GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2021 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ile 2019 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifinin Tümü münasebetiyle
Yasama Yılı:4
Birleşim:35
Tarih:18.12.2020

İYİ PARTİ GRUBU ADINA DURMUŞ YILMAZ (Ankara) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri ve bizi televizyonları başında dinleyen saygıdeğer yurttaşlarım; hepinizi saygıyla selamlıyorum. Mensubu olduğum İYİ PARTİ Grubu adına 2021 yılı bütçesinin geneli ve bu bağlamda ülkemizin genel iktisadi gidişatı hakkındaki görüşlerimizi paylaşmak üzere söz almış bulunmaktayım.

Bana tahsis edilen süreyi ekonomik kullanmam gerekiyor ama daha önce yapılan toplantılarda gündeme getirilen bazı hususlara da değinmeden geçemeyeceğim, velev ki zamanımdan harcamış da olsam.

Değerli AK PARTİ'li arkadaşlarım, milletvekili arkadaşlarım; hakkaniyet için söylüyorum. Siz 2002 yılında iktidara geldiğinizde kucağınızda IMF'yle yapılmış bir anlaşma buldunuz. Sonradan da kendi iradenizle 2005 yılında 2'nci bir anlaşma yaptınız. Bunun 2'sinin toplamında kullanılan kaynak 28 milyar dolar. Bunun sadece 4 milyarını sizden önceki üçlü koalisyon kullandı, geriye kalanın tamamını siz kullandınız. Hakkaniyet bunun böyle olduğunu söylemeyi gerektirmiyor mu? Niye bunu böyle söylemiyorsunuz da on sekiz yıldır aynı gerçek dışı şeyleri söylemeye çalışıyorsunuz? (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)

Sizin iktidara geldiğinizde elinizde 3 tane seçenek vardı: Ya bu stand-by anlaşmasını "Ülkemin çıkarlarına aykırıdır." deyip, yırtıp çöpe atmak ya içine bakıp "Şunlar şunlar kabulümdür, şunlar değildir." deyip tadil etmek ya da olduğu gibi uygulamak. Siz bunun virgülüne dokunmadınız, noktasına dokunmadan uyguladınız. Lütfen hakkaniyetli olun. Eğer biz ülke olarak yol alacaksak doğruları söylemeden bir yere gidemeyiz. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)

İkinci bir husus: Yine konuşmacı, Türkiye'nin bir bilançosundan bahsetti. Yani Türkiye'nin bütün varlığını bir bilanço olarak düşünürsek aktifindekileri saydı. Ne saydı? Bölünmüş yolları saydı, havaalanlarını saydı, tünelleri saydı, otoyolları saydı, köprüleri saydı; saydı, saydı, saydı. Fakat bilançonun bir de pasifi var. Bu aktifin karşısında ne var, ona bakalım. Lütfen bunu da söyleyin, deyin ki: "Evet, bu yolu, bu köprüyü, bu hastaneyi, bu tüneli, her işi yaptık ama bunun karşılığında da şu kadar kaynak kullandık." Kullandığınız kaynağı ben söyleyeyim. Bugüne kadar 2,5 trilyon dolar vergi topladınız. 1930'larda, söküğünü dikmek için ithal ettiği iğnenin, ölüsünü gömebilmek için ithal ettiği kefenin olduğu dönemde, dışarıdan bir kuruş borç almadan -ortalama yüzde 8 büyüyerek- yaptığı fabrikaları satarak, özelleştirerek 70 milyar dolar da oradan kullandınız. Üstüne kamu artı özel toplam 450-480 milyar dolar da borç var. (İYİ PARTİ ve CHP sıralarından alkışlar) Lütfen bunu da söyleyin.

Bizim muhalefet olarak sizden istediğimiz şu: Yolu görüyoruz, köprüyü görüyoruz, siz bunları yaptınız fakat bunu kaça yaptınız? Bizim kaynaklarımızı etkin kullandınız mı, doğru kullandınız mı? Bu bilançonun aktifi ile pasifi tutmuyor. Aktifi az, pasifindeki yükümlülüğümüz çok çünkü siz Kamu İhale Kanunu'nu 191 kere değiştirdiniz, üç kuruşluk işi yüz kuruşa yaptırdınız. Lütfen bunları bize söyleyin, hakkaniyet bunu gerektiriyor.

Ben kaldığım yerden devam ediyorum, zamanımdan neredeyse beş dakika yedim.

