Kaz Dağları'nda ormanı, suyu savunan, gece gündüz, yaz kış nöbet tutan gençlere 600 bin TL para cezası kesiliyor. İşte sizin halk düşmanı, doğa düşmanı resminiz.
Artık mızrak çuvala sığmıyor, gerçekler her gün yalanlara karşı zafer kazanmaya devam ediyor. İşte böylesi bir süreçte iktidar peş peşe yeni kanun teklifleri getiriyor. Maden yasasıyla bu talan düzenini daha da kalıcılaştırmak istediler şirketlerin önüne engel olabilecek kimi kırıntıları da hızlıca çekip almak derdiyle. Tümden denetim dışı, daha fazla teşvik, daha fazla imtiyaz, muafiyet, daha hızlı el koyma amacıyla yasalar yapma telaşında iktidar. "Pandemiyle mücadele" diye yoksullara ölüm, şirketlere teşvik; "çevrecilik" diye halka, doğaya ölüm, şirketlere dikensiz gül bahçesi; işte "AKP" demek bu demek.
Bu torba yasa da mevcut durumu daha da derinleştirmeyi amaçlıyor, aslında bir yol temizliği hedefliyor; halkın muhalefet etme kanallarını tıkamaya hukuki kılıf üretmenin peşinde. İçinde cilalı projeler var, içinde büyük rant var, içinde bolca yönetici var, ballı maaşlar var, denetim dışı ihaleler var, yine inşaat var, aldatmaca var ama gerçekte halk ve doğa çıkarı yok ama yaşanan gerçek, sorunlara tek bir çözüm yok.
Kanun teklifinin gerekçesinde, çevre kirliliğini önlemek, yeşil alanların iyileştirilmesine katkı sağlamak; ulusal ölçekte depozito yönetim sisteminin kurulmasına, işletilmesine ve denetimine yönelik faaliyetlerde bulunmak üzere Türkiye Çevre Ajansının kurulması amaçlandığı ifade ediliyor. Oysa tüm yukarıda dikkat çektiğimiz gerçek, durum bize başka bir şey söylüyor; özellikle şirketlere değil, halka ve ekoloji örgütlerine, bilim insanlarına kulak verilmesi gerektiğini söylüyor; içinde bulunduğumuz durumun doğrudan sorumlusu olan iktidara "Kazmayı bırak." diyor; yerin üstünün, altından daha değerli olduğunu söylüyor. Dolayısıyla bizim bugün acilen tartışmamız gereken, iklim kriziyle mücadele, depreme hazırlık, tarım alanlarının, ormanların, suların kurulmasıdır; bu da bu torbalarla olmaz.
Tek tek maddelere ilişkin kapsamlı değerlendirmeler yapacağız ancak şimdiden geneli üzerine fikirlerimizi, değerlendirmelerimizi şöyle belirtmek istiyoruz: Birçok yerde şöyle şeylerle karşılaşırız: Uyuşturucu baronları uyuşturucuyla mücadele dernekleri kurar ya da onlara bağış yaparlar; en kirli işleri yapanlar camiye, kiliseye ya da bir okula bağış yaparak ne kadar hayırsever olduklarına dair pozlar verirler.
Evet, TÜİK tarafından 2019 Çevre Koruma Harcama İstatistikleri yayınlandı. Rapordaki verilere göre çevre koruma harcamaları bir önceki yıla oranla yüzde 1,2 artarak sadece toplam 38,4 milyar TL oldu. 2019 yılında çevre için toplamda 6,4 milyar TL yatırım yapılırken atıksu yönetimi hizmetleri için 3,3 milyar TL'lik yatırım gerçekleşti. Oysa sadece sarayın 2019 harcaması 3,6 milyar TL.
Dünyada çöp ithalatında birinciliğe koşuyoruz ama birilerinin himayesinde Sıfır Atık Projesi'yle övünüyoruz. Türkiye kendi çöpünün sadece yüzde 9'unu ayrıştırabiliyor. Kentsel atıkların yaklaşık yüzde 90'ı arazi dolgusuna gitmekte ama küçük bir miktarı geri kazanılabilmekte. Türkiye, Çin'in ithalatı yasaklamasından sonra dünyada çöp ithalatının yeni adresi oldu; Türkiye'ye her gün 213 kamyon dolusu plastik atık girdi, Türkiye'nin plastik atık ithalatı iki yılda 5 katına katlandı. Dünyanın en büyük 6'ncı plastik üreticisi olan Türkiye her yıl 10 milyon ton plastik mamul üretiyor. Bakanlık geçen yıl 3,5 milyon ton ambalajın yüzde 54'ünün geri dönüştürülebildiğini açıkladı. Bu yasayla da plastik atığı azaltmak değil, ondan para kazanmak hedefleniyor.