Sayın milletvekilleri, gönül isterdi ki bundan bir asır önce aziz milletimizin büyük fedakârlıklarıyla kurulan bu yüce Meclisin çatısı altında millet egemenliğine dayanan cumhuriyetimizin 2'nci yüzyılına yaklaşırken güzel şeyler konuşalım ve gönül isterdi ki millet egemenliğinin en temel şartlarından biri olan bütçe hakkı artık ülkemizde sadece kâğıt üstünde kalmış bir kavram olmasaydı. Yasama organının yürütme organı tarafından yapılacak harcamalar ile bunların karşılığında toplanacak vergiler konusunda söz sahibi olması demek olan bütçe hakkı, Avrupalı milletlerin elde etmek için yüzyıllar boyunca kanlı mücadeleler verdikleri ve demokrasilerin en kutsal değerlerinden biri olarak görülecek bir kavramdır. Biz bu kavramın kıymetini maalesef bilemedik ve bugün Parlamentomuz bütçe hakkını hukuken olmasa bile fiilen kaybetmiş durumdadır. Şayet bu hak korunabilmiş olsaydı, biz burada muhalefet partileri olarak temsil ettiğimiz halkımızın yarıya yakın kesiminin sesini iktidara duyurabilir, eleştirilerimizin dikkate alındığını görebilir ve halkımızın parasının nereye ve nasıl harcandığının hesabını sorabilirdik fakat geldiğimiz noktada ne yazık ki bunlara imkân kalmadı.

Bırakın Meclisin bütçede söz sahibi olmasını, mevcut iktidar ne yazık ki artık bütçenin yapımıyla ilgili şekil şartlarına bile uymaya tenezzül etmiyor. Anayasa'nın 162'nci maddesine göre en geç 17 Ekimde Meclise sunulması gereken 2021 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi, bildiğim kadarıyla, cumhuriyet tarihinde ilk kez zamanında Meclis Başkanlığına verilmedi, her ne kadar Cumhurbaşkanı Yardımcımız bunun aksini iddia ettiyse de. Bütçenin ilgili Bakan tarafından bir basın toplantısıyla açıklandıktan sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına sunulması geleneğine de bu yıl maalesef uyulmadı.

Benim de dâhil olduğum Plan ve Bütçe Komisyonu üyeleri ise teklifi ancak görüşmelerin başlayacağı 21 Ekim günü alabildi. Bütçe teklifinin ayrılmaz bir parçası olan hatta ondan önce gelen "Genel Ekonomik Hedefler ve Yatırımlar" kitapçığı görüşmelerin başlamasından beş on dakika önce dağıtıldı. Keşke bütçe hakkının ihlali kanun teklifinin sunulmasındaki bu birkaç günlük gecikmeyle sınırlı olsaydı.

Bu yıl bütçe sürecinde Meclisin iradesinin tamamen hiçe sayıldığını ve milletvekillerinden önlerine konan bütçeyi onaylamaktan başka bir şey beklenmediğini gösteren çok vahim bir olay yaşandı. Artık teamül hâline geldiği şekilde, yine bir torba yasayla, bütçenin anayasası olarak niteleyebileceğimiz 5018 sayılı Kanun'da yapılan değişiklikle, bütçelemede 1970'li yılların başında getirilen ancak bir türlü uygulamaya konulamayan performansa dayalı program bütçe sistemi yeniden getirildi. Yönetim aksini iddia etse de daha fazla şeffaflığa imkân veren fonksiyonel sınıflandırma kaldırıldı. Aslında kaldırılıp kaldırılmadığını 2022 bütçesinde daha net göreceğiz fakat ne hikmetse Resmî Gazete'de 16 Ekimde yayınlanan torba yasanın getirdiği bu değişiklikler, bundan sadece birkaç gün sonra Meclise sunulan bütçe teklifinde dikkate alınmış ve Hükûmetin bütçe teklifi, yasanın yeni hâlinin gerektirdiği şekilde program esaslı olarak hazırlanmıştır. Bu durum, bütçe sürecinde Meclisin sadece bir onay mercisi olarak görüldüğünün açık bir kanıtıdır.

Mevcut iktidar tarafından Meclisin bütçe hakkının gasbedildiğine dair diğer bir somut kanıt ise, geçen yıl olduğu gibi, içinde bulunduğumuz 2020 yılında da Hükûmetin bütçede öngörülen borçlanma limitlerini aşmış olmasına rağmen Meclise ek bütçe getirmeye gerek görmemesi, tenezzül etmemesidir.

Değerli milletvekilleri, "Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi" adı verilen ve son iki buçuk yıldır ülkemizin ekonomi başta olmak üzere hemen her alanda geriye gitmesine sebep olan bu yeni rejimin memleketimize verdiği en büyük zararlardan biri de milletin parasının nereye ve nasıl harcandığının belirlendiği bütçe sürecinde ortak akla ve istişareye imkân tanımaması, ülkenin kaynaklarını "Ben yaptım oldu, bitti." zihniyetiyle verimsiz ve dolayısıyla toplumsal refahı azaltıcı şekilde dağıtmasıdır. Bunu hepimiz yaşayarak görmüyor muyuz? Zaten sıkıntılı bir durumda olan Türkiye ekonomisinin getirdiğiniz yeni hükûmet sistemiyle birlikte son iki buçuk yılda çok daha kötüye gittiği gün gibi aşikâr değil mi? Türk liramızın değerinin nasıl eridiği, bütçe açığının ve kamu borçlanmasınıın nasıl hızla arttığı, işsizliğin ulaştığı boyutlar, Merkez Bankası başta olmak üzere en güzide kurumlarımızın düşürüldüğü durum ve genel olarak ekonomi yönetimindeki kurumsal çöküş açık seçik meydanda değil mi? Bu kötü gidişatın Sayın Cumhurbaşkanına akraba olmaktan başka o makamı doldurmaya yetecek bir özelliği olmayan Hazine Bakanının garip ve devlet adabına uymayan bir şekilde istifası ve bağımsız olması gereken Merkez Bankasının başına partili bir ismin getirilmesiyle durdurulabileceğine gerçekten inanıyor musunuz? Yine de şunu söyleyeyim: Bu tespit doğru olsa da karşı karşıya olduğumuz sorun bir şahıs veya şahıslar sorunu değil, bu bir sistem sorunudur. Bu kötü gidişat birkaç bakanın ve üst bürokratın değiştirilmesiyle veya içi boş bazı reform söylemleriyle veya daha düne kadar halkımıza düşman olarak lanse edilen Batılı ülkelere bazı sıcak mesajlar göndermekle değil, ancak güçlendirilmiş bir parlamenter sisteme geçiş suretiyle, yönetimde güçler ayrılığı prensibini hayata geçirerek durdurulabilir. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar) Bunun dışında alacağınız her karar belki sizin iktidarınızın ömrünü biraz daha uzatabilir ama ülkemizin daha fazla zarar görmesine, halkımızın daha da fakirleşmesine sebep olacaktır. İktidar gücünü elinde bulunduranlara olan yakınlıklar sayesinde elde edilen menfaatlerle kişilerin ve ailelerin refahının kısa ve orta vadede garanti altına alındığı düşünülüyor olabilir ancak yaşanan toplumsal refah kaybından ve bunun yaratacağı olumsuzluklardan uzun vadede bu kişilerin de etkilenmesi kaçınılmaz. Daha fakir ve gelir dağılımı daha bozuk bir ülkede hiçbirimiz daha güvende olmayacağız; çocuklarımız ve torunlarımız daha iyi eğitim alamayacak, daha güzel işler bulamayacak, daha mutlu ve medeni insanların arasında yaşayamayacak. Gelecek nesillerin yükü gerçekten çok ağır olacak. Onlar, kaybedilen Merkez Bankası rezervlerini, ihtiyaç akçesini biriktirecekler, dış borcu azaltacaklar, İşsizlik Sigortası Fonu'nu toparlayacaklar, kamu döviz iç borcunu Türk lirasına çevirecekler, geri ödenemeyen batık banka kredilerini ödeyip enflasyonu düşürecekler. Ne büyük yük.

Hukukun üstünlüğünün kalmadığı ve gün geçtikçe daha otoriter hâle gelen rejimde mülkiyet haklarının korunması da giderek zorlaşacak. Bu gidişat durdurulmazsa bugün edinilen servetlerin meşru olarak kazanılmış olsalar dahi yarın korunabileceğine dair bir garanti olamaz. Zira, tarih bize defalarca göstermiştir ki adalete olan güvenin yitirildiği ve refahın sürekli olarak azaldığı ülkelerde ciddi siyasi istikrarsızlıklar ve hatta büyük toplumsal kırılmalar yaşanabilmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak yarınlara umutla bakabilmemiz ve birlikte güzel bir gelecek inşa edebilmemiz için en önce toplumun, sadece yarısını değil, mümkün olan en geniş kesimini içine alan bir mutabakat zemini oluşturulmalı ve yönetim sistemimizi bu mutabakata göre şekillendirmeliyiz. Bu da ancak güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçişle mümkün olabilir. (İYİ PARTİ ve CHP sıralarından alkışlar) Bu konuda epey tartışma oldu ama bizim inancımız bu.