Türkiye 2019 İklim Değişikliği Performans Endeksi'nde 60 ülke arasında 50'nci sıraya gerileyerek performansı en düşük ülkeler arasında yer aldı. Karada ve denizde koruma altındaki alanlar ülkenin yüzde 9'una denk geliyor ki bu, Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi açısından hedefin çok gerisinde ve buna rağmen inşaatçılara, maden şirketlerine yol vermek için birçok çevre koruma alanının derecesini düşürüp koruma alanı olmaktan çıkardınız.
16 Mart 2020 tarihli Resmî Gazete'de Korunan Alanların Tespit, Tescil ve Onayına İlişkin Usul ve Esaslara Dair Yönetmelik'te değişikliğe gidildi. Yapılan değişiklikle korunan alanların imara açılmasının, entegre tesis kurulabilmesinin ve maden araması yapılabilmesinin önü açıldı. Bu durum doğal alanların geriye dönüşü olmayan bir şekilde yok olması anlamına geliyor. Tablo bu iken mevcut yasalar yeterli gelmemiş olacak ki şimdi de "Çevre Ajansı" adı altında paralel bir bakanlık kuruluyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı neredeyse tüm yetkilerini bu Ajansa havale ediyor. Peki, Bakanlık neden kendi görevlerini bu özel kuruma havale ediyor? Bu hangi ihtiyacın ürünüdür? Daha fazla merkezîleşme, daha çok denetim dışılık ve daha çok şirketlere inisiyatif ihtiyacının ürünüdür. Zaten yaşanan sorunların temel sebebi denetimsizlik, kanunsuzluk, özelleştirmeyken şimdi bu düzenlemeyle durum daha da katmerli hâle getiriliyor. Ajans, bu hâliyle, yetkilerle donatılmış paralel bir bakanlık olarak denetleme yetkisine sahip ama kendisi denetimden muaf bir kurum olarak tasarlanıyor. Kamu İhale Kanunu'ndan muaf tutulan Ajans, faaliyetlerini özel sektöre ihalesiz verme hakkına da sahip olacak; böylece yandaş şirketler alamayınca iptal edilen ihaleler derdinden de kurtulunmuş olunuyor.
"Kurum esas olarak depozito yönetim sistemi kurmakla yükümlüdür." denilmektedir. Oysa depozito düzenlemesi özel şirketlere devrediliyor. Denetim ve şirket faaliyetleri Ajansın kontrolüne bırakılarak yeni bir tekelleşme ve kâr inşa ediliyor. Devlet tümden aradan çekiliyor, atık süreci tümden Ajansa bağlı şirketlere bağlanıyor ve aynı zamanda on binlerce atık toplama işçisi de tümden açlığa mahkûm ediliyor. Kâr getiren çöpler şirketlere, diğerleri ise yine doğaya.
Düzenlemeyle şirketler doğrudan Danışma Kuruluna yönetici verebilecekler. 11 kişilik Danışma Kurulunu Bakanlık belirleyecek. Bu 11 kişi içinde özel sektörden de yöneticiler olabilecek. Mevcut durumda şirketlere ne istiyorlarsa veren Bakanlık doğal olarak bu 11 kişiyi belirlerken de şirketleri kırmayacaktır, üzmeyecektir.
Ajansın gelir kaynakları arasında şartlı ve şartsız bağışlar da sayılıyor. Bu düzenlemeyle "İş yapmak isteyen gereğini yapacak." deniliyor. Bazı vakıflara yapılan zorunlu bağışları biliyoruz. Şimdi de bağış mekanizması doğrudan saraya bağlanıyor, parayı veren düdüğü çalacak.
Tüzel kişi niteliğinde tanımlanan Ajans, görev alanları açısından bir şirket görüntüsünde, tanınan muafiyetler ve kurulma biçimi açısında da kamu tüzel kişisi niteliğinde. Kamu yararına kurulan birçok dernek bile yaptığı faaliyetlerden vergi öderken Ajans ödemeyecek. Teklifte yine, karşımıza doğrudan Cumhurbaşkanı çıkıyor, mal ve hizmet ihalelerinde usul ve esaslar saraya bağlanıyor. AKP Genel Başkanı, onca işi arasında bu işe de el atmaktan geri durmuyor.
Sonuç olarak düzenleme, görüldüğü üzere küresel iklim krizi, ekolojik yıkım sorunlarına herhangi bir çare üretme derdinde değildir. Yasa yapım süreci halktan kaçırılmıştır. Tümüyle şirket mantığıyla inşa edilmiştir, tümüyle yeni rant alanları inşa etme amacındadır. Maden Yasası gibi düzenlemelerle bağlantılı, birbirini tamamlayan, tümüyle halk ve doğa düşmanı politikaların yeni bir örneğidir.
Biz, Halkların Demokratik Partisi olarak, bu genel görüşlerimize bağlı olarak bu düzenlemeye "hayır" oyu vereceğimizi ve tüm halkımıza, buradan, bu halk ve doğa düşmanı yasa tekliflerine karşı mücadeleyi her yol ve biçimde yükseltmeleri gerektiğini söylüyorum.
Teşekkür ederim. (HDP sıralarından alkışlar)