Saygıdeğer milletvekilleri, İYİ PARTİ olarak ülkemizin geleceği açısından hayati önemde gördüğümüz güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçişin gerekliliğini vurgulamak için Cumhurbaşkanlığı hükûmet sisteminin uygulandığı son iki buçuk yıldaki iktisadi performansı özetlemenin yerinde olacağını düşünüyorum. Cumhur İttifakı'nın ülkemize layık gördüğü yeni hükûmet sisteminin yürürlüğe girdiği Temmuz 2018'den bu yana gerçekleştirilen birikimli enflasyon yüzde 40'ın üzerindedir. Kaldı ki bu veri, güvenilirliği de son dönemde büyük yara almış olan Türkiye İstatistik Kurumuna aittir. Halkımızın yaşadığı alım gücü kaybı ise bunun çok daha ötesindedir. Nitekim, sokaktaki vatandaş, enflasyonun açıklandığından çok daha yüksek olduğuna inanmakta ve bu nedenle birikimlerini giderek daha fazla döviz ve altında tutmaktadır. Son dönemde, bütün olan bitene rağmen, vatandaşlarımız, yerliler hâlâ döviz alıyorlar ve döviz tevdiat hesaplarının miktarı giderek artıyor. Bunun için vatandaşlarımızı suçlamak mümkün değildir, zira yeni hükûmet sisteminin yürürlükte olduğu son iki buçuk yılda Amerikan dolarının Türk lirasına karşı değeri yaklaşık yüzde 75 artış göstermiştir. Dilinden "yerli ve millî" söylemini düşürmeyen iktidarın ülkeye çağ atlatacağını iddia ettiği yeni hükûmet sistemi altında Türk lirasının değeri neredeyse yarı yarıya düşmüştür. Soruyorum size: Bu mudur millî olmak? Türk lirasının düşüşü ancak, Sayın Albayrak'ın istifasının kabulü ve "Faiz enflasyonun sebebidir." safsatasının terk edildiği ve Merkez Bankasının faiz artırımına müsaade edileceği beklentisiyle geçici olarak durdurulabilmiştir. Sayın Albayrak'ın Bakanlığı döneminde uygulanan ve bir kısmına birazdan değineceğim çılgın politikalardan vazgeçilerek rasyonelliğe dönüş sinyalleri verilmesi tabii ki olumludur. Bu, Türk lirasının değerini belki bir müddet koruyabilir fakat asıl büyük sorun, bu güven eksikliğine çare olamaz. Ekonomide güven ancak, bir sistem değişikliğiyle, bunun olmazsa olmaz bir parçası olarak ekonomi yönetiminde işin ehline verilmesi kuralına dayanan bir kurumsal yapı kurulmasıyla tesis edilebilir. Bunun dışında iktidar tarafından yapılacak her şey sadece zaman kazanmaktan ibarettir ve ekonomideki sorunların daha da kökleşmesine, müzminleşmesine yol açacaktır.

Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi altında geçen son iki buçuk yıldaki kamu maliyesi performansına baktığımızda da maalesef çok açık, parlak bir tablo görmüyoruz. Hazinenin bir portföy yönetim şirketi gibi yönetildiği bu süre zarfında Türkiye Cumhuriyeti devletinin borç stoku neredeyse 2 katına çıkarak 2 trilyon TL'ye yaklaştı. Finansal istikrarı destekleyen uzun vadeli borçlanma yerine kısa vadeli borçlanmaya yönelindi. Bundan daha vahim olarak 2012 yılında sıfırlanmış olan döviz ve altın cinsi borçların iç borç stoku içindeki payı da hızla artarak yüzde 25'e yaklaştı. Bu demek oluyor ki yerli ve millî olduğunu iddia eden Hükûmetiniz nedense kendi parasıyla değil de yabancı paralarla borçlanmayı tercih ederek kamunun borç yükünü kur hareketlerine çok daha duyarlı hâle getirmiştir. Çünkü ülkede enflasyon var, kontrol edilemiyor. Burada tekrar sormak istiyorum: Bu mudur millî olmak?

Bu arada şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Kendi millî parasına güvenmeyip birçok sözleşmenin yabancı para üzerinden yapılarak ekonominin dolarize edildiği ve uyuşmazlıkların yabancı ülkelerin mahkemelerine havale edildiği bir ülke bölgesel finans merkezi olabilir mi? Yani, İstanbul, finans merkezi hâline gelebilir mi? İstanbul'da yapılan iş, İstanbul Finans Merkezi değil, maalesef İstanbul inşaat merkezi. (İYİ PARTİ ve CHP sıralarından alkışlar)

Üzülerek ifade etmek istiyorum ki mevcut iktidar ülkemizi ekonomik olarak hızla 1990'lı yıllara döndürmektedir. 2018 yılı öncesinde gayrisafi yurt içi hasılanın yüzde 2'si civarında seyreden bütçe açığının bugün yüzde 5'lere ulaşması ve faiz yükündeki hızlı artış bunun en net göstergesidir. 2018 yılında 74 milyar TL olan faiz ödemelerinin 2020 yılında 137 milyar TL olarak gerçekleşmesi beklenmektedir. 2021 bütçe öngörüsü ise 179-180 milyar TL'dir. Kısacası, gelinen noktanın alametifarikası, kronik çifte açık, yüksek enflasyon, yüksek faiz, yüksek kamu borçluluğu, değersiz TL'dir.

AK PARTİ adına konuşan sözcü burada birtakım grafikler gösterdi. O grafiklerin arkasında Dünya Bankasının otoritesi var, doğru. Fakat o grafiği onun okuduğu gibi eğer bir uluslararası sempozyumda okusun, onu ya toplantıdan çıkarırlar ya da onu dinleyenler o salonu terk ederler. (İYİ PARTİ ve CHP sıralarından alkışlar) Başlangıcını nereden aldığınızı, ortasında ne olduğunu da söylemeniz lazım. Gidin o zaman, 1900'den başlayan bir grafik alın veya II. Mahmut döneminden başlayan bir grafik alın, bambaşka bir resim ortaya çıkar. (İYİ PARTİ ve CHP sıralarından alkışlar) Mühim olan, onun sizin döneminizde hangi aşamadan nereye geldiği. 2002'den 2012'ye kadar söylüyorsun da 2013'ten sonra 250 milyar dolar millî gelir kaybını niye söylemiyorsun? O grafik bunu da söylüyor. (İYİ PARTİ ve CHP sıralarından alkışlar)

Faize karşı olduğunu her fırsatta dile getiren Sayın Cumhurbaşkanının yönetimindeki yeni hükûmet sisteminde faiz ödemelerimiz iki yılda neredeyse 2 katına çıkmıştır ve Hükûmetin kendisi bunun daha da artacağını beklemektedir. Bir karşılaştırmayla somutlaştırmak gerekirse, 2021 yılında çiftçimize verilecek destekler için bütçeye konulan rakam sadece 22 milyar iken faiz ödemeleri için konulan rakam bunun neredeyse 6 katı olan 180 milyar TL'dir ve tabii, bu arada buna bağlı olarak da 245 milyarlık bütçe açığı öngörülüyor.

Kamu maliyesindeki kötüleşmenin en net göstergelerinden biri, şüphesiz, son dönemde bütçe açıklarının Merkez Bankası kaynaklarıyla finanse edilmeye çalışılması olmuştur. Hükûmet bütçe finansmanında o kadar sıkıntıya düşmüştür ki Merkez Bankasının geçen yılki kârını Hazineye aktarmak yetmemiş, bilançosunda biriken ihtiyaç akçesine de el koymuştur. Kârı kanun hükmüne göre aldı, yedek akçeyi de almaması gerekiyordu ama hadi onu da aldı fakat şaştığım bir husus var: Değerleme hesabında biriken gerçekleşmemiş tutarı nasıl kâr zarar hesabıyla irtibatlandırdınız ve onu da oradan buraya aldınız? Bu, gerçekten sorgulanması gereken bir şey. Bunun arkasında, gerçekten, suç da var. Değerleme hesabı nasıl aktif kâr zararla birleştirildi ve onu da çektiniz aldınız? Böyle bir şey, hiçbir aklın kabul edeceği bir şey değil ama siz bunu da gerçekleştirdiniz maalesef.

Bütçe açıklarının, dolayısıyla borç yükünün ve dolayısıyla faiz ödemelerinin bu kadar hızlı artmasının temel sebeplerinden biri, büyük ölçekli kamu yatırımlarının yap-işlet-devret veya kamu-özel iş birliği yöntemleriyle yapılması ve bu kapsamda müteahhitlere döviz bazında on yıllar sürecek garanti ödemeleri taahhüt edilmesidir. Hükûmetin bütçe kanunu teklifine göre, bu ödemelerin önümüzdeki üç yılda bütçeye getireceği yük 100 milyar TL'nin üstündedir. Yine sormak istiyorum size: Bu mudur millîlik?

Sayın Cumhurbaşkanının "Kuruş ödemeden yapacağız." diye halka anlattığı bu projelerin garanti ödemeleri sebebiyle Sağlık Bakanlığı ve Ulaştırma Bakanlığına bağlı kurumlarımız yeni yatırımlara kaynak ayıramaz hâle gelmiştir. Devlet tarafından verilen bu garantilerin her biri gelecek nesillerin sırtına yüklenen ve miktarı da tam olarak bilinmeyen borçlardır. Yıllar süren yanlış yönetim sebebiyle nitelikli iş gücü ve istihdam yaratamaz hâle gelen ekonomimizde gençlerimizin bir kısmı iş bulamamanın verdiği sıkıntılarla boğuşurken iş bulacak kadar şanslı olanlar da iktidarınızın onların sırtlarına yüklediği borç yükünü ödedikleri vergilerle hafifletmeye çalışmaktadırlar.

Gelin, biraz da ekonomimizi şahlandıracağı söylenen yeni hükûmet sisteminin son iki buçuk yılda işsizliği nerelere getirdiğine bakalım. Resmî oranlara bakarsanız işsizlik 2020 Eylül ayı itibarıyla yüzde 12,7'ye gerilemiş bulunuyor ancak iş gücü, istihdam ve fiilen iş başında çalışanlar azalmıştır. Geniş tanımlı işsiz sayısı 2,3 milyon kişi artarak 10,2 milyon olmuştur. Çalışabilir nüfustaki artış 2 milyon kişinin üzerinde olmasına rağmen işsizlik neden bu kadar az artmış? Bunun cevabı gerçekten çok acı bir tabloya işaret ediyor çünkü yüz binlerce gencimiz iş bulma ümidini kaybettiği için iş aramayı bırakmış ve bu yüzden işsizlik istatistiklerinde dikkate alınmıyorlar. Hâl böyleyken ülkemizdeki gerçek işsizlik oranı güvenilir bazı tahminlere göre yüzde 30'a ulaşmış durumda.

İktisadi büyümeye baktığımızda yeni hükûmet sisteminin uygulamaya konduğu 2018 yılının üçüncü çeyreğinden bugüne Türkiye ekonomisinin reel olarak hemen hiç büyümediğini, uluslararası karşılaştırmaya imkân veren ABD doları bazında bakıldığında ise ciddi olarak küçüldüğünü görüyoruz. Kişi başına gelirimiz 2017 yılında 10.500 ABD doları iken bugün 8.500 dolara düşmüş durumda. Kısacası vatandaşımız kötü yönetim yüzünden diğer ülke vatandaşlarına göre son üç yılda yaklaşık yüzde 20 fakirleşmiş durumda. Bize göre bunun birinci derece sorumlusu Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi, ikinci derece sorumlusuysa onun uygulayıcısı olan Cumhur İttifakı'dır. Bu yönetim sistemi ve bu iktidar ittifakı sürdüğü müddetçe Türkiye fakirleşmeye mahkûmdur. 2013 yılında gayrisafi yurt içi hasılanın 950 milyar doların, kişi başı gelirin 12 bin doların üstüne çıkmasıyla güçlenen orta gelir kapanından çıkma umutlarımız maalesef bugün itibarıyla yok olmuştur.

Burada üzerinde durmak istediğim -zamanım da hızla gidiyor- 2020 yılı üçüncü çeyreğine kadar sekiz çeyrek Türkiye ekonomisinde sabit sermaye yatırımları negatif oldu ama birdenbire 2020 üçüncü çeyreğinde sabit sermaye yatırımları artıya geçti. Bunun nedenine baktığımızda, 2020 yılında ithal edilen 22 milyar dolar tutarındaki altının sabit sermaye hesaplarının alt kalemi olarak gösterilmesi. Biz burada bir yanlışlık yapıyor olabiliriz. Ben Hazine ve Maliye Bakanlığının bütçesi görüşülürken buradan Bakana döndüm ve dedim ki: Sayın Bakan, TÜİK'e söyleyin, bunu detaylı bir şekilde kamuoyuna açıklasın, bunun içinde ne var, altın nerede bunun içerisine giriyor? Altın sabit sermaye yatırımı dedik ama bugüne kadar kimseden bir açıklama gelmedi; hâlâ da bekliyoruz, lütfen bunu açıklayın.

Ülkemizdeki ekonomik tablonun bu kadar kısa zaman içinde bu kadar kötüye gitmesi ne yazık ki sadece uygulanan politikaların yanlışlığından ve uygulayıcıların beceriksizliğinden kaynaklanmıyor. Bu dönemde bilinçli veya bilinçsiz olarak yapılan öyle uygulamalar var ki bunlar hem içeriği itibarıyla suç niteliğindedir hem de sonuçları itibarıyla ekonomimize büyük hasar vermişlerdir. Bunlardan birincisi ve kesinlikle en vahimi, 2019 yılından itibaren Merkez Bankası döviz rezervlerinin örtülü şekilde satılarak tüketilmesi ve bunun sonucunda Bankanın net rezervlerinin kimi hesaplamalara göre eksi 50 milyar dolara kadar düşmesidir. Bir Merkez Bankasının ülkenin millî parasının değerini korumak ve daha da önemlisi, bir ödemeler dengesi krizi durumunda ülke ekonomisinin hayati fonksiyonlarını sürdürebilmesi için gerekli döviz likiditesini sağlamak üzere tutması gereken döviz rezervlerini tüketmesi ve hatta bununla da yetinmeyip net döviz borçlusu hâline gelmesi, hele ki Türkiye gibi cari açık veren bir ülkede akıl ve mantıkla açıklanabilecek bir şey değildir. Açık konuşmak gerekirse bunun, içi vahşi yırtıcılarla dolu bir kafese elindeki tüm silahları bırakarak ve üzerindeki tüm zırhları çıkararak girmekten farkı yoktur. Bu yapılan, şayet akıl almaz bir cehalet ürünü değilse benim nazarımda... Söylemeye bile dilim varmıyor, haydi adını siz koyun; ne menem bir iştir, adını siz koyun lütfen. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)

Doğrusu, beni Merkez Bankasında otuz beş yıl çalışmış ve bu kurumun Başkanlığını yapmış bir insan olarak bu yapılanlara hâlâ inanamıyorum, daha doğrusu inanmak istemiyorum. Ancak, maalesef yapılanlar ortada ve umuyorum ki bunda sorumluluğu olanlar mutlaka bir gün hesap vermelidir ve verecektir. Burada "Niçin döviz satıldı, kim aldı?" soruları önemli. Fakat bunlardan daha önemlisi, gerçekten hangi mekanizma Kullanılarak, kim bu dövizleri sattı ve günün sonunda Merkez Bankası bu döviz alanlara bu parayı nasıl gönderdi? Bu mekanizma nasıl çalışıyor? AK PARTİ'li arkadaşlarım, vallahi, sizin öğrenmeniz gereken husus budur. Yeni Başkana lütfen sorun, size özel bir rapor yazsın, bu dövizi önce kim sattı ve satılan dövizlerde muhabir hesabından çıkarılarak alanların hesabına nasıl intikal ettirildi? Bu ödeme emirlerini kim verdi? Bunlar son derece hayati konular. Eğer bu soruların cevabını almazsanız önümüzdeki dönemde Merkez Bankası bu döviz rezervini nasıl biriktirecek? Ben size kısaca söyleyeyim: 2002'de iktidara geldiğinizden 2020 yılına kadar Türkiye'nin ortalama net rezervi 36-39 milyar dolar civarında inip çıkıyor. Eğer aynı seviyede net rezervi biriktirmeniz gerekirse o zaman ülkeye her yıl net olarak 30 milyar dolar paranın girmesi lazım -sıcak veya doğrudan sermaye veyahut da borçlanma- ve bunun tamamının Merkez Bankası tarafından alınması lazım. Sizin bu döviz rezervinin kaybını sıfırlamanız, ondan sonra da artıya geçmeniz için en azından beş yıl lazım, beş. Şunu da biliyoruz ki bu ortamda yüksek faiz vermezseniz, sıcak para şeklinde de olsa, hukuk da yeteri kadar sağlıklı işlemediği için, doğrudan yabancı sermaye de gelmeyecek. Ne yapacağız? Bunu sorun, bize sormayın; atadığınız Merkez Bankası Başkanına sorun ve ondan özel bir rapor isteyin lütfen. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar) Ve ondan sonra da uygun görürseniz, bunu bizimle de paylaşın ama biz, üç aşağı beş yukarı ne olduğunu biliyoruz. Kim bu dövizi sattı; kamu bankaları mı, Türkiye Varlık Fonu mu? Ve satılan döviz nasıl Merkez Bankasının kasasından çıktı?

Hükûmetin pandemiyle mücadele bahanesiyle yaptığı fakat ekonomik istikrara büyük zarar veren bir başka uygulaması ise yılın ikinci ve özellikle de üçüncü çeyreğinde bankaların kredi vermeye zorlanarak daha önce benzeri görülememiş bir kredi genişlemesine sebep olmasıdır. Görevi varlık fiyatlarındaki balonlar, aşırı kaldıraç oranları, hızlı kredi genişlemesi ve kur ile vade uyuşmazlığı, sermaye akımlarının yönetimi gibi sistemik risk kaynaklarını koordine etmek olan ve adına bir de "Kalkınma" eklenen Finansal İstikrar Komitesi, aşırı kredi genişlemesine göz yumarak bankacılık sisteminin sağlığını tehlikeye atmıştır. Lütfen, bunu da sorgulayın, sizin gördüğünüz gibi değil iş. Bunu sorgulayın, BDDK'den rapor isteyin, Merkez Bankasından rapor isteyin ve şunu isteyin: "Türkiye bankacılık sisteminin sıhhati ve sağlığı için bir stres testi yapın ve sonucunu bize bildirin." deyin.

Evet, benim sürem bitiyor.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

DURMUŞ YILMAZ (Devamla) - Başkanım birkaç dakika daha verebilir misiniz?

BAŞKAN - Şimdiye kadar toplam iki dakika süre verdim hep.

Buyurun.

DURMUŞ YILMAZ (Devamla) - Peki, o zaman toparlıyorum.

Bu ülkede, iktidar hep sonuçlarla uğraştı ve bize sonuçların nasıl üstesinden gelineceğini söyledi; bize dedi ki: "Efendim, sıkıştık, dövizinizi satın." Dövizimizi sattık, berberler bize bedava tıraş yaptı, efendim lokantalar yemek verdi. O olmadı, Amerikan dolarına güya zara vermek için "Doları satın, altın alın." dedi, onu da yaptık. Arkasından "Yastıkaltındakileri çıkarın." dedi, onu da çıkardık; hazineye verdik. Bu yastıkaltı, ekonomiye nasıl kazandırılıyor, bunun izahı nedir, bunu bir bilen varsa gelsin de yapsın. Yastıkaltındaki para ekonomiye nasıl kazandırılıyor? Bunlar da olmadı. Dolayısıyla biz, hep sebeplerle uğraşmadık, sonuçlarla uğraştık ve sonuçlarla uğraşmanın bizi getirdiği nokta da bu.

Aslında yapılması gereken tek bir şey var: Güveni tesis edip, millî paranın itibarını sağlayıp vatandaşın cebine koyduğun paranın alım gücünü muhafaza etmek yani enflasyonla mücadele. Ama siz bunu yapmadınız, hâlâ da yapıp yapamayacağınız konusunda sıkıntılar var.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Buyurun.

DURMUŞ YILMAZ (Devamla) - Dolayısıyla son olarak şunu söyleyeyim: Eğer yapmak istiyorsanız, gerçekten samimiyseniz, sizin şu andaki bütçe içinde bile, şu anda işini kaybeden berbere, garsona, servis sektöründe çalışan, efendim okul kantincisine, servis şoförlerine vesaireye para verecek, onların hayatını devam ettirecek imkânınız var; bunu bütçenin içinden yapabilirsiniz ama siz böyle bir şey yapmak istemiyorsunuz.

Onun dışında yapabileceğiniz ne var? Bakın, 2001 krizinden nasıl çıktığımızı hatırlayın, aynısını bugün de yapabilirsiniz, vatandaşın cebine para koyabilirsiniz. Şu anda, bankacılık sisteminde 322 bin, 1 milyon TL'nin üzerinde mevduat hesabı var. Bunlardan her 3 hesabın 1 tanesi 1 kişinin olsa 100 bin kişinin 1 milyon TL'nin üzerinde mevduat hesabı var ve bunun ortalaması 6,4 milyon TL.

Siz ne yaptınız üç gün önce? Bu mevduat hesaplarından alınan stopajları kaldırdınız, sıfırladınız.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Buyurun.

DURMUŞ YILMAZ (Devamla) - Benim yaptığım ve başkalarının yaptığı bir hesaba göre bu 100 bin kişinin veyahut da 100 bin hesabın 2 milyon TL'si üç aylık mevduat hesabında tutulsa oradan vazgeçtiğiniz gelir, stopaj 5 milyar TL. Hâlbuki siz 1 milyon, 2 milyon esnafa 5 milyon vermeyi düşünüyorsunuz. Bunlar finanse edilebilir ama niyet olması lazım, sicilin temiz olması lazım, niyetin sabit olması lazım. Bütün bunlar da olmuyorsa "Kaynak yok." demeyin, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasında kaynak var ama bunu akıllı, makul, mantıklı, vatandaşı düşünerek yapmanız lazım. Efendim, oradan alıp şirket kurtarmaya -altına gidecek o- döviz alacak olanın cebine koyarsanız bu iş yürümez ama gerçekten fakiri fukarayı düşünüyorsanız bu iş yapılabilir, bunu lütfen yapın.

Teşekkür ediyorum. (İYİ PARTİ ve CHP sıralarından alkışlar)